Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Twilight 22.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Twilight 22.Bölüm Empty Twilight 22.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Ptsi Kas. 15, 2010 8:54 pm

    Twilight 22.Bölüm
    22. SAKLAMBAÇ

    Yaşadığım her şey; bu korku, çaresizlik, kalbimin deli gibi atması, düşündüğümden çok daha az zaman almıştı. Zaman geçmek bilmiyordu. Alice'e döndüğümde Jasper hâlâ gelmemişti. Alice'le aynı odada olmaktan korkuyordum; olanları tahmin edebileceğinden ve aynı sebepten dolayı ondan da saklanmak zorunda kalmaktan korkuyordum.
    Aklım karışmıştı iyice ve bu karmaşada şaşırabileceğimi düşünmezdim ama Alice'i elleriyle masanın kenarına tutunmuş görünce geçekten şaşırdım.
    "Alice?"
    Adını söylediğimde tepki vermedi ama başını iki yana sallıyordu; yüzünü gördüm. Gözleri bomboş bakıyordu; sersemlemişti... Aklım annemdeydi, geç kalmamış olmayı diliyordum.
    Hemen yanına gittim ve içgüdüsel olarak eline dokundum.
    "Alice!" dedi Jasper. Tam arkasındaydı, ellerini masadan kurtarmaya çalışıyordu. Odanın diğer yanından kapı yavaşça kapandı.
    "Bu neydi?" diye sordu Jasper.
    Alice başını çevirdi ve Jasper'ın göğsüne yasladı. "Bella," dedi.
    "Ben buradayım," diye cevap verdim.
    Başını bana doğru çevirdi, gözleri gözlerime kilitlenmişti, hâlâ boş bir ifadeyle bakıyordu. Bir anda benimle konuşmadığını, Jasper'ın sorusuna cevap verdiğini anladım.
    "Ne gördün?" diye sordum. Bu ilgisiz ve dümdüz sesimde soru ifades yoktu.
    Jasper sert bir şekilde bana baktı. İfademi değiştirmeden bekledim. Jasper bir Alice'e bir bana bakıyordu. Aklı karışmış gibi görünüyordu, kargaşayı hissetmişti...
    Rahattım ve duygularımı kontrol altında tutmaya çalıştım.
    Alice de bu sırada kendine geldi.
    "Hiçbir şey," dedi sonunda, sesi çok sakin ve inandırıcıydı. "Daha önce gördüğüm odanın aynısı."
    Sonra bana baktı, yüz ifadesi yumuşacıktı. "Kahvaltı ister misin?"
    "Hayır, havaalanında yerim." Ben de çok sakindim. Duş almak için banyoya gittim. Sanki Jasper'ın yeteneğini ödünç almıştım. Alice, Jasper'la yanlız kalmak istiyordu, belliydi ve ben bu yoğun isteği fark etmiştim. Böylelikle Alice ona bir şeyleri yanlış yaptıklarını ve başarılı olamayacaklarını anlatabilecekti...
    Tüm detayları düşünerek hazırlandım. Saçlarımı açtım. Jasper'ın üzerimde yarattığı olumlu tavır daha net düşünmeme yardımcı olmuştu. Tabii plan yapmama da faydası oldu bu durumun. İçinde para olan çorabımı bulmak için çantamı aradım ve çoraptaki paraları cüzdanıma koydum.
    Havaalanına gitmek konusunda endişeliydim ama yedide otelden ayrıldığımıza memnun oldum. Bu sefer koyu renk arabanın arka tarafına tek başıma oturdum. Alice sırtını kapıya yaslamış, yüzü Jasper'a dönüktü ama güneş gözlüklerinin arkasından her saniye bana rahatlatıcı bakışlar atıyordu.
    "Alice?" dedim ilgisiz bir şekilde. Tetikteydi. "Evet?"
    "Bu nasıl oluyor? Yani gördüğün şeyler ne?" Camdan dışarıya baktım, sıkılmışım gibi konuştum nedense. "Edward bunu belirli birşey olmadığını söyledi... Olayların değişebileceğini..." Onun adını söylemek düşündüğümden daha zor olmuştu. Jasper'ı da alarma geçiren bu olmuş olmalı ki arabada sessizlik hakimdi.
    "Evet, bazı şeyler değişir..." diye mırıldandı. İçinden umarım, demiş olmalıydı. "Bazı şeyler kesindir, örneğin havanın durumu. Ama insanlar daha zordur. Ben sadece onları birşeyin peşindeyken görürüm. Fikirlerini değiştirdiklerinde, ne kadar küçük olursa olsun, yeni bir karar verdiklerinde bütün gelecek değişir."
    Düşüncelii bir şekilde kafamı salladım. "Yani sen James'i buraya gelmeye karar vermeden önce Phoenix'te görmedin." "Evet," dedi, hâlâ tedirgindi.
    Ben James'le buluşmaya karar vermeden önce beni de aynalı odada görmemişti. Görmüş olduğu şeyler üzerine düşünmek istemiyordum. Beni şimdi Alice'in gördüğü imgelerden sonra daha da dikkatli izleyeceklerdi.
    Havaalanına geldik. Şans benden yanaydı ya da sadece hoş bir tesadüftü. Edward'ın uçağı 4. terminale iniyordu, birçok uçağın indiği en büyük terminaldi burası. Uçağını oraya inmesi şaşırtıcı değildi tabii ki ama burası benim ihtiyacım olan yerdi; en büyük, en karışık. Üçüncü katta tek bir kapı vardı ve bu kapı tek şansımdı.
    Kocaman park yerinin dördüncü katına arabayı bıraktık. Önden önden yürüyordum; çünkü yolu en iyi bilen bendim. Yolcuların bavullarını bıraktığı üçüncü kata inmek için asansöre bindik. Alice ve Jasper inen uçaklara bakmak için uzun zaman harcadılar. New York, Atlanta, ve Chicago'nun olumlu ve olumsuz yönlerini konuştuklarını duyuyordum. Bunlar benim hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim yerlerdi.
    Sabırsızlanmıştım ve bir fırsat yakalamaya çalışıyordum; bu sırada ayağımı yere vurmaktan kendimi alamıyordum. Güvenlik noktasındaki bekleme koltuklarına oturduk. Jasper ve Alice insanları seyrediyor gibi yapıyor, ama aslında beni izliyorlardı. Kıpırdadıkça gözlerinin ucuyla beni takip ediyorlardı. Durum ümitsizdi. Acaba koşmalı mıydım? Bu kalabalığın ortasında beni durdurmaya cesaret edebilirler miydi?
    Üzerinde isim olmayan zarfı cebimden çıkardım ve Alice'in siyah deri çantasının üzerine koydum. Bana baktı.
    "Mektubum," dedim. Başını salladı ve zarfın kapağını yerine yerleştirdi. Edward yakında öğrenecekti.
    Dakikalar geçiyordu, Edward'ın gelmesine az kalmıştı. Vücudumdaki her hücrenin onun geleceğinden haberdar olması ve özlemle onu beklemesi ne kadar da inanılmazdı. Bu işleri daha da zorlaştırıyordu. Burada kalmak, önce onu görüp ondan sonra kaçmak için bahaneler aramaya başlamıştım. Ama kaçmak istiyorsam bunu yapmam olanaksızdı.
    Birkaç kere Alice birlikte kahvaltı almamızı önerdi. Daha sonra alırız, diye onayladım.
    Arka arkaya gelmekte olan uçakların gelişlerini gösteren levhaya bakıyordum. Seattle uçağı kısa sürede burada olacaktı.
    Kaçmak için otuz dakikam varken birden numaralar değişti. Uçak on dakika erken gelecekti. Hiç zamanım kalmamıştı.
    "Kahvaltı edeyim," dedim hemen.
    "Ben seninle gelirim," dedi Alice ayağa kalkarak.
    "Sen kal, Jasper gelsin sakıncası yoksa?" diye sordum. "Kendimi biraz şey hissediyorum..." Cümlemi bitirmemiştim ama gözlerimden ne demek istediğim anlaşılıyordu.
    Jasper ayağa kalktı. Alice'in aklı karışmıştı ama neyse ki şüphelenmemişti. Aklının karışıklığını benim yapacağım ihanete değil de takipçinin fikir değiştirmesine yoruyor olmalıydı.
    Jasper yanımda sessizce yürüyordu.ve bir eli belimdeydi. Sanki beni yönlendiriyormuş gibiydi. İlk gördüğümüz kafe ile ilgilenmiyormuş gibi yaptım, gerçekten yemek istediğim şeyi arıyor gibiydim. İşte oradaydı, tam köşeyi dönünce, Alice'in göremeyeceği bir yerde; üçüncü kat bayanlar tuvaleti.
    "İzninle," dedim Jasper'a önünden geçerken. "Hemen gelirim."
    Kapı arkamdan kapanır kapanmaz koşmaya başladım. Bu tuvalette kaybolduğumu hatırlıyordum; çünkü iki çıkışı vardı.
    Uzak olan kapının ardında asansöre giden kısa bir yol vardı ve eğe Jasper söylediği yerde durmuşsa onun görüş mesafesi dışında bir yerde olacaktım. Koşarken arkama bakmadım. Bu benim tek şansımdı, beni görse bile koşmaya devam etmeliydim. İnsanlar bana bakıyordu ama ben onları görmezden geldim. Köşeyi dönünce beni asansörler bekliyordu. Aşağıya inen, kalabalık ve kapısı kapanmakta olan asansörü elimi uzatarak durdurdum ve içeri atladım. Rahatsız olmuş yolcuların yanına sıkıştım ve birinci katın düğmesine basılıp basılmadığını kontrol ettim. O katın ışığı yanıyordu ve kapı da kapanmıştı.
    Kapı açılır açılmaz arkamda söylenen bir sürü insan bırakarak koşmaya devam ettim. Bagajları getiren döner aletin yanındaki güvenlik görevlilerinin yanından geçerken biraz yavaşladım, ama çıkış kapısını gördüğümde tekrar koşmaya başladım. Jasper'ın henüz beni aramaya başlayıp başlamadığını bilmeme imkan yoktu. Eğer kokumu takip ediyorsa sadece birkaç saniyem vardı.
    Otomatik kapılardan kendimi dışarı attım, yavaş yavaş açılan cam kapılara neredeyse çarpıyordum. Bu kalabalığın içinde bir tane bile taksi görünmüyordu.
    Hiç zamanım yoktu; Alice ve Jasper kaçtığımı farketmek üzerelerdi ve fark ettiklerinde bir çırpıda beni bulurlardı.
    Birkaç adım ötemde Hyatt Oteli'ne giden bir otobüs kapılarını kapatmak üzereydi.
    "Bekle!" diye bağırdım, hem koşuyor, hem de şoföre el sallıyordum.
    "Bu otobüs Hyatt'a gidiyor," dedi sürücü şüpheyle kapıyı açarken.
    "Evet, biliyorum," dedim soluk soluğa. "Ben de oraya gidecektim." Merdivenlerden koşarak çıktım.
    Bagajsız durumuma soran gözlerle baktı ama sonra umursamamış olacak ki bir şey söylemedi.
    Koltukların çoğu boştu. Diğer yolculardan mümkün olduğunca uzak bir yere oturdum. Önce kaldırıma, oradan da havalimanına doğru baktım. Edward'ı kaldırımın kenarında, izimi kaybettirdiğim son noktada, öylece dururken düşünmeden edemiyordum. Kendi kendime ağlamamam gerektiğini telkin ettim. Önümde daha gidecek çok yol vardı.
    Şansım yaver gidiyordu. Hyatt Oteli'nin önünde, yorgun görünen bir çift, taksiden son bavullarını indiriyordu. Otobüsten atladım ve taksiye koştum, kendimi sürücünün arkasındaki koltuğa attım. Yorgun çift ve sürücü bana bakıyorlardı.
    Şaşkın sürücüye annemin adresini verdim. "Buraya mümkün olduğunca çabuk gitmeliyim."
    "Ama burası Scottsdale'de," diye söylendi. Koltuğun üzerine dört tane yirmilik banknot attım. "Bu kadar yeter mi?"
    "Tabii çocuk, hiç sorun değil."
    Arkama yaslanarak oturdum. Bu tanıdık şehir etrafımda dönmeye başladı ama camdan bile bakmıyordum. Kontrolü elimde tutmak için çaba sarf ediyordum. Planım başarıyla tamamlanmıştı. Daha çok endişelenmeme ya da korkmama gerek yoktu. Şimdi sadece bu yoldan gitmem gerekiyordu.
    Paniğe kapılmak yerine gözlerimi kapattım ve yirmi dakikalık bu yolculuğu Edward'ı düşünerek geçirdim.
    Edward'ı karşılamak için havaalanında kaldığımı hayal ettim. Onu bir an önce onu görmek için nasıl heyecanlandığımı düşündüm. Bizi ayıran o kalabalığın içinden çabucak yanıma geleceğini... Sonra ben aramızdaki birkaç adımı koşarak kapatacak ve onun mermer gibi kollarında güvende olacaktım.
    Nereye gideceğimizi merak ediyordum. Kuzeyde bir yerlere giderdik herhalde, böylelikle gündüz de dışarıda olabilirdik. Onu deniz kıyısında ediyordum, teninin deniz gibi parladığını... Ne kadar zaman saklanacağımızın bir önemi olmazdı. Onunla bir otel odasında tıkılı kalmak bile cennet gibi olurdu. Ona soracak o kadar çok sorum vardı ki... Onunla sonsuza kadar konuşabilir, hiç uyumadan, yanından hiç ayrılmayabilirdim.
    Şimdi yüzünü çok net görebiliyordum... Neredeyse sesini duyuyordum. Bütün bu korkuya ve ümitsizliğe rağmen çok mutluydum. Beni gerçeklerden uzaklaştıran hayallere o kadar dalmıştım ki geçen zamanın farkında değildim.
    "Hey, kaç numaraydı?"
    Şoförün sorusu beni gerçek hayata döndürdü ve hayallerimin rengini aldı. Sıra korku, sıkıntı ve endişedeydi.
    "Elli sekiz, yirmi bir." Sözcükler boğazımda düğümlendi. Şoför bana baktı, bir kriz geçirip geçirmediğimi anlamaya çalışıyordu.
    "O zaman geldik." Paranın üstünü istemeyeyim diye beni bir an önce arabasından indirmeye çalışıyordu.
    "Teşekkür ederim," dedim. Korkmamam için kendimi telkin ediyordum. Ev boştu. Acele etmeliydim; annem korkmuş bir şekilde beni bekliyordu, hayatı buna bağlıydı.
    Kapıya doğru koştum ve her zaman yaptığım gibi anahtarı almak için saçağın altına uzandım. Kapıyı açtım. İçerisi karanlık, boş ve normal görünüyordu. Mutfağın ışığını açarak telefona koştum. Beyaz tahtanın üzerinde küçük ve düzgün bir şekilde yazılmış on haneli bir telefon numarası vardı. Numaraları tuşlarken ellerim titriyordu. Telefonu kapatıp tekrar aramak zorunda kalmıştım. Bu sefer sadece tuşlara odaklanmıştım, her birine teker teker basmıştım. Sonunda başarmıştım. Titreyen elimle telefonu kulağıma götürdüm. Sadece bir kere çaldı.
    "Alo, Bella," dedi o rahat ses. "Çok hızlısın, çok etkilendim."
    "Annem iyi mi?"
    "O gayet iyi. Merak etme Bella, onunla hiç tartışmadık. Tabii eğer onunla yanlız geldiysen."
    "Yanlızım." Hayatım boyunca hiç bu kadar yanlız olmamıştım.
    "Çok iyi. Evinizin köşesinden döndüğün zaman bir bale stüdyosu var, biliyor musun?"
    "Evet, oraya nasıl gidileceğini biliyorum."
    "Pekâlâ, o zaman biraz sonra görüşürüz."
    Telefonu kapattım. Odadan çıkarak o yakıcı sıcağa çıktım.
    Eve dönüp bakmak için zamanım yoktu, zaten evi şu anda olduğu gibi görmek istemiyordum. Hoş, sığınacak bir yuvadan çok, korkunun bir simgesiydi. Bu tanıdık odalardan en son geçen adam benim düşmanımdı.
    Göz ucuyla, çocukken oynadığım büyük okaliptüs ağacına ve yeşermek üzere olan çiçeklere baktım. Her yerde annemi görüyordum.
    Anılar bugün gördüğüm gerçekliklerden çok daha güzeldi. Ama ben köşeyi döndüm ve herşeyi geride bırakarak onlardan kaçtım.
    Çok yavaş hareket ediyordum; sanki ıslak kumda koşuyordum. Sanırım gerçeklikten yeterince payımı alamamıştım. Birkaç kez tökezledim. Bir keresinde neredeyse düşüyordum. Son anda ellerimle kaldırımın kenarına tutundum. Sonunda köşeye gelmeyi başardım. Sadece bir sokak kalmıştı; çok terlemiştim ve soluk soluğa koşuyordum. Güneş yakıyordu; bu beyaz top başımın üzerinde beni kör edecek gibiydi. Kendimi çok korunmasız hissediyordum. Forks'un, yani evimin o yeşil koruyucu ormanlarını ne kadar çok özlemiştim.
    Son köşeden Cactus'e döndüğümde stüdyoyu görebiliyordum. Tıpkı hatırladığım gibiydi. Önümdeki park yeri boştu, pencerelerdeki dikey storların hepsi kapalıydı. Artık daha fazla koşamıyordum, nefes alamıyordum; gösterdiğim gayret ve korku beni alt etmişti. Hareket edebilmek, adım atabilmek için annemi düşünüyordum.
    Yakınlaştıkça kapının içindeki işareti görebiliyordum. Parlak pembe kağıtta el yazısıyla dans stüdyosunun bahar tatili nedeniyle kapalı olduğu yazıyordu. Kağıdın asılı olduğu kapıın kolunu dikkatlice indirdim. Kilitli değildi. Nefesimi tutarak içeri girdim.
    Lobi karanlık ve boştu, havalandırmadan ses geliyordu. Plastik sandalyeler duvara doğru istiflenmişti ve halı da şampuan kokuyordu. Aradaki camdan bar tarafındaki dans odasının karanlık olduğunu görebiliyordum. Doğu tarafındaki daha büyük olan dans odasında ışık vardı. Ama camdaki storlar kapalıydı.
    Sonra annemin sesini duydum.
    "Bella? Bella?" dedi panik içinde. Hemen sesin geldiği kapıya koştum.
    "Bella, ödümü koparttın! Bunu bana bir dah asla yapma!" dedi. Annem ben yüksek tavanlı odaya girerken.
    Annemin sesinin nerden geldiğini bulmaya çalışarak etrafıma bakınıyordum. Onun gülüşünü duydum ve tüylerim diken diken oldu.
    İşte orada, televizyon ekranındaydı, huzur içinde saçlarımı okşuyordu. Şükran günü'ydü ve ben on iki yaşındaydım. Ölmeden bir sene önce Kalifornia'daki büyükannemi görmeye gitmiştik. Plaja gittiğimiz bir gün ben iskeleden fazlasıyla sakmıştım. Bacaklarımla denge kurmaya çalışırken annem beni görmüştü. "Bella? Bella?" diye beni çağırmıştı korkuyla.
    Sonra televizyon ekranı bir anda mavi oldu.
    Yavaşça arkamı döndüm. Arka taraftaki çıkışta James hareketsiz duruyordu, bu yüzden onu hemen fark edemedim. Elinde uzaktan kumanda vardı. Uzun bir süre birbirimize baktık, o gülümsedi.
    Bana doğru yürüdü ve iyice yaklaştı. Sonra yanımdan geçip uzaktan kumandayı videanun yanına koydu. Onu izlemek için dikkatlice döndüm.
    "Bunun için üzgünüm Bella, ama annenin bu işe karışmış olmaması senin için daha iyi değil mi?" Sesi çok nazikti.
    Bir anda kafama dank etti. Annem güvendeydi. Hâlâ Florida'daydı ve mesajımı almamıştı. Şu karşımda duran kırmızı gözlü ve soluk benizli adam onu korkutmamıştı. O güvendeydi.
    "Evet," diye cevap verdim. Sesimde bir rahatlama vardı. "Seni kandırdığım için bana üzgün görünmüyorsun?"
    "Kızmadım." Bu kibirli tavrım bana cesaret verdi. Ne fark ederdi? Yakında herşey bitecekti. Annemle Charlie'ye bir zarar gelmeyecek ve korkmak zorunda kalmayacaklardı. İçimden bir ses gerginlik yaşamaktan aklımı yitireceğimi söylüyordu.
    "Çok garip. Bunları söylerken ciddisin." Koyu renk gözleri bana ilgiyle bakıyordu. Gözbebekleri neredeyse siyahtı, yanlızca kenarlarında hafifçe görünen koyu kırmızı bir renk vardı. Susamıştı. "Siz insanlar ne kadar tuhaf oluyorsunuz. Sanırım sizi izlemenin cazibesini şimdi daha iyi anlıyorum. Bazılarınızın kendi çıkarlarını hiç düşünmemeleri inanılmaz."
    Dikkatle bana bakıyor ve benden birkaç adım uzakta duruyordu. Ne yüzünde, ne de duruşunda tehditkâr bir şey vardı. O kadar normal duruyordu ki... Sadece beya teni ve artık alışkın olduğum yuvarlak gözleri vardı. Uzun kollu, soluk mavi bir tişört ve altına da solmuş bir kot giyinmişti.
    "Sanırım bana erkek arkadaşının öcünü alacağını söyleyeceksin?" dedi.
    "Hayır, hiç sanmıyorum. En azından ona bunu yapmamasını söyledim."
    "Peki, o ne cevap verdi?"
    "Bilmiyorum." Bu nazik avcıyla sohbet etmek nedense çok kolaydı. "Ona bir mektup bıraktım."
    "Ne kadar da romantik; son mektup! Sence buna saygı gösterecek mi?" Sesi biraz sertleşmişti. Kibar konuşmasının altında alaylı bir ifade de vardı.
    "Umarım."
    "Hımm. O zaman isteklerimiz farklı. Görüyorsun, bu çok kolay ve çok çabuk oldu. Dürüst olmak gerekirse hayal kırıklığına uğradım. Bana kafa tutmanı beklerdim ve bütün bu olanlardan sonra ihtiyacım olan tek şey biraz şanstı."
    Sessizce bekledim.
    "Victoria, babana ulaşamadığı zaman ondan seninle ilgili daha fazla bilgi toplamasını istedim. Kendi seçtiğim yerde seni beklemek varken peşinden bütün dünyayı gezmenin bir anlamı yoktu. Victoria'yla konuştuktan sonra Phoenix'e gelip annene uğramayı düşündüm. Eve gittiğini söyledğini duydumi ilk önce gerçekten eve gideceğini hiç düşünmedim. Ama sonra düşündüm ki insanlar tahmin edilebilir davranışlar sergilerler; tanıdık ve güvenli bir yerde olmak isterler. Saklanırken gideceğin en son yerin, bulunacağını söylediğin yer olması çok hoş bir hile değil mi?
    "Ama tabii ki bundan emin değildim, bu sadece bir histi. Genellikle avımla ilgili birşeyler hissederim; altıncı his gibi bir şeydir bu. Annenin evine gittiğimde mesajını dinledim ama tabii ki nereden aradığını anlayamadım. Numaranın bende olması çok işime yaradı. Ama sen Antarktika'da da olabilirdin ve eğer yakınlarda bir yerlerde olmasaydın bu oyunum işe yaramazdı.
    "Sonra erkek arkadaşın Phoenix'e gelen bir uçağa bindi. Victoria onları benim için izliyordu. Tabii ki bu kadar fazla oyuncunun bulunduğu bir oyunda yalnız çalışamazdım. Sonra bana umduğum şeyi, senin burada olduğunu söylediler. Ben de hazırlandım, evdeki filmlerin hepsini izledim. Sonra işim sadece blöf yapmaya kalmıştı.
    "Çok kolay oldu biliyor musun? Benim standartlarıma uymayacak kadar kolay oldu. Umarım erkek arkadaşın konusunda yanılıyorsundur. Edward'dı değil mi?"
    Cevap vermedim. İçimdeki cesaret giderek azalıyordu. Başarısızlığımı seyretmekten aldığım zevkin sonuna geldiğini hissediyordum. Aslında bu benim için geçerli değildi. Beni yenmekle bir zafer kazanılamazdı, ben alt tarafı zayıf bir insandım.
    "Edward'ın için bir mektup bırakmamın senin için bir sakıncası var mı ?"
    "Bir adım geri attı ve avuç içi kadar bir kamerayı müzik setinin üzerine koydu. Küçük kırmızı bir ışık kameranın açık olduğunu gösteriyordu. Kamerayı geniş açıya alarak birkaş ayarlama yaptı. Korku içinde ona bakıyordum.
    "Üzgünüm ama bunu izledikten sonra benim peşime düşmemesi imkansız. Onun hiçbir şeyi kaçırmasını istemem. Sen ne yazık ki sadece yanlış yerde, yanlış zamanda ve kesinlikle yanlış bir grupla koşmakta olan bir insansın."
    Gülümseyerek bana yaklaştı. "Başlamadan önce..."
    O konuşurken midemin bulandığını hissediyordum. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim.
    "Sadece biraz başına kakmak istiyorum hepsi bu. Cevap orada öylece duruyordu. Edward'ın bunu anlayıp eğlencemi bozmasından korktum. Bu, yıllar önce bir kere daha oldu. Avımın benden kaçtığı tek durumdu.
    "Küçük kurbanına dayanamayan bir vampir, Edward'ın vermekte zorlandığı kararı vermişti. Yaşlı olan, küçük arkadaşının peşinde olduğumu öğrendiğinde çalıştığı akıl hastanesinden o kızı kaçırdı. Vampirlerin siz insanlara karşı olan bu takıntısını hiçbir zaman anlayamamışımdır. Onun serbest bırakır bırakmaz güvende olmasını sağladı. Acıyı hissetmiş gibi görünmüyordu bile, zavallı ufaklık. O karanlık delikte o kadar uzun süre kalmıştı ki... Yüzyıl önce olsa gördüğü hayaller yüzünden kazığa bağlanıp yakılırdı. Bin dokuz yüz yirmilerde akıl hastaneleri, şok tedavileri vardı. Ona verilen yeni gençliğin tazeliğiyle gözlerini açtığında, sanki güneşi daha önce hiç görmemiş gibiydi. Yaşlı vampir onu güçlü ve yeni bir vampir haline getirmişti; o zaman da benim ona dokunmak için bir sebebim kalmamıştı," dedi iç geçirerek. "Yaşlı olandan intikamım acı oldu. "
    "Alice," dedim şaşkınlıkla.
    "Evet, o küçük arkadaşın." Onu beyzbol oynarken gördüğümde şaşırdım. Sanırım onun grubu bu deneyim sonrası huzur bulmuştu. Ben seni aldım ama onlar da Alice'i aldı. Benden kaçmayı beceren tek kurban, bu büyük bir onur... Ama o da o kadar güzel kokuyordu ki. Onun tadına bakamadığım için hala pişmanlık duyarım. Kusura bakma ama senden bile daha güzel kokuyordu. Sen de güzel kokuyorsun. Çiçek gibi..."
    Bana bir adım daha yaklaştı, aramızda sadece birkaç santimetre kalmıştı. Saçımı kokladı, soğuk parmak uçlarını boğazımda hissetmiştim; yanağımı okşamak için uzandı. Koşup kaçmayı o kadar çok istiyordum ki ama donup kalmıştım. Kenara bile çekilemedim.
    "Hayır, " diye söylendi, kendi kendine elini çekerken. "Anlamıyorum," dedi iç geçirerek. "Sanırım işimize baksak iyi olacak. Sonra arkadaşlarını arayıp seni nerede bulabileceklerini söyleyebilirim ve tabii bu küçük mesajımı da onlara iletebilirim."
    Şimdi gerçekten midem bulanıyordu. Acı yaklaşmaktaydı, bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Ona galip gelmek, beslenmek yetmeyecekti. Beklediğim gibi çabuk bir son olmayacaktı. Dizlerim titremeye başladı, düşecektim.
    Bir adım geri çekildi ve etrafımda yürümeye başladı. Sanki bir müzedeki heykeli inceliyormuş gibiydi. Nereden başlayacağına karar verirken yüzünden hala olumlu bir ifade vardı.
    Birden bire hızla öne doğru atladı ve oturdu, yüzündeki gülümseme giderek genişliyordu, aslında bu bir gülüşten çok parlak dişlerini gösterme çabasıydı.
    Kendime engel olamadım ve koşmaya çalıştım. Bunun işe yaramayacağını biliyordum. Çok yorgundum zaten, iyice paniğe kapıldım ve acil çıkış kapısının orada yakalandım.
    Hemen önümde belirmişti. Nasıl bu kadar hızlı gelmişti yanıma, anlamadım. Göğsüme bir darbe indirdi, arkayadoğru uçmuş, başımı da aynalara doğru çarpmıştı. Cam kırılmıştı ve parçalar üzerime yağdı.
    Acıyı hissetmeyecek kadar şaşkındım. Nefes alamıyordum. Yavaş yavaş bana doğru gelmeye başladı.
    "Bu çok hoş," dedi etrafımdaki camları incelerken. "Bu odanın kısa filmim için fazla dramatik olacağını düşünmüştüm. Seninle de bu yüzden burada buluşmayı istedim. Mükemmel bir fikir öyle değil mi?"
    Onu duymazdan geldim, dizlerim ve ellerimin üzerinde emekleyerek diğer kapıya doğru gidiyordum.
    Bi hamlede üzerimdeydi, ayağıyla sertçe bacağıma basıyordu ve bacağımın kırılma sesini duyarak acı içinde bağırdım. Üzerimdeydi ve gülümsüyordu.
    "Son dileğini tekrar düşünmek ister misin?" diye sordu neşeli bir şekilde. Parmağıyla kırık bacağımı dürttü ve korkunç bir çığlık duydum. Sonra bu çığlığın bana ait olduğunu fark ettim.
    "Edward'ın beni bulmaya çalışmasını istemez miydin?" diye sordu.
    "Hayır," diye bağırdım boğuk bir sesle. "Hayır, Edward böyle bir şeyi asla..." sonra yüzüme bir darbe aldım ve kırık camların oraya savruldum.
    Bacağımın acısının yanında başımın da kesildiğini hissettim. Saçlarımın arasından sıcak sıcak kanlar akmaya başladı yoksa üzerim ıslanmıştı, zemine birşeylerin damladığını hissediyordum. Bunun kokusu midemi iyice bulandırdı.
    Mide bulantısı ve baş dönmesinin arasında bana ümit veren birşey gördüm. Önceden sadece istekli olan gözleri şimdi kontrol edilemez bir ihtiyaçla yanıyordu. Beyaz tişötünden akıp yerde küçük bir havuz oluşturan koyu renkli kan, onu susuzluktan delirtiyordu. Asıl niyeti ne olursa olsun bunu daha fazla erteleyemeyecekti.
    Akan kanla birlikte bilincimi de yitiriyordum. Tek dileğim bu işin bir an önce bitmesiydi. Gözlerim kapanıyordu. Son bir ses duydum ve kapanmak üzere olan gözlerimin aralığından bana doğru yaklaşan koyu bir gölge görüyordum. Son bir çabayla yüzümü korumak için elimi kaldırdım. Gözlerim kapandı ve kendimden geçtim.

      Forum Saati Paz Mayıs 12, 2024 9:54 pm