Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Eclipse 11.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Eclipse 11.Bölüm Empty Eclipse 11.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Salı Kas. 16, 2010 10:09 am

    “O sosisi yiyecek misin?” diye sordu Paul Jacob’a, gözleri tabakta kalan son parçaya
    kilitlenmişti.
    Jacob dizlerime yaslanmış, şişe geçirilip ateşde pişirildiğinden üzerinde kabarcıklar olan sosisle
    tabağında oynuyordu. İç geçirdikten sonra karnına vurdu. O kadar çok sosisli sandviç yemişti
    ki onuncudan sonrasını sayamamıştım ama hala bir şekilde düzdü karnı. Bu arada dev
    boyutlarda cips ve iki litre de alkolsüz birayı saymıyordum bile.
    “Sanırım,” dedi Jake yavaşça. “Kusacak kadar çok yedim ama bence kendimi zorlayabilirim.
    Eğlenceli olmayacak tabii.” Üzgün bir şekilde iç geçirdi gene.
    Her ne kadar en az Jacob kadar tıka basa yemiş olsa da Paul öfkeyle baktı ve yumruklarını
    sıktı.
    “Kandırdım,” dedi Jacob gülerek. “Şaka yapıyordum Paul. Al hadi.”
    Ev yapımı şişe takılı sosisi ona doğru fırlattı. Yere düşmesini bekliyordum ama Paul sorunsuz
    bir şekilde, hiçbir zorluk çekmeden son anda yakaladı.
    “Teşekkürler dostum,” dedi Paul, huysuzluğu bir anda yok olmuştu.
    Kumların üzerinde yanan ateşden bir çıtırtı duyuldu. Turuncu bir duman siyah göğe doğru
    yükselmişti. Komikti, güneşin battığını fark etmemiştim bile. İlk defa ne kadar geciktiğimi
    merak ettim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım.
    Quileuteler ile takılmak beklediğimden daha da rahattı.
    Jacob ve ben motoru garaja bıraktığımızda pişman bir şekilde kaskın iyi bir fikir olduğunu ve
    bunun önceden düşünmüş olması gerektiğini söyledi. Onunla ateşin yanına geldiğimizde diğer
    kurt adamların beni bir hain gibi görüp görmediklerini merak ediyordum. Beni davet ettiği için
    Jacob’a kızacaklar mıydı? Ya da partinin tadını kaçıracak mıydım?
    Fakat Jacob beni ormandan çekiştirerek partinin yapılacağı kayalık yerin zirvesine
    götürdüğünde – bu arada biz oraya vardığımızda yakılan ateş bulutların arkasına saklanmış
    olan güneşten daha parlaktı – her şey güzel ve tatlı geçti.
    “Selam, vampir kız!” diye selamladı Embry bağırarak.
    Quil bir beşlik çakmak için ayağa fırladı ve beni yanağımdan öptü. Emily ise onun ve Sam’in
    yanındaki soğuk kayaya oturduğumuzda elimi sıktı.
    Birkaç takılma daha oldu – ki genelde Paul yaptı bunları – bunlar da kan emicilerin kokusunun
    rüzgarla geldiği hakkındaydı, o zaman da bu koku başkasından geliyormuş gibi davrandım.
    Sadece gençler yoktu partide, Billy de gelmişti ve tekerlekli sandalyesinin bulunduğu yer doğal
    olarak çemberin başını oluşturmuştu. Onun hemen yanındaysa katlanır sandalyesiyle Quil’in gri
    saçlı, ve narin görünümlü büyükbabası Yaşlı Quil vardı. Onun yanında Charlie’nin arkadaşı,
    Harry’nin dul eşi olan Sue Clearwater ve onun iki çocuğu, Leah ile Seth, bulunuyordu. Bu beni
    şaşırtmıştı, ama kesin olan şu ki artık üçü de bu sırrı paylaşıyordu. Billy’nin Quil ve Sue ile
    konuşma şekline bakarak Sue’nun Harry’nin yerini aldığına karar verdim. Bu onun çocuklarını
    otomatik olarak La Push’un gizli topluluğunun bir üyesi mi yapıyordu?
    Sam ve Emily’nin tam karşısında oturan Leah için ne kadar zor bir durum olduğunu geçirdim
    aklımdan. Güzel yüzü duygularını ele vermiyordu ama gözlerini bir an olsun yanan ateşten
    ayırmamıştı. Leah’ın kusursuz yüzüne bakarken Emily’nin zarar görmüş yüzüyle kıyaslamaktan
    kendimi alamadım. Acaba Leah Emily’nin yara izleri hakkında ne düşünüyordu, nasıl
    olduklarını biliyor muydu? Ona göre bu adil mi olmuştu?
    Küçük Seth Clearwater artık o kadar da küçük değildi. Kocaman ve mutlu gülümseyişi ile sırık
    gibi uzamış boyu bana Jacob’ın önceki zamanlarını anımsatmıştı. Onun hayatı da bu
    çocuklarınki gibi korkunç biçimde değişecek miydi? Onun ve ailesinin gelecekte burada
    bulunmasına izin verilecek miydi?
    Tüm sürü buradaydı; Sam ve onun Emily’si, Paul, Embry, Quil, Jared ve mühürlendiği kız olan
    Kim.
    Kim hakkındaki ilk izlenimim hoş bir kız olduğuydu, biraz utangaç ve sıradandı da. Geniş bir
    yüzü, iri elmacık kemikleri ve onlarla uyumlu ufacık gözleri vardı.Ağzı ve burnu da standart
    güzellik anlayışından farklı olarak fazlaca iriydi. İnce telli, düz siyah saçlarıysa kayalıklarda
    eksik olmayan rüzgarda savruluyordu.
    Bu benim ilk izlenimimdi. Fakat birkaç saat Jared ve Kim’i izledikten izledikten sonra artık
    onun hakkındaki hiçbir şeyi sıradan bulmuyordum.
    Jared kıza öyle bir bakıyordu ki! Sanki kör bir adamın ilk defa güneşi görmesi gibiydi. Bir
    koleksiyoncunun daha önce keşfedilmemiş bir Da Vinci eserini bulmasına ya da bir annenin
    yeni doğmuş çocuğunu ilk defa görmesine benziyordu bu bakış.
    Onun meraklı gözlerinden dolayı kıza daha bir dikkatli bakmaya başladım. Teninin ateşin
    aydınlattığı kısımlarının nasıl kırmızımsı göründüğünü, dolgun dudaklarının şeklini, upuzun
    kirpiklerini ve aşağıya baktığında onların nasıl yanaklarına değdiğini fark ettim.
    Kim’in teni bazen Jared’in ona gözünü dikip bakmasından dolayı utançtan kızarıyordu ama
    gözlerini ondan uzak tutmakta da aynı şekilde zorlanıyordu.
    Onları seyrederken Jacob’ın bana mühürlenmek hakkında söylediklerini daha iyi anladım –
    fakat öyle bir adanmışlığa ve hayranlığa karşı koymak gerçekten zor.
    Kim şu anda Jared’ın göğsüne başını yaslamış, Jared ise ona sarılmıştı. Ona şu anda ne kadar
    sıcak bastığını sadece tahmin edebilirdim.
    “Geç oluyor,” diye mırıldandım Jacob’a.
    “Daha başlamadı ama,” diye fısıldadı – tabii grubun yarısı bizim konuşmalarımızı rahatça
    duyacak kadar iyi kulaklara sahipti. “En iyi kısmı geliyor.”
    “En iyi kısımda ne? Koca bir ineği mi yiyeceksin?”
    Jacob gülmesini bastırmaya çalıştı. “Hayır. Son kısım. Biz her hafta yemek yemek için
    buluşmuyoruz. Bu aslında bir konsül toplantısı. Quil hikayeleri ilk defa duyacak.Aslında onları
    çoktan duydu ama doğru olduklarını bilmiyordu. Bu bir erkeği daha da dikkatli yapıyor. Kim
    ve Seth’in de ilk seferleri ayrıca.
    “Hikayeler mi?”
    Sırtımı kayaya dayamıştım, Jacob hemen yanıma sıkıştı. Kolunu omzuma koydu ve kulağıma
    doğru konuşmaya başladı.
    “Bu hikayelerin her zaman efsaneler olduğunu düşünmüştük,” dedi. “Nasıl oluştuğumuzu
    anlatan hikayeler. İlk hikaye ruh savaşçılar.”
    Giriş tıpkı Jacob’ın anlattığı gibiydi. Yanan ateşin etrafındaki atmosfer ansızın değişmişti. Paul
    ve Embry daha düzgün oturuyorlardı. Kim de Jared’ın onu dirseğiyle dürtüklemesi sonucu
    oturuşunu düzeltmişti.
    Emily eline bir not defteri ve kalem hazırladı, önemli bir derse gelmiş bir öğrenciye benziyordu.
    Sam onun yanına doğru kaydı, böylece Quil ile birlikte aynı yöne doğru bakıyorlardı artık. O
    an aniden fark ettim ki konsülün yaşlıları üç değil dört kişilerdi.
    Leah Clearwater’ın yüzünde hala güzel ve duygusuz bir maske vardı ama gözlerini kapadı –
    bunu yorgun olduğundan yapmamıştı, konsantre olmaya çalışıyor gibiydi. Kardeşi yaşlıların
    tarafına doğru eğildi.
    Ateş çatırdadı, küçük bir duman yığını daha geceye karıştı.
    Billy boğazını temizledi ve oğlundan farklı olarak fısıldamadan derinden gelen tok bir sesle
    konuşmaya başladı. Kelimeler ağzından büyük bir inançla dökülüyordu, sanki hepsini
    yüreğinden söylüyor gibiydi ama içinde kolay farkedilmeyen bir ritim de barındırıyordu. Sanki
    yazarı tarafından okunan bir şiirdi bu.
    “Quileuteler başlangıçta bir avuç insanlardı,” dedi Billy. “Ve hala öyleyiz ama asla yok
    olmadık. Çünkü kanımızda her zaman büyü vardı. Bu her zaman şekil değiştirme değildi – ki
    bu sonradan gelmişti. Önceleri bizler ruh savaşçılardık.
    Her zaman otoriter biri olduğunu bildiğim Billy Black’in sesinin daha evvel bu kadar azametli
    olduğunu fark etmemiştim.
    Emily’nin anlattığı hiçbir şeyi kaçırmamak istemesinden kağıda hızla yazıyordu.
    “Başlangıçta bizim kabilemiz bu limana yerleşti, balıkçılıkta ve kayık yapımında beceri kazandı.
    Fakat küçük bir kabileydik ve limanda balık boldu. Diğerleri bizim topraklarımıza göz diktiler
    ve elimizde tutamayacak kadar azdık. Daha büyük bir kabile bize saldırdı ve biz de
    kayıklarımıza atlayıp onlardan kaçtık.
    “Kaheleha ilk ruh savaşçı değildi ama ondan öncesini hatırlamıyoruz. Kimin ilk olarak bu gücü
    keşfettiğini ya da bu krizden önce nasıl kullanıldığını anımsamıyoruz. Kaheleha tarihimizdeki
    ilk Ruh Şefiydi. Bu acil durumda Kaheleha topraklarımızı savunmak için büyülü gücünü
    kullandı.
    “O ve diğer savaşçılar kayıklardan ayrıldı – bedenen değil ama ruhen. Onların kadınları onların
    bedenlerine ve kayıklara göz kulak oldu, onlarda limanımızı geri aldılar.
    “Onlar fiziksel olarak düşman kabileye dokunamıyordu ama başka yöntemleri vardı. Hikayeler
    bize düşman yerleşimlerine şiddetli rüzgarlar üflediğini söylüyor; rüzgarda korkunç bir şekilde
    bağırıp çığlık atarak düşmanlarını korkuturlarmış. Hikayeler ayrıca bize hayvanların ruh
    savaşçılarını görüp onları anladığını da söylüyor: hayvanlar onların emirlerine itaat edermiş.
    “Kaheleha yanına ruh ordusunu almış ve işgalcilerden hıncını çıkarmış. Bu işgalci kabilenin
    kocaman, tüylü bir köpek sürüsü varmış ve onları soğuk kuzey kısmında kızakları çekmek için
    kullanırlarmış. Bu köpekleri sahiplerine karşı çevirmiş ve mağaralardan savaşçı yarasaları
    çağırıp etraflarını sardırmış. Çığlık atan rüzgarı kullanmışlar ve köpeklerle onların aklını
    karıştırmışlar. Köpekler ve yarasalar savaşı kazanmış. Hayatta kalanlar limanın lanetli
    olduğunu söylemiş. Ruh savaşçıları köpekleri serbest bıraktığında hepsi özgür kalmışlar.
    Quileuteler bedenlerine ve eşlerinin yanına zaferle geri dönmüşler.
    “Yakınlardaki Hoh ve Makah kabileleri Quileuteler’le anlaşma yapmışlar. Bizim büyümüzle
    uğraşmak istememişler. Onlarla barış içerisinde yaşamışız. Bir düşman tekrar ortaya çıktığında
    ruh savaşçılar onları püskürtmüş.
    “Nesiller geçmiş. Ve son Ruh Şefi Taha Aki gelmiş. Bilgeliği ve barışseverliği ile tanınırmış.
    İnsanlar onun yönetimi altında güzel ve mutlu bir hayat yaşamışlar.
    “Fakat adı Utlapa olan, mutsuz bir adam varmış.”
    Ateşin çevresinden birinin bu ismi ıslıkladığını duydum, fakat ses o kadar alçaktı ki kimden
    geldiğini anlamadım. Billy bunu görmezden geldi ve efsaneyi anlatmaya devam etti.
    “Utlapa Şef Taha Aki’nin en güçlü ruh savaşçılarından biriymiş – güçlüymüş ama aynı
    zamanda aç gözlüymüş. Halkının büyü gücünü kullanarak Hoh ve Makah kabilelerini
    boyundurukları altına alıp bir imparatorluk kurması gerektiğini düşünüyormuş.
    “Savaşçılar ne zaman ruh durumuna geçseler birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış.
    Taha Aki, Utlapa’nın hayal ettiği şeyi görmüş ve ona çok sinirlenmiş. Utlapa’ya insanlarını
    bırakıp gitmesi ve bir daha asla ruh durumuna geçmemesi emredilmiş. Utlapa güçlü bir
    adammış ama şefin adamları sayıca ondan üstünmüş. Gitmekten başka çaresi yokmuş.
    Kabilesinden kovulmasına öfkelenmiş ve ormana sığınmış, burada şeften intikamını alacağı
    günü beklemiş.
    “Barış içerisinde olsalarda şef halkını korumak için tetikte beklemiş. Sık sık dağlarda bulunan
    gizli kalmış kutsal yere gidermiş. Bedenini arkasında bırakırmış, ormanı ve sahili baştan aşağıya
    gözden geçirip bir tehlikenin yaklaşıp yaklaşmadığını kontrol edermiş.
    “Taha Aki bir gün bu görevini yerine getirmek için yola çıktığında Utlapa onu takip etmiş.
    Utlapa sadece şefi öldürmeyi planlıyormuş ama bu planın kusurları varmış. Ruh savaşçılarının o
    daha kaçamadan onu yakalayıp ve işini bitireceklerinden eminmiş. Kayaların arkasında
    saklanmış şefin bedeninden ayrılmak için hazırlanmasını seyrederken aklına başka bir plan
    gelmiş.
    “Taha Aki bu gizli yerde bedeninden ayrılmış ve rüzgarla birlikte uçarak insanlarını göz kulak
    olmak için gitmiş.Utlapa şefin ruhunun uzaklaşmasını beklemiş.
    “Taha Aki, Utlapa’nın ruh dünyasına giriş yaptığını anlamış ve onun kendisini öldürmek
    istediğini de biliyormuş. Hemen gizli yere geri dönmüş ama rüzgar çok yavaş olduğu için
    yetişememiş. Geri döndüğünde kendi bedeni ortada kaybolmuş. Utlapa’nın bedeni de orada
    uzanıyormuş ama Utlapa, Taha Aki için bir kaçış yolu bırakmamış – kendi gırtlağını Taha
    Aki’nin elleriyle kesmiş.
    “Taha Aki kendi bedenini dağdan aşağıya kadar takip etmiş. Utlapa’ya bağırmış ama o sanki
    rüzgar uğulduyormuş gibi onu görmezden gelmiş.
    “Taha Aki, Utlapa’nın kendi kılığına girerek Quileuteler’in şefi olarak başlarına geçişini
    izlemiş. Birkaç hafta Utlapa hiçbir şey yapmadan beklemiş ve herkesin onun Taha Aki
    olduğuna inandığına emin olmuş. Sonrasında değişim başlamış – Utlapa’nın ilk kararı
    savaşçıların ruh dünyasına geçmelerini yasaklamak olmuş. Bunun tehlikeli olduğunu söylemiş
    ama aslında korkuyormuş. Taha Aki’nin orada tüm olanı biteni anlatmak için bekleyeceğini
    biliyormuş.Utlapa, Taha Aki hemen kendi vücuduna geri döner diye ruh dünyasına girmeye
    korkuyormuş. Ruh ordusuyla fethetme planları bu yüzden gerçekleşmesi imkansızmış, bundan
    dolayı o da sadece kendi kabilesine hükmederek mutlu olmaya karar vermiş. Büyük bir sıkıntı
    olmaya başlamış – Taha Aki’nin asla istemeyeceği ayrıcalıklar istemiş, savaşçılarıyla yanyana
    yürümeyi reddetmiş, Taha Aki’nin eşi hayatta olmasına rağmen ikinci ve üçüncü eşini almış –
    kabile tarihinde duyulmamış şeyler yapmış.Taha Aki bunları çaresizce öfke içerisinde izlemiş.
    “Sonunda Taha Aki kabilesini Utlapa’dan kurtarmak için kendi bedenini öldürmeye karar
    vermiş. Dağlardan devasa bir kurt getirmiş ama Utlapa askerlerinin arkasına saklanmış. Kurt
    sahte şefini korumaya çalışan bir askeri öldürdüğünde Taha Aki büyük bir pişmanlık hissetmiş.
    Kurda kendi yoluna gitmesini söylemiş.
    “Tüm hikayeler bize ruh savaşçı olmanın ne kadar zor olduğunu anlatır. Bir kimsenin
    bedeninden ayrılmasının rahatlatıcı değil korkunç olduğu söyler. Bu yüzden bu büyüyü sadece
    ihtiyaç duyduklarında kullanırlarmış. Şefin bu yalnız yolculuğu her geçen gün daha da
    zorlaşıyormuş. Vücutsuz olmak rahatsız edici, akıl karıştırıcı ve korkutucuymuş. Taha Aki’nin
    vücudundan bu kadar uzun süre ayrı kalması büyük bir ızdırap haline gelmiş. Lanetlendiğini
    hissediyormuş – atalarının orada onu beklediği o kutsal yere de göçemiyormuş, hiçliğin
    ortasında çakılıp kalmış.
    “Büyük kurt Taha Aki’nin ruhunu ağaçların arasında acı içerisinde ilerlerken takip etmiş. Kurt
    devasaymış ve güzelmiş. Taha Aki bu suskun hayvanı aniden kıskanmış. En azından onun bir
    bedeni, bir yaşamı varmış. Böyle bir bir boşluk içerisinde yaşamaktansa bir hayvan olarak
    yaşamak daha iyiymiş.
    “Ve sonra Taha Aki hepimizi değiştiren o kararı vermiş. Büyük kurttan bedenini kendisiyle
    paylaşmasını istemiş. Kurt itaat etmiş. Taha Aki kurdun bedenine keyifle ve minnetle girmiş.
    Tabii ki bu bir insan bedeni değilmiş ama ruh dünyasında kalmaktan daha iyiymiş.
    “İnsan ve kurt aynı beden de limandaki köye geri dönmüş. İnsanlar korkuyla kaçışmış,
    savaşçılar ortaya çıkmış. Savaşçılar ellerinde mızraklarıyla ona doğru koşmuşlar. Utlapa ise
    güvenle bir yere sığınmış.
    “Taha Aki savaşçılarına saldırmamış. Onların karşısında geri çekilmiş, gözleriyle konuşmaya
    çalışmış ve halkının şarkılarını söylemeye çalışarak havlamayı denemiş. Savaşçılar bu kurdun
    normal bir hayvan olmadığını, onda bir ruh etkisi olduğunu anlamaya başlamışlar.Yaşlı bir
    asker olan Yut sahte şefinin emirlerine itaat etmemeye karar verip kurtla iletişim kurmaya
    çalışmış.
    “Yut ruh dünyasına geçtiği an Taha Aki de kurdun içerisinden çıkmış – hayvan uysalca onun
    dönüşünü beklemiş – ve onunla konuşmuş. Yut hemen gerçeği anlamış ve gerçek şefi eve
    döndüğü için mutlu olmuş.
    “O anda Utlapa kurdun yenildiğini kontrol etmek üzere gelmiş. Yut’un yerde cansız şekilde
    yattığını ve askerlerce çevrelendiğini görünce neler olduğunu anlamış. Bıçağını çıkarmış ve Yut
    bedenine dönmeden önce onu öldürmek için harekete geçmiş.
    “Hain” diye bağırmış ve savaşçılar ne yapmaları gerektiğini bilememiş. Şef ruhani yolculuğu
    yasakladığından şefin kararına karşı çıkmak cezalandırmayı gerektirirmiş.
    “Yut bedenine geri dönmüş ama Utlapa bıçağı onun boğazına dayamış ve eliyle ağzını
    kapatmış. Taha Aki’nin vücudu güçlüymüş ve Yut ise yaşından dolayı güçsüzmüş. Yut
    arkadaşlarını uyaramadan Utlapa onu sonsuza kadar susturmuş.
    “Taha Aki, Yut’un ruhununu kendisine sonsuza kadar yasaklanmış olan son yolculuğuna
    çıkışını izlemiş. Büyük bir öfke duymuş ve daha öncesinden çok daha güçlü olduğunu
    hissetmiş. Tekrar büyük kurdun içine girmiş, Utlapa’nın kafasını koparmak istiyormuş. Fakat
    kurdun içerisine girdiğinde büyük bir büyü olmuş.
    “Taha Aki’nin öfkesi bir insanın öfkesiymiş. Halkına duyduğu sevgi ve ona zulmedenlere
    duyduğu nefret bir kurdun bedeni için muazzam büyüklükteymiş, bir insan için de fazlaymış.
    Kurt irkilmiş – savaşçılar ve Utlapa daha gözlerini hayretle açamadan – bir insana dönüşmüş.
    “Bu yeni insan Taha Aki’nin bedenine hiç benzemiyormuş. Daha üstünmüş.Taha Aki’nin
    ruhunun taptaze bir yorumlanışıymış. Hırsızı yakalamış ve ruhu çaldığı bedenden kaçamadan
    onu parçalamış.
    “İnsanlar neler olduğunu anladığında çok mutlu olmuşlar. Taha Aki hızla her şeyi düzeltmiş,
    insanlarıyla çalışmış ve genç eşlerini ailelerinin yanına geri göndermiş. Koruduğu tek şey ruhani
    yolculukların yasaklanması olmuş. Bir yaşamın çalınma ihtimalinin çok tehliki olduğunu
    biliyormuş. Bundan sonra ruh savaşçılar olmayacakmış.
    “O andan itibaren Taha Aki hem bir insandan hem de bir kurttan çok daha fazlası olmuş. Onu
    Büyük Kurt Taha Aki ya da Ruh Adam Taha Aki demişler. Kabilesini yaşlanmadan yıllarca
    yönetmiş.Bir tehlike olduğunda kurt olarak düşmanlarla mücadele etmiş. İnsanlar barış
    içerisinde yaşamışlar. Taha Aki’nin pek çok oğlu olmuş ve bazıları da ergenlik çağına
    geldiklerinde kurda dönüşebilme yeteneğine sahip olmuşlar. Kurtların hepsi birbirinden
    farklıymış çünkü onlar ruh kurtlarmış ve insanın içerisinde bulunanı yansıtıyormuş.”
    “Yani bu yüzden Sam tamamen siyah,” diye mırıldandı Quil sesini alçak tutmaya çalışarak ve
    gülümsedi. “Siyah kalp, siyah post.”
    Hikayeye kendimi kaptırmıştım, gerçeğe dönmek ve bu sönmeye yüz tutmuş ateşin başında
    çember oluşturduğumuzu fark etmek beni çok şaşırtmıştı. Beni şaşırtan bir diğer şey ise bu
    çemberin Taha Aki’nin büyük torunları tarafından yaratılmış olmasıydı.
    Ateşin içerisinden bir kıvılcım havaya yükseldi, belli belirsiz bir şekil alıp sonra da söndü.
    “Peki ya senin çikolata rengi kürkün neyi yansıtıyor?” diye fısıldaki Sam, Quil’e. “Ne kadar
    tatlı olduğunu mu?”
    Billy bu şakaları duymazdan geldi. “Oğullarından bazıları Taha Aki’yle savaşçı olmuşlar ve
    yaşlanmamışlar. Diğerleri yani değişim geçirmek istemeyenler kurt adam sürüsüne katılmayı
    reddetmiş. Onlar yaşlanmaya başlamış, ve kabile o zaman anlamış ki kurt adamlar eğer ruh
    kurdunu istemezlerse diğer herkes gibi yaşlanıyorlarmış. Taha Aki üç insanın ömrü hayat
    yaşamış. İlk iki eşinin ölümünden sonra üçüncü eşiyle evlenmiş ve kendi ruh eşini bulmuş.
    Öbür eşlerini de sevmiş ama bu başkaymış. Ruh kurdunu bırakmaya karar vermiş böylece
    eşiyle öldüğünde o da ölecekmiş.
    “Bu büyünün bizim başımıza nasıl geldiğini anlatıyor ama bu hikayenin sonu değil...”
    Yaşlı Quil Ateara’ya baktı, adam sandalyesinde doğruldu ve omuzlarını dikleştirdi. Billy bir
    şişe suya uzandı ve başına dikti. Emily’nin kalemi bir an olsun durmadan yazmaya devam etti.
    “Bu ruh savaşçıların hikayesiydi,” dedi Yaşlı Quil incecik sesiyle. “Anlatacağım hikaye ise
    üçüncü eşin kendini feda etmesiyle ilgili.”
    “Artık taşlı bir adam olan Taha Aki’nin ruh kurdunu bırakmasından yıllar sonra kuzeyden
    Makah kabilesinde bir bela olmuş. Kabilelerinden pek çok kadın ortadan kaybolmuş ve bunun
    için korktukları ve güvenmedikleri komşu kabilenin kurtlarını sorumlu tutmuşlar. Kurt adamlar
    tıpkı atalarının yaptığı gibi birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış. Kendilerinin hiçbir
    suçlarının olmadığını biliyorlarmış. Taha Aki Makah kabilesinin şefini yatıştırmaya çalıştıysa da
    başarılı olamamış çünkü çok fazla korkmuş. Taha Aki bir savaşın başlamasını istemiyormuş.
    Halkını savunmak için uzun süre savaşamazmış. En büyük kurt adam oğlu Taha Wi’yi savaş
    başlamadan önce gerçek suçluyu bulması için görevlendirmiş.
    “Taha Wi ve sürüden beş kurt daha Makah kabilesinden kayıpların izini sürmek için dağlarda
    araştırma yapmaya gitmiş. Daha önce hiç karşılaşmadıkları bir şeyle karşılaşmışlar – tuhaf, tatlı
    bir koku burunlarında bir acıya sebep olmuş.”
    Jacob’ın yanında daha da ufalmıştım. Ağzının kenarının gülümseyişini bastırmak için seğirdiğini
    gördüm, koluyla beni daha sıkı sarmıştı.
    “Böyle bir kokuyu nasıl bir canlının bıraktığına dair bir fikirleri yokmuş,” diye devam etti Yaşlı
    Quil. Titreyen sesi Billy’ninkine hiç benzemiyordu ama tuhaf, vahşi bir hava vardı
    konuşmasında. Onun konuşması hızlandıkça benim de nabzım hızlanıyordu.
    “Çok az insan kokusu ve biraz da insan kanı bulmuşlar. Bunun aradıkları düşman olduğuna
    eminlermiş.
    “Araştırma onları kuzey taraflarına doğru götürmüş, Taha Wi bu yüzden sürünün yarısını, genç
    olanları, limana Taha Aki’ye rapor vermesi için yollamış.
    “Taha Wi ve iki kardeşi geri dönmemiş.
    “Genç olanlar büyüklerini aramış ama tek bulabildikleri sessizlik olmuş. Taha Aki oğulları için
    yas tutmuş. Oğullarının ölümü için intikam almayı dilemiş ama artık çok yaşlıymış. Yas
    kıyafetleri içerisinde Makah şefinin yanına gitmiş ve ona olanları anlatmış. Makah şefi onun
    acısını anlamış ve iki kabile arasındaki gerilim sona ermiş.
    “Bir yıl sonra iki Makah kızı aynı gece kaybolmuş. Makah kabilesi hemen Quileute kurtlarını
    çağırmış ve onlarda tüm köyde daha önce buldukları o kokuyu almışlar. Kurtlar tekrar ava
    gitmişler.
    “Gidenlerden sadece biri geri dönebilmiş. Taha Aki’nin üçüncü eşinden olma en büyük oğlu,
    sürüdeki en genç olan Yaha Uta’ymış. Beraberinde Quileute zamanında daha önce görülmemiş
    olan bir şey getirmişti – tuhaf, soğuk ve taş gibi sert ceset parçalarıymış bunlar. Taha Aki’nin
    kanından olanlar, hatta olmayanlar bile bu ceset parçalarından yayılan berbat kokuyu
    alabiliyorlarmış.Bu Makah kabilesinin aradığı düşmanmış.
    “Yaha Uta neler olduğunu anlatmış: o ve kardeşleri yaratığı bulmuşlar, insana benziyormuş
    ama granit gibi sertmiş, yanında Makah kabilesinden iki kız da varmış. Kızlardan biri çoktan
    ölmüş, bembeyaz olmuş kansız bir şekilde yerde yatıyormuş. Diğeri ise yaratığın kolları
    arasındaymış, yaratık ağzını onun boynuna yapıştırmış. Bu korkunç sahneyle karşılaştıklarında
    kız yaşıyormuş ama yaratığa yaklaştıkları an kızın vücudundaki tüm kanı emmiş ve cansız
    bedenini yere bırakmış. Yaratığın beyaz dişleri kanla kaplanmış ve gözleri kıpkırmızı
    parlıyormuş.
    “Yaha Uta yaratığın nasıl güçlü olduğundan ve hızından bahsetmiş. Bazı kardeşleri onu hafife
    aldıklarından hemen öldürülmüşler. Yaratık onları sanki oyuncak bebek gibi deşmiş. Yaha Uta
    ve diğer kardeşleri ise daha ihtiyatlıymış. Beraber hareket ederek yaratığa her açnden saldırıp
    manevra yapmasına engel olmuşlar. Kurt güçlerinin ve hızlarının son noktasına kadar gelmişler
    ve bu daha önce başlarına hiç gelmemiş. Yaratık kaya kadar sert ve buz gibi soğukmuş. Sadece
    dişlerinin ona zarar verebildiğini fark etmişler. Yaratık onlarla savaşırken parçalara ayrılmaya
    başlamış.
    “Fakat yaratık çok hızlı öğreniyormuş ve hemen onların hareket kabiliyetlerini çözmüş. Yaha
    Uta’nın kardeşini ele geçirmiş. Yaha Uta yaratığın boynunda bir boşluk bulmuş ve saldırmış.
    Dişleriyle yaratığın kafasını koparmış ama yaratığın elleri kardeşini sıkmaya devam etmiş.
    “Yaha Uta kardeşini kurtarabilmek için yaratığı parçalara bölmüş ama artık çok geçmiş. Fakat
    yaratık yenilmiş.
    “Ya da öyle sanıyorlardı. Yaha Uta yaratıktan geriye kalan kokulu parçaları yaşlılara uzatmış.
    Kopmuş bir el yaratığın granitten kolunun yanında uzanıyormuş. Yaşlılar çubuklarla bunları
    dürterken parçalar birbirine değdiğinde el, kol parçasına doğru haraket etmiş. Parçalar tekrar
    bir araya gelmeyi deniyormuş.
    “Dehşete düşmüşler, yaşlılar geride kalan parçaları yakmışlar. Büyük bir duman yükselmiş,
    iğrenç bir koku etrafa yayılmış. Geriye sadece küller kalana kadar yakmışlar, külleri parçalara
    ayırıp çantalara koymuşlar ve uzaklara göndermişler – bazılarını okyanusa, bazılarını ormana
    ve bazılarını da mağaraya atmışlar. Taha Aki bir çantayı boğazına sarmış, böylece yaratık
    tekrar birleşmeye çalışırsa bunu anlayacakmış.”
    Yaşlı Quil durdu ve Billy’e baktı. Billy boynundaki kalın deri sırımı çıkardı. Ucunda küçük bir
    çanta vardı, yıllar rengini koyulaştırmıştı. Bazılarının nefesi kesilmişti. Ben de onlardan biri
    olabilirdim.
    “Ona Soğuk Olan, Kan İçici demişler ve onun tek olmadığından korkarak yaşamlarına devam
    etmişler. Geriye sadece bir koruyucu kurt kalmış o da genç Yaha Uta’ymış.
    “Uzun süre beklemelerine gerek kalmamış. Yaratığın arkadaşı, bir diğer kan içici olan
    Quileuteler’den intikam almak için gelmiş.
    “Hikayelerde anlatılana göre Soğuk Kadın insan gözünün o güne kadar gördüğü en güzel
    şeymiş. Sabah köyle geldiğinde gün doğumunun kraliçesi gibi görünüyormuş; güneş onun
    bembeyaz teni üzerinde parlıyormuş ve altın rengi saçları dizlerine kadar iniyormuş.
    Olağanüstü güzel olan bembeyaz yüzünü simsiyah gözleri süslüyormuş. Bazıları onu
    gördüğünde tapmak için dizleri üzerine çökmüşler.
    “Kimsenin o güne kadar duymadığı tuhaf bir dilde, bağırarak bir şeyler sormuş. İnsanlar ona
    nasıl cevap vereceklerini bilemediklerinden şaşkına dönmüşler. Topluluğun arasında Taha
    Aki’nin kanını taşıyan küçük bir çocuk dışında kimse yokmuş. Çocuk annesine sokulmuş ve
    koku onu rahatsız ettiği için çığlık atmaya başlamış. Konsüle doğru giden yaşlılardan biri
    çocuğun sesini duymuş ve neler olduğunu anlamış. İnsanlara kaçmasını söylemiş. Kadın ilk
    olarak onu öldürmüş.
    “Soğuk Kadın’ın geldiği yönde yirmi kişi varmış. Sadece iki tanesi kurtulabilmiş, onlarda
    yaratığın kana susamışlığından dolayı duraksamasından dolayı kaçabilmişler. Hemen
    konsüldeki diğer yaşlılar, oğulları ve üçüncü eşiyle bulunan Taha Aki’nin yanına gitmişler.
    “Yaha Uta olanları duyduğunda hemen ruh kurdu şeklini almış. Yalnız başına kan emiciyle
    dövüşmeye gitmiş. Taha Aki, üçüncü eşi, oğulları ve yaşlılar onun arkasından gitmişler.
    “Oraya vardıklarında yaratığı bulamamışlar ama saldırısının sonuçlarını görebilmişler.
    Parçalanmış cesetler etraftaymış, bazıları hala kanıyormuş ve kadının ortaya çıktığı yerde etraf
    kan gölüne dönmüş. Sonra çığlıklar duymuşlar ve limana doğru koşmuşlar.
    “Bir grup Quileute kayıklarla kaçmaya çalışıyormuş. Yaratık ise onların arkasından sanki bir
    köpek balığı gibi yüzmüş ve kayığın ön tarafını büyük bir kuvvetle koparmış. Kayık batarken,
    yüzerek kaçmaya çalışanları yakalamış ve onları da parçalamış.
    “Kıyı da büyük bir kurt görmüş, yüzenleri bırakmış. Süratle kurda doğru yüzmeye başlamış, o
    kadar hızlıymış ki neredeyse görünmeyecekmiş. Yaha Uta’nın karşısına çıktığından üzerinden
    sular damlıyormuş. Beyaz parmağını ona doğrultmuş ve anlaşılmaz bir soru daha sormuş. Yaha
    Uta beklemiş.
    “Bu yakın bir dövüşmüş. Yaratık arkadaşı gibi savaşçı değilmiş. Ama Yaha Uta yalnızmış –
    yaratığın ilgisini dağıtacak kimse yokmuş.
    “Yaha Uta dövüşü kaybettiğinde Taha Aki acıyla haykırmış. Öne doğru aksayarak çıkmış ve
    eski haline, beyaz çizgili kurda dönüşmüş. Kurt yaşlıymış ama o Ruh Adam Taha Aki’ymiş ve
    öfkesi onu kuvvetli yapmış. Dövüş tekrar başlamış.
    “Taha Aki’nin üçüncü eşi oğlunun kendisinden önce öldüğünü görmüş. Ve şimdi de kocası
    dövüşüyormuş ve onun da kazanması için umut yokmuş. Konsüle olanları anlatan tüm tanıkları
    dediklerini hatırlamış. Yaha Uta’nın önceki yaratığı nasıl alt ettiğini duymuş ve kardeşinin
    yaratığı oyalaması sayesinde kurtulduğunu biliyormuş.
    “Üçüncü eş yanında duran oğullarından birinin belinden bıçağını almış. Hepsi daha çocukmuş
    ve babaları ölürse sıranın onlara geleceğini biliyormuş.
    “Üçüncü eş bıçağı havaya kaldırmış Soğuk Kadın’a doğru koşmaya başlamış. Soğuk Kadın
    gülümsemiş, kurtla olan dövüşe olan ilgisini kaybetmiş. Zayıf bir kadından ya da bıçağın
    teninde bir sıyrık bile açacağından korkmuyormuş, Taha Aki’ye ölümcül son vuruşunu yapmak
    üzereymiş.
    “Ve üçüncü eş Soğuk Kadın’ın beklmediği bir şey yapmış. Kan emicinin ayaklarının ucunda
    dizleri üzerine düşmüş ve bıçağı kendi kalbine saplamış.
    “Kan kadının parmaklarına ve Soğuk Kadın’a sıçramış. Kan içici üçüncü eşin bedeninden
    yayılan taze kanın cazibesine karşı koyamamış. İçgüdüsel olarak kadına doğru dönmüş ve bir
    saniyede susuzluğunu gidermiş.
    “Taha Aki’nin dişleri yaratığın boynunu kavramış.
    “Bu dövüşün sonu değilmiş ama Taha Aki artık yalnız değilmiş. Annelerinin ölümünü izleyen
    genç oğullar henüz yetişkin olmamalarına rağmen ruh kurtlarına dönüşerek ileri doğru atılmış.
    Babalarıyla beraber yaratığın işini bitirmişler.
    “Taha Aki bir daha kabilesine geri dönmemiş. İnsan formuna da dönüşmemiş. Üçüncü eşinin
    bedeninin yanında bir gün boyunca uzanmış, ona dokunmaya kalkan herkese havlamış ve sonra
    da ormana gidip bir daha dönmemiş.
    “Soğuk olanlarla o zamandan beri çok nadir sorun çıkarmış. Taha Aki’nin oğulları kabileyi
    yerlerini oğulları alana kadar korumuş. Asla kabilede üçden fazla kurt olmamış. Bu kadarı
    yeterliymiş. Zaman zaman kan içiciler bu topraklara gelseler de kurtları beklemedikleri için
    şaşırmışlar. Bir kurt ölürse sayılarının azalacağını düşünerek asla ilk zamanlardaki gibi endişe
    etmemişler. Soğuk olanlarla nasıl savaşmaları gerektiğini öğrenmişlerdi ve bu bilgi bir kurdun
    aklından diğerine, ruhdan ruha ve babadan oğula aktarılmış.
    “Zaman geçmiş ve Taha Aki’nin kanından gelenler artık yetişkin olduklarında kurda
    dönüşmemişler. Sadece etrafta soğuk olan varsa kurtlar geri döndü. Soğuk olanlar her zaman
    bir ya da iki kişi gelmişler, bu yüzden kurt adamlar sürüsü az kişiden oluşmuş.
    “Sonra büyük bir topluluk geldi ve senin büyük büyükbaban onlarla savaşmak için hazırlandı.
    Fakat onların lideri Ephraim Black’le sanki bir insan gibi konuştu ve Quileuteler’e zarar
    vermeyeceğine dair söz verdi.Tuhaf altın sarısı gözleri söyledikleri gibi öncekilerden farklı
    olduklarının kanıtıydı. Kurt adamlar sayıca azdı; soğuk olanların anlaşma teklif etmesi için bir
    neden yoktu istese bu savaşı kazanabilirlerdi. Ephraim anlaşmayı kabul etti. Onlar kendi
    taraflarında duracaktı ve diğerleri ile aralarına çizgi çekeceklerdi.
    “Ve onların sayıları sürünün sayısının kabilenin bugüne dek gördüğü en yüksek sayıya
    ulaşmasına neden oldu,” dedi Yaşlı Quil ve bir dakika boyunca siyah gözlerini kapadı, gözleri
    kırışık ve sarkmış göz kapaklarının altında kalmıştı. Bana dinleniyor gibi görünmüştü. “Tabii ki
    Taha Aki’nin zamanından hariç,” diye ekledi ve derin bir nefes verdi. “Ve böylece kabilemizin
    oğulları bir kez daha bu yükü taşımaya ve babalarının yaptığı fedakarlıklar yapmaya başladı.
    Uzun bir süre hepsi sessiz kaldı. Büyünün ve efsanenin anlattığı soydan gelenler ateşin
    çevresinde hüzünlü gözlerle birbirlerine baktılar. Hepsi aynı durumdaydı.
    “Yük mü,” alaycı ve alçak bir sesle, “Bence bu harika,” dedi Quil ve alt dudağını biraz sarkıttı.
    Ateşin karşısında Seth Clearwater – kabilenin koruyucuları görevinden övündüğü için gözlerini
    iyice açtı – başını onaylarcasına salldı.
    Billy kıkırdadı, alçak sesle yapmıştı bunu ve görünüşe göre büyü ateşle birlikte sönmüştü.
    Aniden yeniden bir arkadaş topluluğuna dönüşmüştük. Jared Quil’e bir taş attı ve o zıplayınca
    herkes ona güldü. Herkes tekrar birbiriyle konuşup şakalaşmaya başladı.
    Leah Clearwater gözlerini açmadı. Yanaklarında göz yaşı olduğunu sandığım ışıltılar gördüm
    ama bir dakika sonra tekrar baktığımda yoktular.
    Ne Jacob ne de ben konuştuk. Yanımda çok sakindi, derin nefes alıyordu, bir an uykuya
    dalmak üzere olduğunu düşündüm.
    Benim aklımsa çok uzaklardaydı. Yaha Uta’yı, diğer kurtları düşünmüyordum ya da Soğuk
    Kadın’ı – onun nasıl göründüğünü kolayca gözümün önüne getirebilmiştim. Aslında tüm bu
    büyünün tamamen dışında olan birini düşünüyordum. Tüm kabilenin hayatını kurtaran isimsiz
    kadın, üçüncü eşin yüzünü aklımda canlandırmaya çalışıyordum.
    Hiçbir özel yeteneği ve gücü olmayan sıradan bir kadındı. Fiziksel anlamda güçsüzdü ve
    hikayedeki diğer tüm canavarlardan daha yavaştı. Fakat çözümün kendisi olmuştu. Kocasını,
    oğullarını ve kabilesini kurtarmıştı.
    Onun adını hatırlamış olmalarını diledim...
    Bir şey kolumu salladı.
    “Hadi, Bells,” dedi Jacob kulağıma. “Geldik.”
    Gözlerimi kırptım, kafam karışmıştı çünkü ateş sönmüştü. Şaşkınlıkla karanlığa baktım,
    etrafımdakileri anlamlandırmaya çalışıyordum. Artık kayalıklarda olmadığımı fark etmem bir
    dakikamı aldı.Jacob ve ben yalnızdık. Hala onun kollarındaydım ama artık yerde
    oturmuyorduk.
    Jacob’ın arabasına nasıl gelmiştim peki?
    “Ah, lanet olsun!” diye haykırdım uykuya daldığımı fark ederek.
    “Ne kadar geç oldu? Of, nerede şu aptal telefon?” Ceplerime baktım heyecanla, ama
    bulamadım.
    “Sakin ol. Daha gece yarısı olmadı. Ve ayrıca çoktan onu aradım Bak – orada seni bekliyor.”
    “Gece yarısı mı?” Aptal gibi tekrar ettim, hala aklım karışıktı. Karanlığa gözlerimi dikip baktım
    ve gözlerim otuz metre ilerdeki Volvo’yu seçtiğinde yüreğim ağzıma geldi. Kapının koluna
    uzandım.
    “Burada,” dedi Jacob ve küçük bir şeyi cebime koydu. Telefonumdu.
    “Benim için Edward’ı mı aradın?”
    Jacob’ın gülüşündeki ışıltıyı farkedecek kadar kendime gelebilmiş. “Fark ettim ki eğer doğru
    oynarsam seninle daha çok zaman geçirebilirim.”
    “Teşekkürler, Jake,” dedim, etkilenmiştim. “Gerçekten, sağol. Ve beni bu gece davet ettiğin
    için de teşekkürler. Bu çok...” Kelimeleri bulamıyordum. “Vay canına. Bambaşkaydı.”
    “Ve beni bir ineği yerken izlemek için bile kalmadın.” Güldü. “Hayır, hoşlandığına memnun
    oldum. Benim için de... güzeldi. Seninle orada olmak.”
    Uzakta bir hareket oldu – soluk bir şey siyah ağaçların oradaydı. Yürüyor muydu?
    “Pek sabırlı değil ha?” dedi Jacob, ilgimin dağaldığını fark etmişti. “Git hadi. Ama yakında
    tekrar gel, olur mu?”
    “Tabii ki Jake,” diye söz verdim, arabanın kapısını açtım. Soğuk havanın bacaklarıma değdiğini
    hissettim ve titredim.
    “İyi geceler, Bells. Hiçbir şey için endişelenme – bu gece sana göz kulak olacağım.”
    Tek ayağımı arabadan dışarı atmıştım ki durdum. “Hayır Jake. Git dinlen, ben iyi olacağım.”
    “Tabii, tabii,” dedi fakat sesi kabul etmekten çok küçümser gibiydi.
    “İyi geceler Jake. Teşekkürler.”
    “İyi geceler Belle,” diye fısıldadı ben karanlığa doğru hızla giderken.
    Edward beni sınırda karşıladı.
    “Bella,” dedi, sesindeki rahatlamayı hissetmiştim; kolları beni sıkıca sardı.
    “Merhaba. Üzgünüm çok geciktim.Uzkuya dalmışım ve – ”
    “Biliyorum. Jacob açıkladı. “ Arabaya doğru yürüdü ve ben de onun onun yanında
    sendeleyerek ilerlemeye çalıştım. “Yorgun musun? Seni taşıyabilirim.”
    “İyiyim.”
    “Hadi seni eve ve yatağına götürelim. İyi zaman geçirdin mi?”
    “Evet – harikaydı, Edward. Senin de gelmeni isterdim. Bunu istesem de açıklayamam. Jake
    bize efsanelerden bahsetti ve sanki.... büyülenmiş gibiydik.”
    “Bana bundan bahsetmek zorundasın. Uyuduktan sonra elbette.”
    “Doğru düzgün anlatabileceğimi sanmıyorum,” dedim ve ağzımı kocaman açarak esnedim.
    Edward kıkırdadı. Kapıyı benim için açtı ve beni bindirdi, sonra da emniyet kemerimi bağladı.
    Parlak ışıklar yandı ve üzerimize vurarak geçti. Jacob’ın farlarına doğru el salladım ama onun
    bu hareketi gördüğünden emin değildim.
    Eve vardığımda Jacob Charlie’yi aradığından beklediğim gibi sorun çıkarmadı. Gece gidip
    uyumak yerine pencereyi açtım ve bir süre Edward’ın geri gelmesini bekledim. Hava şaşırtıcı
    şekilde soğuktu, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Rüzgarlı kayalıklarda bu kadar soğuk olduğunu
    fark etmemiştim; tabi bunun nedeni ateşin yanında bulunmamız ve Jacob’la yanyana
    oturmamdı.
    Yağmur başladığında soğuk tanecikler yüzüme vurdu.
    Rüzgarla sallanan Ladin ağacının ilerisini göremeyecek kadar karanlıktı hava. Fakat gözlerimi
    zorlayarak fırtınada başka şekiller var mı diye görmeye çalıştım. Karanlıkta hayalet gibi hareket
    eden soluk bir silüet.. ya da devasa bir kurdun gölgesini aradı gözlerim... gözlerim çok zayıftı.
    Sonra karanlıkta tam yanımda bir hareket oldu. Edward açık olan camımdan içeri doğru
    süzüldü, elleri yağmurdan daha da soğuktu.
    “Jacob dışarda mı?” diye sordum, Edward kollarıyla beni sardığından titremiştim.
    “Evet... orada bir yerlerde. Ve Esme de ev dönüş yolunda.”
    Derin bir nefes aldım. “Çok soğuk ve yağmurlu. Bu aptalca.” Tekrar titredim.
    Güldü. “Sadece sana soğuk, Bella.”
    O gece rüyamda da soğuktu, belki de Edward’ın kollarında uyumamdan dolayı öyle olmuştu.
    Fakat rüyamda fırtınada dışarıdaydım, rüzgar saçlarımı savuruyor yüzüme çarpıyordu ve
    gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu. Hilal şeklindeki First Beach’de taşların üzerinde
    duruyordum, belli belirsiz görünen ve hızla hareket eden şeklin ne olduğunu anlamaya
    çalışıyordum. Önce hiçbir şey yoktu sonra siyah ve beyaz ışıkların birbirine doğru hamle
    yaptıklarını gördüm. Sonra da sanki ay aniden bulutların arasından çıkmış da aydınlatmış gibi
    her şeyi açıkça gördüm.
    Rosalie ıslak ve dizlerine kadar inen saçlarını savurarak devasa bir kurda saldırıyordu – kurdun
    burnunda gümüş renginde bir bölge vardı – içgüdüsel olarak bunun billy Black olduğunu
    anladım.
    Birden koşmaya başladım ama sanki yavaş çekimde hareket ediyor gibiydim. Onları durdurmak
    için bağırmayı denedim ama sesimi rüzgar çalmıştı ve ses çıkaramıyordum. Birinin fark
    etmesini umarak kollarımı salladım. Elimde bir şey parladı ve işte o zaman elimin boş
    olmadığını anladım.
    Elimde uzun, keskin bir bıçak vardı, eski ve gümüşi renkteydi, üzerinde kurumuş, kararmış kan
    lekesi vardı.
    Elimdeki bıçaktan korktum ve gözlerimi karanlık odama açtım. Fark ettiğim ilk şey yalnız
    olmadığımdı ve yüzümü Edward’ın göğsüne yapıştırdım, her şeyden çok onun tatlı kokusunun
    kabuslarımı hızla aklımdan uzaklaştıracağını biliyordum.
    “Seni uyandırdım mı?” diye fısıldadı. Kağıt hışırtısı vardı, çevrilen sayfalara aitti ve sanki tahta
    zemine hafifçe bir şey vuruyormuş gibi belli belirsiz bir ses vardı.
    “Hayır,” diye mırıldandım, beni saran kolların verdiği keyifle derin bir nefes verdim. “Kötü bir
    rüya gördüm.”
    “Anlatmak ister misin?”
    Başımı hayır anlamında salladım. “Çok yorgunum. Eğer hatırlarsam yarın anlatırım.”
    Onun sallanışından güldüğünü anladım.
    “Pekala, sabah,” diye kabul etti.
    “Sen ne okuyordun?” diye mırıldandım, hala tam olarak uyanamamıştım.
    “Uğultulu Tepeler,” diye cevap verdi.
    Uykulu biçimde kaşlarımı çattım. “Senin o kitaptan hoşlanmadığını sanmıştım.”
    “Sen okumuyordun,” diye mırıldandı, onun tatlı sesi farkında olmadan beni sakinleştirmişti.
    “Ayrıca... seninle ne kadar çok zaman geçirirsem, insani duygular bana o kadar karmaşık
    geliyor. Daha önce olma ihtimalini düşünmediğim bir şekilde Heathcliff’e sempati
    besleyebileceğimi keşfediyorum.”
    İnleyerek iç geçirdim.
    Bir şeyler daha söyledi ama ne olduğunu anlayamadan uykuya daldım.
    Sabah güneş gri bir inci gibiydi ve hava sakindi. Edward bana rüyamda ne gördüğümü sordu
    ve ne olduğunu hatırlayamadım. Hatırlayabildiğim tek şey üşüdüğüm ve uyandığımda orada
    olduğu için memnun olduğumdu. Kalp atışlarım hızlanana kadar beni öptü ve sonra da üstünü
    değiştirmek ve arabasını almak için eve gitti.
    Elimdekilerle giyinmeye çalıştım. Kirli sepetimi her kim karıştırdıysa gardırobumdaki
    seçeneklerimi önemli şekilde azaltmıştı. Bu olay bu kadar korkunç olmasaydı gerçekten çok
    can sıkıcı olabilirdi.
    Kahvaltıya inmek üzereydim ki benim hırpalanmış Uğultulu Tepeler kitabımın yerde
    durduğunu gördüm, Edward düşürmüş olmalıydı.
    Neler söylediğini hatırlamaya çalışarak merakla yerden aldım. Heathcliff’e ve tüm insanlara
    sempati duymakla ilgili bir şeyler söylemişti. Bu doğru olamazdı; muhtemelen gördüğüm
    rüyanın bir parçasıydı.
    Açık olan sayfada gözüme üç kelime çarptı ve paragrafı okumaya başladım. Heathcliff’in
    konuşmasıydı bu ve bu kısmı oldukça iyi biliyordum.
    Ve sen o zaman duygularımız arasındaki ayrımı göreceksin; o benim yerimde olsaydı ve ben
    de onun yerimde olsaydımi, her ne kadar ona olan nefretim hayatımı mahvemiş olsa da ona
    bir kere olsun el kaldırmazdım. İstersen inanmayabilirsin!! Catherine onu arzu ettiği sürece
    onu etrafından uzaklaştırmazdım. Beğenisini kaybettiği anda ise kalbini paramparça eder ve
    onun kanını içerdim! Ama o zamana kadar – eğer bana inanmıyorsan beni tanımamışsın
    demektir – işte o zamana kadar onun saçının bir teline dokunmadan önce yavaş yavaş
    ölürdüm!
    Bu üç kelime çarpmıştı gözüme “onun kanını içerdim.”
    Ürpermiştim.
    Evet, kesinlikle Edward’ın Heathcliff hakkında olumlu şeyler söylediğini hayal etmiş
    olmalıydım. Ve bu sayfa onun okuduğu sayfa değildi muhtemelen. Kitabın herhangi bir sayfası
    açık kalmış olmalıydı.

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 6:26 am