Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Twilight 10.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Twilight 10.Bölüm Empty Twilight 10.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Ptsi Kas. 15, 2010 8:39 pm

    Twilight 10.Bölüm
    10.SORGULAMALAR
    Sabahleyin, önceki gecenin bir rüya olduğundan emin olan tarafımla mücadele etmem çok zor oldu. Mantığım ya da sağduyum, benden yana değildi. Hayal edemeyeceğim şeylere, örneğin kokusuna tutunuyordum. Bunu benim uyduramayacağımdan emindim.
    Camdan dışarı baktığımda havanın sisli ve karanlık olduğunu gördüm. Buna çok sevindim. Bu durumda Edward’ın okula gelmemesi için hiçbir neden yoktu. Ceketimin olmadığını göz önünde bulundurarak kalın giysiler giydim. Bu da hazırlıklarımın gerçek olduğunun, belleğimin beni yanıltmadığının kanıtıydı.
    Alt kata indiğimde, Charlkie’nin gittiğini gördüm. Her gün biraz daha geç kalkıyordum. Aceleyle bir çikolata yedim, karton kutudan süt içtim ve evden çıktım. Jessica’yı bulana kadar yağmur yağmayacağını umuyordum.
    Hava her zamankinden daha sisliydi. Yüzüm ve boynum çok üşümüştü. Kamyonetimdeki ısıtıcıyı bir an önce çalıştırmak istiyordum. Sis o kadar yoğundu ki yolda bir araba olduğunu bile ancak ona çok yaklaşınca farkettim. Gümüş rengi bir arabaydı bu. Kalbim çarpmaya başladı.
    Nereden geldiğini de görememiştim. Bir an önümde belirmişti sanki. Şimdi de benim için kapıyı açıyordu.
    “Bugün benimle gelmek ister misin?” diye sordu. Yüzünde yine beni hazırlıksız yakalamış olmanın keyfi vardı. Sesi o kadar kararlı olmadığı için seçim yapma şansım vardı.Onun teklifini reddedebilirdim. Belki de bir tarafı bunu istiyordu ama hiç şansı yoktu.
    “Evet, teşekkür ederim.” Dedim sakin bir ses ile konuşmak için elimden geleni yaparak. Sıcacık bir arabaya bindiğimde bej rengi ceketinin yolcu koltuğunda olduğunu gördüm. Kapıyı kapatım çabuk yerine geçti. Arabayı çalıştırdı.
    “Ceketi senin için getirdim. Hasta olmam istemedim.” Beni korumaya çalışır gibiydi. Onun ceket giymediğini farkettim. Yalnızca uzun kollu, V yakalı, gri örgü bir kazak giymişti. Kazak yine kaslı göğsünü ortaya çıkarmıştı. Ama yüzü öyle muhteşemdi ki vücuduna bakamıyordum.
    “Ben o kadar çıtkırıldım değilim.” dedim, yine de ceketi alıp giydim. Kokunun hatırladığım kadar güzel olup olmadığını merak ediyordum; daha da muhteşemdi!
    “Değil misin?” Bunu o kadar alçak sesle söylemişti ki benim duymamı istediğinden bile emin değildim.
    Sisli caddelerde yol alırken kendimizi garip hissediyorduk. En azından ben öyle hissediyordum. Önceki gece duvarlar yıkılmıştı… bugün de o kadar yakın olup olamayacağımızı bilmiyordum. Bu yüzden konuşamıyordum. Onun konuşmasını bekledim.
    Bana bakıp güldü. “Ne o, bugün elli tane soru sormayacak mısın bana?”
    “Sorularım seni rahatsız mı ediyor?”
    “Verdiğin tepkiler daha çok rahatsız ediyor.” Şaka yapıyor gibiydi ama emin olamazdım.
    Kaşlarımı çattım. “Kötü tepkiler mi veriyorum?”
    “Hayır, mesele de bu zaten. Herşeyi soğukkanlılıkla karşılıyorsun. Hiç doğal değil bu. O anda gerçekten ne düşündüğünü merak ediyorum.”
    “Sana ne düşündüğümü söylüyorum.”
    “Ama süzgeçten geçirerek söylüyorsun.” Dedi suçlar gibi.
    “Pek fazla değil.”
    “Ama beni deli etmeye yetiyor.”
    “Duymak isteyeceğini sanmıyorum.” Diye mırıldandım. Sözcükler ağzımdan çıkar çıkmaz bunları söylediğime pişman oldum. Sesimdeki acı çok belirgin değildi; onun bunu farketmemiş olduğunu umdum.
    Karşılık vermedi. Morelini mi bozmuştum acaba? Okulda araba park yerine doğru giderken yüzü ifadesizdi. Birden aklıma bir şey geldi.
    “Kardeşlerin nerede?” Elbette onunla yalnız kalmaktan çok hoşnuttum; ama arabasının hep dolu olduğunu bildiğim için bunu merak etmiştim.
    “Onlar Rosalie’nin arabasıyla geldiler.” diyerek omuz sirkti. Arabasını üstü açık, parlak kırmızı arabanın yanına park etti. “Çok çekici değil mi?”
    “Vay be! Bu araba onunsa neden senin arabanla geliyor?” dedim.
    “Dedim ya, çok dikkat çekici. Biz göze batmamaya çalışıyoruz.”
    “Bu konuda başarılı olduğunuz söylenemez.” Arabadan inerken gülerek başımı salladım. Derse geç kalmamıştım. Edward arabayı deli gibi hızlı kullandığı için okula erken varmamı sağlamıştı. “Arabanın fazla dikkat çekici olduğunu düşünüyorsanız, neden Rosalie bugün okula bununla geldi?”
    “Farkında değil misin? Bütün kuralları yıkıyorum.” Okula doğru ilerlerken birbirimize çok yakındık. Ben aramızdaki o kısacık arayı da kapatmak ve ona dokunmak istiyordum ama bunu reddedeceğinden korkuyordum.
    “Göze batmak istemiyorsanız, neden böyle arabalar kullanıyorsunuz?” diye düşündüm yüksek sesle.
    “Bu bir bağımlılık.” Sırıttı. “Hepimiz hız meraklısıyız.”
    “Belli,” dedim gülerek.
    Jessica kafeteryanın önünde bekliyordu. Gözleri yuvalarından uğramıştı. Neyse ki kolunda ceketim vardı.
    “Selam Jessica,” dedim. “Ceketimi unutmamışsın, teşekkür ederim.”
    Hiçbir şey söylemeden elindeki ceketi bana verdi.
    “Günaydın, Jessica,” dedi Edward nazik bir tavırla. Sesi ve gözlerinin cazibesi onun suçu değildi.
    “Me…Merhaba.” Jessica kendine gelmeye çalışırken hayretle büyüyen gözlerini bana çevirdi. “Trigonometri dersinde görüşürüz Bella.” Bana anlamlı anlamlı baktı. İçimi çektim. Ona ne söyleyecektim?
    “Tamam, görüşürüz.
    Okul binasına doğru yürürken iki kez dönüp arkasına baktı.
    “Ona ne söyleyceksin?” diye mırıldandı Edward.
    “Hey! Benim zihnimi okuyamadığını sanıyordum!” dedim dişlerimin arasından.
    “Okuyamıyorum zaten!” dedi, şaşırmıştı. Sonra ne düşündüğümü anlayınca gözleri parladı. “Ama Jessica’nın zihnini okuyabiliyorum. Derste fena sıkıştıracak.”
    Ceketini ona verirken homurdandım. Kendi ceketimi giydim. Edward ceketini katlayıp koluna aldı.
    “Ona ne söyleyeceksin?”
    “Biraz yardımcı olsan?” diye yalvardım. “Ne öğrenmek istiyor?”
    Hain bir gülümsemeyle başını salladı. “Bu haksızlık olur.”
    “Ama bildiklerini benimle paylaşmıyorsun! Asıl haksızlık bu!”
    Birlikte yürürken bir an düşündü. İlk derse gireceğim sınıfın kapısında durduk.
    “Bizim gizlice flört edip etmediğimizi öğrenmek ve senin benim hakkımdaki duygularını bilmek istiyor,” dedi sonunda.
    “ Tanrım! Ona ne diyeceğim?” Olabildiğince masum bir ifade takınmaya çalıştım.İnsanlar yanımızdan geçip sınıfa giriyor ve büyük olasılıkla bizibakıyorlardı ama onların farkında bile değildim.
    “Hımm.” Tokamdan kurtulan bir tutam saçımı alıp kulağımın arkasına sıkıştırdı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. “Bence ilk soruya evet diyebilirsin. Tabii senin için bir sakıncası yoksa. Bu, başka şeyleri açıklamaktan daha kolay olacaktır.”
    “Benim için bir sakıncası yok,” dedim yavaşça.
    “Diğer soruya gelince… Cevabını duymak için bende kulak kesileceğim.” Yüzünde o çok sevdiğim çarpık güzümsemesi belirdi. Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Arkasını dönüp yürüdü.
    “Öğle yemeğinde görüşürüz,” diyerek seslendi. O sırada yanımızdan geçen üç kişi dönüp bize baktı.
    Telaşla sınıfa girdim. Yüzüm kızarmıştı; ben de bu durumdan hiç hoşnut değildim. Şimdi Jessica’ya ne söyleyeceğim konusunda daha çok endişeleniyordum. Sırama oturdum, çantamı gürültüyle yere attım.
    “Günaydın Bella,” dedi Mike. Bu kez bana ifadesiz yüzle bakıyordu. “Port Angeles nasıldı?”
    “Port Angeles…” Bu konuda dürüst olmam mümkün değildi. “Harikaydı. Jessica kendine çok hoş bir elbise aldı.”
    “Pazartesi gecesi konusunda bir şey söyledi mi?” diye sordu gözleri parlayarak. Konuşma bu noktaya gelince gülümsedim.
    “Çok iyi vakit geçirdiğini söyledi,” dedim.
    “Öyle mi?” dedi hevesle.
    “Aynen öyle söyledi.”
    Bay Mason dersle ilgilenmemizi ve ödevlerimizi teslim etmemizi söyledi. Bunu izleyen İngilizce ve Devlet Yönetimi dersinden de hiçbir şey anlamadım çünkü Jessica’ya ne söyleyeceğimi düşünüyordum. Ayrıca Edward’ın Jessica’nın zihnini okuyarak benim ne söylediğimi öğrenmesinden korkuyordum. Ne kadar rahatsız edici bir yetenekti bu! Tabii benim hayatımı kurtarmadığı sürece.
    İkinci dersin sonunda sis epey dağılmıştı ama gökyüzü alçak ve koyu renk bulutlar yüzünden kasvetliydi. Gökyüzüne bakıp gülümsedim.
    Edward haklıydı elbette. Trigonometri dersinin yapılacağı sınıfa girdiğimde, arka sıralardan birinde oturuyor ve heyecandan ölüyordu. Kendimi bu işi ne kadar çabuk bitirirsem o kadar iyi olacağına ikna etmeye çalışarak gönülsüzce onun yanına gittim.
    “Daha sırama yerleşmeden, “Bana her şeyi anlat diye emretti.
    “Ne öğrenmek istiyorsun?” dedim kaçamak bir tavırla.
    “Dün gece ne oldu?”
    “Bana yemek ısmarladı, sonra beni eve bıraktı.”
    Jessica bana baktı; yüzünde kuşku dolu bir ifade vardı. “Eve o kadar çabuk gitmeyi nasıl başardın?”
    “Manyak gibi araba kullanıyor. Çok korktum.” Edward’ın bunu duyduğunu umuyordum.
    “Bu bir randevu muydu? Onunla orada buluşmak üzere sözleşmiş miydin?”
    Bu hiç aklıma gelmemişti. “Hayır, onu görünce ben de çok şaşırdım.”
    Sesimde şeffaf dürüstlüğü fark edince hayal kırıklığı içinde dudağını büktü.
    “Bugün de seni o okula getirdi, değil mi?” diye sordu.
    “Evet, ama bu da süprizdi. Dün gece ceketimin olmadığını farketmişti,” diye açıkladım.
    “Onunla yine çıkacak mısın?”
    “Cumartesi günü beni Seatle’a götürmeyi teklif etti. Oraya komyonetimle gitmemin mümkün olmadığını düşünüyor. Bu çıkmak sayılır mı?”
    “Evet.” Başını salladı.
    “Eh,o zaman evet.”
    “Vay beee!” dedi. “Edward Cullen.”
    “Farkındayım,” dedim.
    “Dur bakalım!” dedi elini trafik polisi gibi havaya kaldırarak. “Seni öptü mü?”
    “Hayır,” diye homurdandım. “Öyle bir şey olmadı.”
    Hayal kırıklığına uğramıştı. Aslında ben de farklı değildim.
    “Cumartesi günü öper mi sence?” Kaşlarını kaldırdı.
    “Bundan şüpheliyim.” Hoşnutsuzluğum sesimden anlaşılıyordu herhalde.
    “Ne konuştunuz?” diye fısıldadı Jessica, daha fazla bilgi almakta kararlıydı. Ders başlamıştı ama Bay Varner bizimle ilgilenmiyordu. Zaten sınıfta tek konuşan biz değildik.
    “Bilmem, bir sürü şey konuştuk.” Diye cevap verdim. “İngilizce ödevinden söz ettik.” Bir ara çok kısa bundan konuştuğumuz doğruydu.
    “Lütfen Bella!” diye yalvardı Jessica. “Biraz ayrıntılı anlat.”
    “Şey… peki… Edward’la Flört etmeye çalışan garson kızı görmeliydin. Çok güzeldi. Ama Edward onunla hiç ilgilenmedi.” Edward bu sözlerimi nasıl yorumlayacak acaba!
    “Bu iyiye işaret,” diyerek başını salladı. Jessica. “Kız çok mu güzeldi?”
    “Hem de nasıl! Herhalde on dokuz ya da yirmi yaşındaydı.”
    “Daha da iyi işte. Demek senden gerçekten hoşlanıyor.”
    “Bende öyle düşünüyorum ama emin olmak imkansız. Edward çok gizemli biri,” dedim içimi çekerek.
    “Onunla yalnız kalmaya cesaret ettiğine inanamıyorum,” diye mırıldandı.
    “Neden?” Afallamıştım ama Jessica bu tepkimi fark etmedi.
    “O çok… ürkütücü biri. Ona ne diyeceğimi bilemiyorum.” Jessica, Edward’ın dayanılmaz bakışlarıyla baktığı geceyi ya da sabahı hatırlamış olmalıydı olmalıydı ki yüzünü buruşturdu.
    “Onun yanındayken benim kafam da allak bullak oluyor,” diye itiraf ettim.
    “Ama Edward inanaılmaz yakışıklı!”Jessica diğer sözcüklerinin bunu yanında hiçbir önemi yokmuş gibi omuz sirkti. Onun kitabında yakışıklılık herşeyden önemliydi.
    “Onda bundan fazlası var.”
    “Öyle mi? Ne gibi?
    Bunu hiç söylememiş olmayı dilerdim.Tıpkı Edward’ın insanların zihinlerini okuyabildiği konusunda şaka yaptığını dilediğim gibi.
    “Bunu doğru ifade edebilir miyim bilmiyorum… ama o inanılmaz biri. Göründüğünden daha inananılmaz!” İyi olmak isteyen, canavar olmamak için insanların hayatını kurtarmaya çalışan bir vampir… Sınıfın ön tarafına baktım.
    “Bu mümkün mü?” Jessica kıkırdadı.
    Onu duymazdan gedim, Bay Varner’ı dinliyormuş gibi yaptım.
    “Öyleyse ondan hoşlanıyorsun?” Vazgeçecek gibi değildi.
    “Evet,” dedim kısaca.
    “Demek istediğim, ondan gerçekten hoşlanıyor musun?” diye üsteledi.
    “Evet,” dedim yine, kızarmıştım. Bu ayrıntının Jessica’nın düşüncelerine kaydedilmeyeceğini umdum.
    Jessica tek kelimelik cevaplardan sıkılmıştı. “Ondan ne kadar hoşlanıyorsun?”
    “Çok fazla,” diye fısıldadım. “Onun benden hoşlandığından daha çok. Ama bu konuda ne yapabileceğimi bilmiyorum.” İçimi çektim yüzüm hala kıpkırmızıydı sanırım.
    O sırada şansım yağver gitmişti ve Bay Varner, Jessica’dan bir soruyu cevaplamasını istedi.
    Jessica, ders boyunca bir daha konuyu açacak fırsat bulamadı. Zil çalar çalmaz ben karşı atağa geçtim.
    “İngilizce dersinde Mike bana, senin pazartesi gecesi konusunda bir şey söyleyip söylemediğini sordu,” dedim.
    “Dalga geçiyorsun! Sen ne dedin?” Jessicaçok heyecanlanmıştı. Neyse ki bu arada konu da değişmişti.
    “Ona senin çok eğlendiğini söyledim. Çok memnun olmuş gibiydi.”
    “Bana tam olarak onun ne dediğini ve senin ne cevap verdiğini söyle!”
    Yürüyüşümüz boyunca Mike’ın cümlelerini, İspanyolca dersi boyunca da mimiklerini analiz ettik. Konunun yine bana gelmesinden endişelenmeseydim, bunu bu kadar uzatmazdım.
    Nihayet öğle yemeği zili çaldı. Hemen ayağa fırladım, kitaplarımı çantama tıkıştırdım. Bu telaşım Jessica’nın gözünden kaçmamıştı.
    “Bugün yemekte bizimle oturmayacaksın, değil mi?
    “Sanmıyorum.” Edward’ın yine hiç habersiz ortadan kaybolmayacağından emin olamazdım ki.
    Sınıfın kapısında, tıpkı bir Yunan tanrısını andıran Edward duvara yaslanmış halde beni bekliyordu. Jessica bana şöyle bir baktı, gözlerini devirdi ve gitti.
    “Sonra görüşürüz Bella,” diye seslendi giderken imalı bir sesle. Eve gittiğimde telefonun sesini kısmak zorunda kalabilirdim.
    “Merhaba,” dedi Edward. Hem eğlenmiş hem de rahatsız olmuş gibiydi. Bizi dinlediği belliydi.
    “Merhaba.”
    “Söyleyecek başka bir şey bulamadım. O da bir şey söylemedi; herhalde bana zaman tanıyordu. Kafeteryaya giderken hiç konuşmadık. Öğle yemeği curcunası içinde Edward’la birlikte yürürken okula ilk geldiğim günü hatırladım. Yine herkes bana bakıyordu.
    Edward yemek kuyruğuna girdi, etkileyici bakışlarını birkaç saniyede bir yüzüme çeviriyor ama bir şey söylemiyordu. Yüzündeki ifade eğlendiğini değil, rahatsız olduğunu gösteriyordu. Ben de gerilmiştim; ceketimin fermuarıyla oynamaya başladım.
    Edward tezgahtan bir tepsi dolusu yemek aldı.
    “Ne yapıyorsun?” dedim. “Bunların hepsini benim için almıyorsun değil mi?”
    Başını iki yana salladı.
    “Yarısı benim.”
    Tek kaşımı kaldırdım.
    Daha önce oturduğumuz masaya doğru yürüdü. Biz karşılıklı otururken, uzun masanın diğer ucunda oturan bir grup son sınıf öğrencisi şaşkınlık içinde bakıyordu. Edward hiçbirinin farkında değilsi sanki.
    “Hangisini istersen ye,” dedi tepsiyi önüme iterek.
    “Çok merak ediyorum,” dedim,bir elme alıp elimde çevirirken. “Biri seni yemek yemeye zorlasa ne yaparsın?”
    “Sen de her şeyi merak ediyorsun.” Omuz sirkti. Gözlerimin içine bakarak tepsiden bir dilim aldı; kocaman bir parça ısırdı, çiğnedi ve yuttu. Onu seğrederken gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.
    “Biri seni çamur yemeye zorlasa, yiyebilirsin değil mi?” diye sordu küçümseyici tavırla.
    “Yüzümü buruşturdum. “İddia üzerine bunu yaptığım oldu,” dedim. “Çok da kötü değildi.”
    “Kahkaha attı. “Buna hiç şaşırmadım sanırım.” Birden arkamda bir şey dikkatimi çekti.
    “Jessica yaptığım her şeyi inceliyor, daha sonra bunların hepsini sana anlatacağından eminim.” Pizzanın kalanını tepsiye bıraktı. Jessica’dan söz etmek onu yine tedirgin etmişti.
    Elmayı tepsiye koyup pizzayı ısırdım. Edward’ın birazdan konuşacağını bildiğim için etrafıma bakmıyordum.
    “Demek garson güzeldi?”
    “Sen far etmedin mi?”
    “Hayır. Onunla ilgilenmiyordum. Kafam başka şeyle meşguldü.”
    “Zavallı kız.” Artık kıza karşı hoşgörülü olabilirdim.
    “Jessica’ya söylediğin bir şey… aslında beni biraz rahatsız etti.” Konuyu değiştirmeme izin vermiyordu. Boğuk bir sesle konuşuyor ve endişeli gözlerle bana bakıyordu.
    “Hoşuna gitmeyecek şeyleri duyman normal. Başkalarının konuşmalarını dinlemek ayıptır, biliyorsun.”
    “Sizi dinleyeceğimi söylemiştim.”
    “Ben de düşündüğüm her şeyi öğrenmek istemeyeceğini söylemiştim.”
    “Evet söylemiştin,” diyerek kabul etti. “Ama haklı değilsin. Ben senin her düşündüğünü bilmek istiyorum. Yalnızca… bazı şeyleri düşünmemeni tercih ederim.”
    Kaşlarımı çattım. “Bu farklı bir durum.”
    “Ama şu an asıl konumuz bu değil.”
    “Konu ne öyleyse?” Masanın üzerinde birbirimize doğru eğilmiştik. İri beyaz ellerini çenesinin altında birlerştirmişti, ben de sağ elimi boynuma koyarak ona doğru uzanmıştım. Tabii kalabalık bir kafeteryada olduğumuzu ve meraklı bakışların bizi izlediğinikendime hatırlatmam gerekti. Her an bizim küçük ve gergin köşemize müdahale edebilirdi.
    “Seni bana, benim sana verdiğimden daha fazla değer verdiğini mi düşünüyorsun gerçekten?” diye mırıldandı Edward bana daha da yaklaşarak. Altın sarısı gözleri delici bakışları fırlatıyordu.
    Nefesim tıkandı. Gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım.
    “İşte yine aynı şeyi yapıyorsun,” dedim.
    Şaşırmıştı. “Ne yapıyorum?”
    “Yine beni büyülüyorsun.”
    “Ya!” Kaşlarını çattı.
    “Bu senin hatan değil.” İçimi çektim. “Elinde değil ki.”
    “Soruma cevap verecek misin?”
    Gözlerimi yere diktim. “Evet.”
    “Hangisine evet? Soruma cevap vereceğine mi bunu gerçekten düşündüğüne mi?” Yine rahatsız olmuştu.
    “Evet, gerçekten böyle düşünüyorum.” Gözlerimi yerden kaldırmadan parkeye bakmaya devam ettim. Edward’a bakmamak için kendimler mücadele ediyorum; öte yandan bu sessizliği bozan taraf olmak da istemiyorum.
    Sonunda kadife gibi yumuşak sesi ile konuştu. “Yanılıyorsun.”
    Başımı kaldırdığımda gözlerinde de yumuşacık bir ifade olduğunu gördüm.
    “Bunu bilemezsin,” diye fısıldadım. Başımı kuşkuyla salladım. Oysa sözleri kalbimin deli gibi çarpmasına neden olmuştu ve ona inanmayı çok istiyordum.
    “Böyle düşünmene neden olan şey ne?” Altın sarısı gözleri kafamı delip geçiyor, beğnime işliyordu sanki.
    Ben de ona baktım. Güzel yüzüne rağman net bir şekilde düşünmeye ve bir açıklama bulmaya çalışıyordum. Ben doğru sözcükleri ararken sabırsızlandığını, sessizliğimden hoşlanmadığını ve kaşlarını çattığını fark ettim.
    “Biraz düşüneyim,” dedim. Yüzündeki gerginlik kayboldu. Ona cevap vereceğimi anladığı için rahatlamıştı sanki. Avuçlarımı birleştirdim. Ellerime bakıp parmaklarımla oynamaya başladım. Sonunda konuşmayı başardım.
    “Çok net olan bazı şeyleri saymazsak, bazen…” duraksadım. “Emin olamıyorum. Ben zihin okumayı bilmiyorum. Ama bazen bana başka bir şeyler söylerken hoşça kal diyormuşsun gibi geliyor.” Sözcüklerinin üzerinde yarattığı etkiyi ve bana çektirdiği acıyı en iyi böyle tanımlayabilirdim.
    “Zekice,” diye fısıldadı. Sanki korkumu onaylamış gibi yine aynı acıyı hissettim. “Ama işte bu yüzden yanılıyorsun,” diye açıklamaya başladı. Ama sonra gözlerini kıstı. “Çok net olan şeyler derken ne demek istedin?”
    “Bana bak,” dedim hiç gereği yokken, zaten bana bakıyordu. “Neredeyse ölümüme neden olacak kazaları veya sakat kalmama yol açabilecek sakarlığımı saymazsak, ben çok sıradan bir insanım. Ama sana bakacak olursak…” Elimle onun insanı allak bullak eden kusursuz güzelliğini işaret ettim.
    Bir an sinirlenerek kaşlarını kaldırdı. Sonra bakışları sakinleşti. “Sen kendini net bir biçimde göremiyorsun. Evet,sakarlıkların olduğu doğru, ama okula geldiğin ilk gün okuldaki her erkeğin senin hakkında neler düşündüğünü duymadın.” Gülüyordu.
    Şaşırmıştım. “Buna inanamıyorum,” diye mırıldandım kendi kendime konuşur gibi.
    “Hiç değil se bu kez bana inan. Sen sıradanın tam karşıtısın.”
    Bunu söylerken Edward’ın gözlerinde gördüğüm ifade, utancımı memnuniyetimden daha güçlü olmasına neden oldu. Hemen asıl konuya döndüm.
    “Ama ben hoşçakal demiyorum.”
    “Anlamıyor musun? Bu benim haklı olduğumu gösteriyor. Ben daha çok değer veriyorum, çünkü ğer yapabilirsem –bu düşünceyle savaşıyormuş gibi başını salladı- eğer gitmek en doğru şeyse, senin incilmemen, güvende olman için kendime zarar veririm.”
    “Ve sen benim de aynı şeyi yapabileceğimi düşünmüyorsun?”
    “Hiçbir zaman seçimi sen yapmak zorunda kalmayacaksın.”
    Birden ruh hali değişti; muzip muzip gülümsedi. “Tabii bu arada seni korumak benim tam zamanlı işim olmaya başladı. Sürekli senin yanında olmam gerekiyor.”
    “Bugün kimse beni öldürmeye çaılşmadı,” dedim, sonunda ortam yumuşadığı için memnundum. Vedalaşmaktan söz etmek istemiyordum. Mecbur kalırsam, onu yanımda tutabilmek için kendimi tehlikeye atabilirdim. Bu düşüncemi, onun yüzümden okumasına fırsat bırakmadan hemen aklımdan uzaklaştırdım. Yoksa başım derde girerdi.
    “Şimdilik,” dedi.
    “Şimdilik,” diyerek onayladım onu. Aslında onunla tartışabilirdim ama şimdilik başıma felaketler gelebileceğini düşünmesini istiyordum.
    “Bir sorum daha var.” Yüzü sakindi.
    “Sor.”
    “Bu cumartesi gerçekten Seattle’a gitmen gerekiyor mu, yoksa bu hayranlarımdan kurtulmak için bir bahane mi?”
    Hafızamı şöyle bir yokladım. “Biliyorsun, Tyler meselesi yüzünden seni hâlâ affetmedim, dedim. “Senin yüzünden
    Mezüniyet balosuna onunla gideceğim düşüncesine kapıldı.”
    “Ben bir şey yapmasam da bir yolunu bulup seni davet edecekti. Ben yalnızca yüzünün ne hale geleceğini görmek istedim,” dedi gülerek. Gülüşü bu kadar etkileyici olmasa, ona daha çok kızardım. “Seni ben davet etseydim, beni de mi reddederdin?” Hâlâ gülüyordu.
    “Büyük olasılıkla hayır,” diye itiraf ettim. “Ama sonra hasta olduğumu ya da bileğimi incilttiğimi mahana ederek iptal ederdim.”
    Bundan hiç hoşlanmamıştı. “İyi ama neden?”
    Üzüntüyle başımı salladım.
    “Sen beni beden eğitimi dersinde görmedin hiç. Görseydin, bunun nedenini anlardın.”
    “Yani düz yolda bile takılıp düşecek bir şeyler bulabileceğini mi söylüyorsun?”
    “Aynen öyle.”
    “Bu sorun olmazdı.” Kendinden çok emindi. “Önemli olan idare etmek.” Bu karşı çıkacağımı anladı ve konuşma fırsatı vermedi. “Bana cevap vermedin. Seattle’a gitmek konusunda kararlı mısın? Farklı bir şeyler yapmamızın senin için bir sakıncası var mı?”
    ‘Biz’ olduğumuz sürece yaptığımız hiç önemli değildi!
    “Seçeneklere açığım,” dedim. Ama bana bir iyilik yapar mısın?”
    Ne zaman açık uçlu sorular sorsam endişeleniyordu. Yine yüxünde endişe vardı. “Nedir?”
    “Arabayı ben kullanabilir miyim? Kaşlarını çattı.”Neden?”
    “Çünkü Charlie’ye Seattle’a gitmek istediğimi söylediğinde bana yalnız mı gideceksin diye sordu, ben de evet dedim. Bir kez daha soracağını sanmıyorum ama sorarsa ona yalan söylemek istemiyorum. Buna karşılık komyonetimi evde bırakırsam, konu boşu boşuna yeniden açılacak. Üstelik sen araba kullandığında ben korkuyorum.”
    Gözlerini devirdi. “Benden korkman için bunca neden varken, sen araba kullanmamı takıyorsun kafaya.” Sıkıntıyla kafasını salladı ama sonra ciddileşti. “Babana o günü benimle geçireceğini söylemek istemiyor musun?” Bu soruda anlamadığım bir ima vardı.
    “Charlie ne kadar az şey bilirse o kadar iyi.” Bu konuda kararlıydım. “Peki nereye gideceğiz?”
    “Hava güzel olacak, bu nedenle insanların arasında olmak istemiyorum. İstersen benimle olabilirsin.” Yine seçimi bana bırakıyordu.
    “Ve sen de bana güneş konusunda söylediğin şeyi gösterirsin?” dedim bir sırrı daha açığa kavuşturacak olmanın heyecanıyla.
    “Evet,” dedi gülümseyerek. “Ama eğer benimle yalnız kalmak istemezsen, sana Seattle’a tek başına gitmemeni tavsiye ederim. O büyüklükte bir şehirde başına gelebilecekleri düşününce ürperiyorum.”
    Alınmıştım. “Phoenix, Seattle’den üç kat daha büyük. Hem nüfus hem de yüzölçümü olarak…”
    “Demek ki orada şansın yağver gitmiş. Ben senin yanımda olmanı tercih ederim.” Gözlerinde yine o karşı konulmaz güç vardı.
    Bu gözlere ve bu teklife hayır demem olanaksızdı. “Biliyorsun, seninle yalnız kalmak beni rahatsız etmiyor.”
    “Biliyorum,” dedi düşünceli bir şekilde. “Ama bence yine de Charlie’ye söylemelisin.”
    Afallamıştım. Ama bir an düşündükten sonra kararımı verdim. “Sanırım şansımı deneyeceğim.”
    Derin iç geçirdi.
    “Başka şeylerden konuşalım,” dedim.
    “Ne konuşmak istiyorsun?” Hâlâ sinirliydi.
    Kimsenin bizi duyamayacağından emin olmak için etrafa bakındım. O sırada Edward’ın kız kardeşi Alice’in bana baktığını gördüm. Diğerleri de Edward’a bakıyorlardı.Hemen Edward’a dönüp aklıma ilk gelen şeyi sordum.
    “Neden geçen hafta sonu Keçi Kayalıkları’na gittiniz? Charlie ayılar yüzünden oranın tehlikeli olduğunu söyledi.”
    Çok önemli şeyi gözden kaçırıyormuşum gibi gibi bana baktı.
    “Ayılar mı?” dedi. Gülümsedi. “Biliyorsun, ayı avlama zamanı değil,”dedim şaşkınlığımı gizlemek için.
    “Dikkat edersen, kanunlar sadece ayıları silahla vurmayı yasaklıyor,” dedi.
    Yüzümdeki heyecan yavaş yavaş kaybolmuştu.
    “Ayılar?” diye tekrarladım güçlükle.
    “Emmett en çok boz ayı sever.” Sesi uzaktan gelir gibiydi; ama vereceğim tepkiyi dikkatle izliyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım.
    “Hımm,” dedim. Pizzadan bir ısırık alırken başımı öne eğdim. Ağzımdakilokmayı ağır ağır çiğnedim; sodamı uzun uzun içtim.
    “Peki,” dedim sonunda başımı kaldırıp gözlerine bakarak, “sen en çok hangisini seviyorsun?”
    Tek kaşını kaldırıp dudağını büktü. “Dağ aslanı.”
    “Ya!” dedim kibar ancak ilgisiz bir tavırla, tekrar sodama uzandım.
    “Elbette yanlış avlanarak doğaya zarar vermek istemiyoruz. Yırtıcı hayvanlarınbol olduğu yerlerde yoğunlaşmaya çalışıyoruz. Burada daha çok geğik ve ceylan var, aslında fena sayılmazlar ama hiç eğlenceli değil.” Dalga geçer gibi gülümsedi.
    “Öyle mi?” dedim pizzamı bir kez daha ısırırken.
    “Emmett ilkbahar başlarında ayı avlamayı seviyor. Kış uykusundan yeni uyandıkları için daha huysuz oluyorlar.” Edward hatırladığı bir fıkraya güler gibi güldü.
    “Huysuz bir boz ayıdan daha eğlenceli bir şey olamaz,” dedim başımı sallayarak.
    Edward kıs kıs güldü. “Bana gerçekten ne düşündüğünü söyle, lütfen.”
    “Gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum ama olmuyor,” diye itiraf ettim. “Bir ayıyı silahsız nasıl avlıyorsunuz?”
    “Silahlarımız var.” Parlak dişlerini göstererek gülümsedi, tehdit edici bir gülümsemeydi bu. Ürperdiğimi hissettim. “Avcılık kurallarını yazarlarken bu pek akıllarına gelmiyor. Televizyonda avına saldırmakta olan bir ayı gördüysen, Emmett’i de avlanırken hayal edebilirsin.”
    Artık titrememe engel olamıyordum. Kafeteryada oturan Emmett’e baktım, neyse ki o bana bakmıyordu. Kollarındaki güçlü kaslar şimdi çok daha ürkütücü görünüyordu.
    Edward benim nereye baktığımı görünce güldü. Ben de ona baktım; sinirlerim bozulmuştu.
    “Sen de ayı gibi misin?” diye sordum yavaşça.
    “Benim daha çok aslana benzediğimi söylüyorlar,” dedi. “Belki de tercihlerimiz kim olduğumuzu açıklıyordur.”
    Gülümsemeye çalıştım. “Belki,” diye tekrarladım. Ama zihnim bir türlü birleştiremediğim, birbirine zıt görünenlerle doluydu. “Bu benim bir gün görebileceğim bir şey mi?”
    “Kesinlikle hayır!!” Yüzü her zamankinden daha beyaz kesildi; gözleri öfkeyle parlıyordu. Neye uğradığımı şaşırarak arkama yaslandım; belli etmesem de onun bu tepkisinden korkmuştum hep. O da kollarını göğsünde kavuşturup arkasına yaslandı.
    “Benim için çok mu korkunç olur?” diye sordum sesimi yeniden kontrol edebilir hale geldiğimde.
    “Mesele bu olsaydı seni bu akşam dışarı çıkarırdım,” dedi öfkeli bir sesle. “Senin sağlıklı bir doz korkuya ihtiyacın var. Hiçbir şey senin için bundan daha yararlı olamaz.”
    “Peki neden o zaman?” diye üsteledim, yüzündeki ifadeyi görmezden gelerek.
    Bir süre gözlerini dikip bana baktı.
    Etrafa baktığımda, kafeteryanın boşalmış oladuğunu görüp şaşırdım. Edward’ın yanındayken zaman ve yer kavramlarını yitiriyorum. Hemen ayağa fırladım; sandalyenin arkadasına asmış olduğum çantamı aldım.
    “Sonra konuşalım o zaman,” dedim. Bunu asla unutmayacaktım.

      Forum Saati Cuma Kas. 22, 2024 5:21 am