Twilight 16.Bölüm
16.CARLISLE
Carlisle’ın ofisi olduğunu söylediği odanın önüne geri döndük. Bir an odanın kapısının önünde durdu.
“İçeri girin,” diyerek bizi davet etti Carlisle.
Edward kapıyı, daha yüksek tavanlı ve pencereleri batıya bakan bir odaya açtı. Duvarlar daha koyu renk lambri kaplıydı. Duvarların büyük bir bölümünü kitap rafları kaplıyordu. Şimdiye kadar kütüphaneler dışında bu kadar çok rafı bir arada gördüğüm olmamıştı hiç.
Carlisle büyük bir maun masanın arkasında, deri bir sandalyede oturuyordu. Elindeki kalın kitabın arasına bir ayraç yerleştirdi. Oda her zaman hayal ettiğim, bir üniversite dekanının odasına benziyordu, ama Carlisle dekan olmak için fazla genç görünüyordu.
“Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu tatlı bir sesle, oturduğu yerden kalkarak.
“Bella’ya tarihimizden bir şeyler göstermek istiyordum,” dedi Edward. “Daha doğrusu senin tarihinden.”
“Sizi rahatsız etmek istemezdik,” dedim özür dileyerek.
“Rahatsız etmiyorsunuz. Nereden başlamak istersiniz?”
“Waggoner’dan,” diye cevap verdi Edward elini omzuma koyarak. Sonra beni içinden geçtiğimiz kapıya doğru çevirdi. Bana en sıradan dokunuşunda bile yüreğim çarpıyordu. Carlisle yanımızdayken daha da utanç vericiydi bu.
Şu anda karşımızda duran duvar diğerlerinden farklıydı. Burada kitap rafları yerine kimi canlı renklerde, kimi siyah beyaz, değişik boyutlarda bir sürü resim vardı. Bu koleksiyonda ortak bir nokta, bir tema aradım ama hiçbir şey bulamadım.
Edward beni sol tarafa çekti. Beni sade tahta çerçeveli, küçük, kare bir yağlı boya resmin önüne getirdi. Bu, büyük ve gösterişli parçaların yanında biraz sönük kalıyordu. Bu resimde koyu kahve tonları ağırlıktaydı, üzerinde dik çatılı evlerden oluşan küçük bir şehir ve serpiştirilmiş birkaç kule vardı. Arka planı geniş bir nehir kaplıyordu, bu nehrin üzerindeki köprü küçük katedraller gibi görünen yapılarla çevrelenmişti.
“1650’lerin sonlarındaki Londra,” dedi Edward.
“Gençliğimin Londra’sı,” diye ekledi Carlisle birkaç adım gerimizden. Birden irkildim, bize yaklaştığını duymamıştım. Edward elimi sıktı.
“Hikâyeyi anlatır mısın?” dedi Edward. Carlisle’nin tepkisini görmek için ona döndüm.
Bana bakıp gülümsedi. “Çok isterdim,” dedi. “Ama geç kalıyorum. Bu sabah hastaneden aradılar, Doktor Snow bugün izinliymiş. Hem sen de hikâyeleri en az benim kadar iyi biliyorsun,” dedi Edward’a gülümseyerek.
Çok garip bir durumdu. Kasaba doktorunun günlük, sıradan sorunları, on yedinci yüzyılın başlarındaki Londra’yla kesişmişti.
Bana dönüp bir kez daha sımsıcak gülümsedi ve odadan çıktı. Uzun bir süre Carlisle’ın memleketinin resmine baktım.
“O zaman ne olmuş?” diye sordum sonunda Edward’a bakarak. “Yani ona olanları anladığı zaman?”
Resimlere döndü, ben de ilgisini çeken resme baktım. Solgun sonbahar renklerinde büyük bir manzara resmiydi. Bir ormanın içinde gölgeli bir çayırlık ve ilerisinde de dik bir tepe görünüyordu.
“Neye dönüştüğünü anlayınca,” dedi Edward alçak sesle, “buna isyan etmiş. Kendini yok etmeye çalışmış. Ama bu hiç de kolay değilmiş elbette.”
“Nasıl?” Bunu yüksek sesle söylemek istememiş, ağzımdan kaçırmıştım.
“Çok yüksek bir yerden atlamış,” dedi Edward, sesi ifadesizdi. “Kendini okyanusta boğmaya çalışmış, ama bu yeni hayal için çok genç ve güçlüymüş. Buna karşı koyabilmesi inanılmaz bir şey… yani beslenmek… bu kadar yeniyken. Böyle bir durumda bu içgüdü çok daha güçlüdür, her şeyi alt eder. Ama kendinden o kadar tiksinmiş ki, aç kalarak kendini öldürmeye çalışmış.”
“Bu mümkün mü?” diye mırıldandım zor duyulur bir sesle.
“Hayır, bizi öldürebilecek çok az yol var.”
Soru sormak için tam ağzımı açıyordum ki o benden önce konuşmaya başladı.
“Çok acıkmış, sonunda güçsüz düşmüş. İnsanlardan elinden geldiği kadar uzak durmaya çalışmış, bu sırada iradesinin de giderek zayıfladığını fark etmiş. Aylarca geceleri sokaklarda dolaşmış, kendinden nefret ederek tenha yerler aramış.
“Bir gece bir vahşi geyik sürüsü saklandığı yere gelmiş. Carlisle
o kadar susamış ki, hiç düşünmeden geyiklere saldırmış. Gücü yerine gelmiş, korktuğu o canavara dönüşmek zorunda olmadığını anlamış. Daha önce hiç geyik eti yememiş. Birkaç ay sonra bu yeni felsefesini sağlamlaştırmış. Şeytana dönüşmeden de hayatını sürdürebilmiş. Kendini yeniden bulmuş.
“Zamanını daha verimli şeylere harcamaya başlamış. Carlisle çok akıllı ve öğrenmeye açık biridir. Önünde sınırsız bir zaman uzanıyormuş. Akşam çalışıyor, sabahları plan yapıyormuş. Fransa’ya yüzmüş ve…”
“Fransa’ya mı yüzmüş?”
“İnsanlar Kanal’ı yüzerek geçerdi Bella,” diye hatırlattı bana.
“Sanırım haklısın. Ama bir an bu konunun içinde bana komik geldi. Devam et.”
“Yüzmek bizim için çok kolay…”
“Sizin için her şey çok kolay,”diye sözünü kestim. Gülümsedi, yüzünden eğlendiği belli oluyordu. “Bir daha sözünü kesmeyeceğim, söz veriyorum.” Gizemli bir şekilde güldü ve cümlesini bitirdi. “Çünkü teknik olarak, bizim nefes almaya ihtiyacımız yok.”
“Yani siz…”
“Hayır, hayır söz verdin,” dedi gülerek, soğuk parmağını dudaklarıma değdirdi. “Hikâyeyi duymak istiyor musun istemiyor musun?”
“Bana böyle bir şey söyleyip de bunun karşısında susmamı bekleyemezsin,” dedim parmaklarının arasından.
Elini kaldırdı ve boynuma koydu. Kalp atışlarım hızlandı ama ısrarlıydım.
“Nefes almak zorunda değil misiniz?” diye sordum.
“Hayır, buna gerek yok. Bu yalnızca alışkanlık,” dedi omuz silkerek.
“Peki siz… nefes almadan ne kadar zaman dayanabiliyorsunuz?”
“Sanırım sonsuza kadar, bilmiyorum. Koku almadan yaşamak biraz tuhaf oluyor.”
“Biraz tuhaf oluyor,” diye onu taklit ettim.
Kendi ifademe hiç dikkat etmiyordum, ama bir şeyin canını sıktığı belliydi. Eli yanına düştü ve hareketsiz durdu, gözleri yüzüme kilitlenmişti. Sessizlik giderek uzadı. Bir heykel gibi öylece duruyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım buz gibi yüzüne dokunarak.
Yüzü elimin altında yumuşadı, derin derin içini çekti.
“Bunu bekliyordum.”
“Neyi?”
“Bir noktada sana söylediğim bir şey ya da senin gördüğün bir şey sana fazla gelecekti. Sonra benden çığlıklar atarak kaçacaktın.” Yarım ağızla güldü ama gözleri ciddiydi. “Seni durdurmayacağım. Zaten bunun olmasını istiyordum çünkü güvende olmanı istiyorum. Ama yine de seninle birlikte olmak istiyorum. Bu iki arzunun bir arada olması imkânsız…” Yüzüme baktı ve beklemeye başladı.
“Ben hiçbir yere kaçmıyorum,” dedim.
“Göreceğiz,” dedi gülümseyerek.
Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Devam et, Carlisle Fransa’ya yüzüyordu.”
Birden durdu ve geçmişe geri döndü. Gözleri en renkli resme kaydı, bu resim en büyük ve en süslü çerçevesi olan resimdi. Yanında durduğu kapının iki katıydı. Tuval parlak figürlerle dolup taşıyor, renkler uzun sütunlardan ve mermer balkonlardan kıvrılarak geçiyordu. Bu resim Yunan mitolojisini mi temsil ediyordu, yoksa bulutların üzerindeki karakterler İncil’e mi bir gönderme yapıyordu tam olarak bilemiyordum.
“Carlisle Fransa’ya yüzdü, oradan Avrupa’ya oradaki üniversitelere devam etti. Akşamları müzikle, bilimle, tıpla ilgileniyor, tutkusunu ve kefaretini bunlarda, insanların hayatlarını kurtarmakta buluyordu.” Yüzünde korkuyla karışık bir hayranlık ifadesi belirdi. “Sana bu savaşı anlatmam mümkün değil, Carlisle’nin kendini tam anlamıyla kontrol edebilmesi iki yüz yılını almış. Artık insan kanına alışkın ve sevdiği işi acı çekmeden rahatlıkla yapabiliyor. Hastanede huzur buluyor.” Edward uzun uzun boşluğa baktı. Birden amacını hatırladı. Önümüzde duran büyük tabloya parmağıyla dokundu.
“Diğerlerini keşfettiğinde İtalya’da okuyormuş. Onlar Londra kanalizasyonunda yaşayanlardan çok daha eğitimli ve medenilermiş.”
En yüksek balkondan aşağılarındaki kargaşaya bakan sakin dörtlü figüre dokundu. Bu grubu dikkatle inceledim ve şaşkın bir gülüşle altın rengi saçlı adamı tanıdım.
“Solimena Carlisle’ın arkadaşlarından çok etkilenmiş. Onları çoğunlukla tanrılar gibi resmetmiş,” dedi Edward gülerek. “Aro, Marcus, Caius,” dedi üçünü göstererek. İki tanesi siyah saçlı, bir tanesi de kar gibi beyaz saçlıydı. “Sanatın akşam efendileri.”
“Onlara ne olmuş?” dedim. Parmak ucum tuvaldeki figürlere sadece birkaç santim uzaklıktaydı.
“Hala oradalar,” dedi omuz silkerek. “Kim bilir kaç bin yıldır oldukları yerde. Carlisle onlarla kısa bir süre beraber olmuş, yirmi, otuz yıl kadar. Nezaketlerini, zarafetlerini çok takdir etmiş ama Carlisle’ın, onların tabiriyle ‘doğal besin kaynağından’ nefretini tedavi etmeye çalışmışlar. Onu ikna etmeye çalışmışlar, Carlisle da onları boşuna ikna etmeye çalışmış. Sonra Carlisle Yeni Dünya’yı denemeye karar vermiş. Kendisi gibi birilerini bulmayı hayal etmiş, çünkü çok yalnızmış.
“Uzun süre kimseyi bulamamış. Ama canavarlar masalların malzemesi haline geldiklerinde, ondan şüphelenmeyecek insanlarla, sanki onlardanmış gibi iletişim içine girebilirmiş. Tıp alanında çalışmaya başlamış. Ama özlem duyduğu arkadaşlıktan hep kaçmış, samimi olma riskine giremezmiş.
“Grip salgını başladığında, geceleri Chicago’daki bir hastanede çalışıyormuş. Birkaç yıldır üzerinde düşündüğü bir fikir varmış, bunu uygulamaya karar vermiş. Şimdiye kadar bir arkadaş bulamadığına göre, onu kendi yaratmaya karar vermiş. Kendi değişiminin nasıl olduğu konusunda kesin bir fikri yokmuş, bu yüzden çekiniyormuş. Kendi hayatının çalınma biçiminden nefret ediyormuş. Sonra beni bulmuş. Benim için hiçbir ümit yokmuş, bir koğuşta ölmeyi bekliyormuşum. Annemle babamı aramış, sonunda yalnız olduğumu öğrenmiş. O da denemeye karar vermiş…”
Sesi artık neredeyse bir fısıltı gibi çıkıyordu. Boş gözlerle batıdaki camlara bakıyordu. Aklından neler geçtiğini çok merak ediyordum. Carlisle’ın anıları mı yoksa kendininkiler mi? Sessizce bekledim.
Bana döndüğünde zarif bir melek gülümsemesi yüzünü aydınlatıyordu.
“İşte böylece bir aile olduk,” dedi.
“O zamandan beri Carlisle’la birlikte misin?”
“Aşağı yukarı evet.” Elini belime koydu ve odadan çıkarken beni de yanında götürdü. Başımı döndürüp duvardaki resimlere baktım; acaba bir daha bunların hikâyelerini duyabilecek miyim diye merak ettim.
Koridordan geçerken Edward hiçbir şey söylemedi. “Aşağı yukarı mı?”
İçini çekti, cevap vermeye pek istekli görünmüyordu. “Doğumumdan, yani yaratılışımdan yaklaşık on yıl sonra klasik bir ergenlik dönemi yaşadım. Onun, bu kendini her şeyden mahrum bıraktığı hayatına alışamadım, iştahımı kaçırdığı için nefret ettim. Bu yüzden bir süre yalnız yaşadım.”
“Gerçekten mi?” dedim. Bu hikâyeyi korkutucu değil ilginç bulmuştum.
Bana söyleyebilirdi. Diğer basamaklara ulaştığımızı fark ettim ama açıkçası çevremdeki şeylerle fazla ilgilenmiyordum.
“Bu seni iğrendirmiyor mu?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Sanırım… bu bana mantıklı geliyor.”
Bir kahkaha patlattı, o zamana dek hiç bu kadar yüksek sesle güldüğünü duymamıştım. Şimdi merdivenlerin başındaydık, başka bir lambri kaplı koridorun başında.
“Yeni doğumumdan beri insan olsun ya da olmasın, etrafımdaki herkesin ne düşündüğünü bilmek gibi bir avantajım var. İşte bu yüzden Carlisle’a başkaldırmam on yılımı aldı, onun içtenliğini, neden öyle yaşamayı seçtiğini anlayabiliyordum.
“Carlisle’a dönmem ve onun hayat anlayışına tekrar kendimi adamam yalnızca birkaç yılımı aldı. Beraberinde vicdanı getiren o bunalımı yaşamayacağımı düşünmüştüm. Avımın düşüncelerini okuyabildiğimden, masumları atlayıp sadece kötülerin peşinden gidiyordum. Karanlık bir sokakta genç bir kıza saldıran katili takip edersem ve kızın hayatını kurtarırsam o zaman kesinlikle çok kötü biri olmuyordum.”
Tarif ettiği şeyi zihnimde canlandırdığımda tüylerim ürperdi. Karanlık bir sokak, korkmuş bir kız ve arkasında duran kötü bir adam. Edward, yani avlanan Edward, genç bir tanrı olarak korkunç, görkemli ve durdurulamazdı. Acaba o kız Edward’a minnettar mı olmuştu yoksa daha da mı korkmuştu?
“Zaman geçtikçe gözlerimdeki canavarı görmeye başladım. Bunları aklayabilsem de, -canına kıydığım insanların borcunu üzerimde hissediyordum. Ben de Carlisle ve Esme’ye gittim. Bana yine kucak açtılar. Bu kadarını düşünememiştim.”
Koridordaki son kapının önünde durduk.
“Benim odam,” dedi kapıyı açarak. Beni odaya soktu.
Odası güneye bakıyordu, aşağıdaki odada olduğu gibi odada yere kadar cam vardı. Evin arkası tamamen cam kaplı olmalıydı. Odanın manzarası Olympic Dağı’nın eteklerinde akan, Sol Due Nehri’ne bakıyordu. Dağlar tahmin edebileceğimden çok daha yakındı.
Batıya bakan duvarda baştan aşağıya CD’lerle dolu raflar vardı. Odası bir müzik marketten daha donanımlıydı. Köşede çok gösterişli bir ses sistemi vardı, benim dokunmaya cesaret edemeyeceğim türden bir şeydi, çünkü dokunursam bir yerlerini bozardım mutlaka. Odada yatak yoktu, sadece geniş ve şık siyah bir koltuk vardı. Yerler altın rengi kalın bir halıyla duvarlar da koyu renkli ağır kumaşla kaplıydı.
“Akustiği çok iyi?” dedim.
Güldü ve evet der gibi başını salladı.
Bir uzaktan kumada aldı ve müzik setini açtı. Oda sessizdi ama bir anda sanki grup odada çalışıyormuş gibi jazz müzik duyuldu. İnsanı şaşkına çeviren müzik koleksiyonuna doğru gittim.
“Bunları neye göre düzenledin?” diye sordum. Başlıklara baktığımda hiçbir uyum göremedim.
Beni dinlemiyor gibiydi.
“Yıllarına ve elbette kişisel tercihlerime göre,” dedi dalgın dalgın.
Ona döndüm, yüzünde tuhaf bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Ne?”
“Rahatlamamı anlayabiliyorum… Yani her şeyi bilmen ve senden gizlediğim bir şey olmaması konusunda. Ama bundan daha fazlasını beklemiyordum. Bu hoşuma gitti. Bu beni mutlu etti,” dedi gülümseyerek.
“Buna sevindim,” dedim onun gülümsemesine karşılık vererek. Bana bunları anlattığına pişman olmasından şüpheleniyordum. Bunun böyle olması çok iyiydi.
Beni inceledikten sonra gülümsemesi kayboldu ve alnı karıştı.
“Şimdi buradan koşarak çıkmamı ve çığlık atmamı bekliyorsun değil mi?” dedim.
Hafifçe gülümseyerek başını salladı.
“Havanı söndürmek istemem ama sen gerçekten düşündüğün gibi korkunç biri değilsin. Seni hiç korkunç bulmuyorum,” diye yalan söyledim.
Durdu ve buna inanmıyormuş gibi, küstah bir şekilde kaşlarını kaldırdı. Kocaman, hain bir gülümseme yüzünü kapladı. “Bunu söylememeliydin,” dedi gülerek.
Boğazının derinliklerinden homurtuya benzer bir ses çıkarttı, dudaklarını gererek kusursuz dişlerini ortaya çıkardı. Duruşunu değiştirdi, şimdi hafif kambur, saldırıya geçmek üzere bekleyen bir aslan gibiydi.
Gözlerimi ondan ayırmayarak hafifçe geri gittim. “Bunu yapmayacaksın herhalde.”
Öyle hızlıydı ki, bana doğru atıldığını görmedim. Kendimi bir anda havada buldum, sonra koltuğa çarptık, koltuk da duvara çarptı. Bunlar olurken kolları üzerimde demir bir kafes gibi beni korumuştu, sıkışıp kalmıştım. Doğrulmaya çalışırken soluk soluğaydım.
O soluk soluğa değildi. Beni göğsüne bastırdı, demir zincirlerden daha sıkı tutuyordu. Panik içinde ona baktım, ama o sakin görünüyordu. Gülümsediğinde kaskatı çenesi biraz gevşedi, gözleri eğlenmiş gibi parlıyordu.
“Ne diyordun?” dedi alaylı bir şekilde.
“Senin ne kadar korkunç bir canavar olduğundan bahsediyordum,” dedim, alaycı konuşmaya çalışmıştım ama sesim titrek çıkıyordu.
“Böyle daha iyi,” dedi beni onaylayarak.
“Hımm,” dedim çırpınarak. “Artık kalkabilir miyim?”
Gülümsedi.
“İçeri girebilir miyiz?” diye seslendi yumuşak bir ses koridordan.
Kendimi Edward’ın kollarından kurtarmak için çabaladım ama Edward beni öyle bir hale getirdi ki kucağında oturuyor gibi göründüm. Gelen Alice’ti, arkasında da Jasper vardı. Yanaklarım utançtan kıpkırmızı oldu, Edward çok rahat görünüyordu.
“Devam et,” dedi Edward, hala gülüyordu.
Alice sarılmamızda bir gariplik yokmuş gibi davranıyordu, odanın ortasına doğru dans gibi yürüdü, yere oturdu, hareketleri o kadar zarifti ki… Jasper ise kapının önünde yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle durup kalmıştı. Edward’ın yüzüne baktı, havayı koklayıp koklamadığını merak ettim.
“Sanki sen Bella’yı öğle yemeği için ayırmışsın, biz de bizimle paylaşıp paylaşmayacağını sormak için gelmiş gibi olduk,” dedi Alice.
Birden kaskatı kesildim. Edward’ın Alice’in söylediklerine mi yoksa benim verdiğim tepkiye mi güldüğünü anlayamadım.
“Affedersin, sizinle paylaşacak kadar yok,” diye cevap verdi. Bu sırada beni sımsıkı tutuyordu.
“Aslında,” dedi Jasper gülümseyerek odaya girerken, “Alice; bu gece korkunç bir fırtına olacağını söylüyor ve Emmett da top oynamak istiyor. Sen de oynar mısın?”
Kullandığı sözcükler çok sıradandı ama içinde bulunduğu durum kafamı karıştırıyordu. Alice’in bir hava durumu spikerinden çok daha güvenilir olduğunu anlamıştım.
Edward’ın gözleri parladı ama yine de tereddüt eder gibiydi.
“Elbette Bella’yı da getirebilirsin,” dedi Alice. Jasper’ın Alice’e bir bakış attığını fark ettim.
“Gelmek ister misin?” diye sordu Edward heyecanla.
“Tabii.” Böyle bir yüzü nasıl hayal kırıklığına uğratırdım?
“Peki nereye gidiyoruz.”
“Top oynamak için şimşeği beklemek zorundayız, nedenini daha sonra anlarsın,” dedi.
“Şemsiyeye ihtiyacım olacak mı?”
Üçü de kahkahalarla gülmeye başladılar.
“İhtiyacı olacak mı?” diye sordu Jasper, Alice’e.
“Hayır,” dedi Alice. “Fırtına kasabayı etkileyecek. Orman kuru kalacak…”
“Peki öyleyse.” Jasper’ın sevinci şaşırtıcıydı. Ben de korkudan çok heyecan duyuyordum.
“Gidip Carlisle’ın gelip gelmeyeceğine bakalım.” Alice ayaklandı ve balerinleri bile kıskandıracak bir şekilde kapıya doğru yürüdü.
“Sanki bilmiyorsun,” diye dalga geçti Jasper. Hepsi birlikte hızla odadan çıktılar. Jasper göze çarpmayacak bir şekilde odanın kapısını kapattı.
“Ne oynayacağız?” diye sordum.
“Sen izleyeceksin,” dedi Edward. “Beysbol oynayacağız.”
“Vampirler beysbol severler mi?” dedim gözlerimi devirerek.
“Bu Amerikalıların geçmişi,” dedi yarı şaka yarı ciddi.
16.CARLISLE
Carlisle’ın ofisi olduğunu söylediği odanın önüne geri döndük. Bir an odanın kapısının önünde durdu.
“İçeri girin,” diyerek bizi davet etti Carlisle.
Edward kapıyı, daha yüksek tavanlı ve pencereleri batıya bakan bir odaya açtı. Duvarlar daha koyu renk lambri kaplıydı. Duvarların büyük bir bölümünü kitap rafları kaplıyordu. Şimdiye kadar kütüphaneler dışında bu kadar çok rafı bir arada gördüğüm olmamıştı hiç.
Carlisle büyük bir maun masanın arkasında, deri bir sandalyede oturuyordu. Elindeki kalın kitabın arasına bir ayraç yerleştirdi. Oda her zaman hayal ettiğim, bir üniversite dekanının odasına benziyordu, ama Carlisle dekan olmak için fazla genç görünüyordu.
“Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu tatlı bir sesle, oturduğu yerden kalkarak.
“Bella’ya tarihimizden bir şeyler göstermek istiyordum,” dedi Edward. “Daha doğrusu senin tarihinden.”
“Sizi rahatsız etmek istemezdik,” dedim özür dileyerek.
“Rahatsız etmiyorsunuz. Nereden başlamak istersiniz?”
“Waggoner’dan,” diye cevap verdi Edward elini omzuma koyarak. Sonra beni içinden geçtiğimiz kapıya doğru çevirdi. Bana en sıradan dokunuşunda bile yüreğim çarpıyordu. Carlisle yanımızdayken daha da utanç vericiydi bu.
Şu anda karşımızda duran duvar diğerlerinden farklıydı. Burada kitap rafları yerine kimi canlı renklerde, kimi siyah beyaz, değişik boyutlarda bir sürü resim vardı. Bu koleksiyonda ortak bir nokta, bir tema aradım ama hiçbir şey bulamadım.
Edward beni sol tarafa çekti. Beni sade tahta çerçeveli, küçük, kare bir yağlı boya resmin önüne getirdi. Bu, büyük ve gösterişli parçaların yanında biraz sönük kalıyordu. Bu resimde koyu kahve tonları ağırlıktaydı, üzerinde dik çatılı evlerden oluşan küçük bir şehir ve serpiştirilmiş birkaç kule vardı. Arka planı geniş bir nehir kaplıyordu, bu nehrin üzerindeki köprü küçük katedraller gibi görünen yapılarla çevrelenmişti.
“1650’lerin sonlarındaki Londra,” dedi Edward.
“Gençliğimin Londra’sı,” diye ekledi Carlisle birkaç adım gerimizden. Birden irkildim, bize yaklaştığını duymamıştım. Edward elimi sıktı.
“Hikâyeyi anlatır mısın?” dedi Edward. Carlisle’nin tepkisini görmek için ona döndüm.
Bana bakıp gülümsedi. “Çok isterdim,” dedi. “Ama geç kalıyorum. Bu sabah hastaneden aradılar, Doktor Snow bugün izinliymiş. Hem sen de hikâyeleri en az benim kadar iyi biliyorsun,” dedi Edward’a gülümseyerek.
Çok garip bir durumdu. Kasaba doktorunun günlük, sıradan sorunları, on yedinci yüzyılın başlarındaki Londra’yla kesişmişti.
Bana dönüp bir kez daha sımsıcak gülümsedi ve odadan çıktı. Uzun bir süre Carlisle’ın memleketinin resmine baktım.
“O zaman ne olmuş?” diye sordum sonunda Edward’a bakarak. “Yani ona olanları anladığı zaman?”
Resimlere döndü, ben de ilgisini çeken resme baktım. Solgun sonbahar renklerinde büyük bir manzara resmiydi. Bir ormanın içinde gölgeli bir çayırlık ve ilerisinde de dik bir tepe görünüyordu.
“Neye dönüştüğünü anlayınca,” dedi Edward alçak sesle, “buna isyan etmiş. Kendini yok etmeye çalışmış. Ama bu hiç de kolay değilmiş elbette.”
“Nasıl?” Bunu yüksek sesle söylemek istememiş, ağzımdan kaçırmıştım.
“Çok yüksek bir yerden atlamış,” dedi Edward, sesi ifadesizdi. “Kendini okyanusta boğmaya çalışmış, ama bu yeni hayal için çok genç ve güçlüymüş. Buna karşı koyabilmesi inanılmaz bir şey… yani beslenmek… bu kadar yeniyken. Böyle bir durumda bu içgüdü çok daha güçlüdür, her şeyi alt eder. Ama kendinden o kadar tiksinmiş ki, aç kalarak kendini öldürmeye çalışmış.”
“Bu mümkün mü?” diye mırıldandım zor duyulur bir sesle.
“Hayır, bizi öldürebilecek çok az yol var.”
Soru sormak için tam ağzımı açıyordum ki o benden önce konuşmaya başladı.
“Çok acıkmış, sonunda güçsüz düşmüş. İnsanlardan elinden geldiği kadar uzak durmaya çalışmış, bu sırada iradesinin de giderek zayıfladığını fark etmiş. Aylarca geceleri sokaklarda dolaşmış, kendinden nefret ederek tenha yerler aramış.
“Bir gece bir vahşi geyik sürüsü saklandığı yere gelmiş. Carlisle
o kadar susamış ki, hiç düşünmeden geyiklere saldırmış. Gücü yerine gelmiş, korktuğu o canavara dönüşmek zorunda olmadığını anlamış. Daha önce hiç geyik eti yememiş. Birkaç ay sonra bu yeni felsefesini sağlamlaştırmış. Şeytana dönüşmeden de hayatını sürdürebilmiş. Kendini yeniden bulmuş.
“Zamanını daha verimli şeylere harcamaya başlamış. Carlisle çok akıllı ve öğrenmeye açık biridir. Önünde sınırsız bir zaman uzanıyormuş. Akşam çalışıyor, sabahları plan yapıyormuş. Fransa’ya yüzmüş ve…”
“Fransa’ya mı yüzmüş?”
“İnsanlar Kanal’ı yüzerek geçerdi Bella,” diye hatırlattı bana.
“Sanırım haklısın. Ama bir an bu konunun içinde bana komik geldi. Devam et.”
“Yüzmek bizim için çok kolay…”
“Sizin için her şey çok kolay,”diye sözünü kestim. Gülümsedi, yüzünden eğlendiği belli oluyordu. “Bir daha sözünü kesmeyeceğim, söz veriyorum.” Gizemli bir şekilde güldü ve cümlesini bitirdi. “Çünkü teknik olarak, bizim nefes almaya ihtiyacımız yok.”
“Yani siz…”
“Hayır, hayır söz verdin,” dedi gülerek, soğuk parmağını dudaklarıma değdirdi. “Hikâyeyi duymak istiyor musun istemiyor musun?”
“Bana böyle bir şey söyleyip de bunun karşısında susmamı bekleyemezsin,” dedim parmaklarının arasından.
Elini kaldırdı ve boynuma koydu. Kalp atışlarım hızlandı ama ısrarlıydım.
“Nefes almak zorunda değil misiniz?” diye sordum.
“Hayır, buna gerek yok. Bu yalnızca alışkanlık,” dedi omuz silkerek.
“Peki siz… nefes almadan ne kadar zaman dayanabiliyorsunuz?”
“Sanırım sonsuza kadar, bilmiyorum. Koku almadan yaşamak biraz tuhaf oluyor.”
“Biraz tuhaf oluyor,” diye onu taklit ettim.
Kendi ifademe hiç dikkat etmiyordum, ama bir şeyin canını sıktığı belliydi. Eli yanına düştü ve hareketsiz durdu, gözleri yüzüme kilitlenmişti. Sessizlik giderek uzadı. Bir heykel gibi öylece duruyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım buz gibi yüzüne dokunarak.
Yüzü elimin altında yumuşadı, derin derin içini çekti.
“Bunu bekliyordum.”
“Neyi?”
“Bir noktada sana söylediğim bir şey ya da senin gördüğün bir şey sana fazla gelecekti. Sonra benden çığlıklar atarak kaçacaktın.” Yarım ağızla güldü ama gözleri ciddiydi. “Seni durdurmayacağım. Zaten bunun olmasını istiyordum çünkü güvende olmanı istiyorum. Ama yine de seninle birlikte olmak istiyorum. Bu iki arzunun bir arada olması imkânsız…” Yüzüme baktı ve beklemeye başladı.
“Ben hiçbir yere kaçmıyorum,” dedim.
“Göreceğiz,” dedi gülümseyerek.
Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Devam et, Carlisle Fransa’ya yüzüyordu.”
Birden durdu ve geçmişe geri döndü. Gözleri en renkli resme kaydı, bu resim en büyük ve en süslü çerçevesi olan resimdi. Yanında durduğu kapının iki katıydı. Tuval parlak figürlerle dolup taşıyor, renkler uzun sütunlardan ve mermer balkonlardan kıvrılarak geçiyordu. Bu resim Yunan mitolojisini mi temsil ediyordu, yoksa bulutların üzerindeki karakterler İncil’e mi bir gönderme yapıyordu tam olarak bilemiyordum.
“Carlisle Fransa’ya yüzdü, oradan Avrupa’ya oradaki üniversitelere devam etti. Akşamları müzikle, bilimle, tıpla ilgileniyor, tutkusunu ve kefaretini bunlarda, insanların hayatlarını kurtarmakta buluyordu.” Yüzünde korkuyla karışık bir hayranlık ifadesi belirdi. “Sana bu savaşı anlatmam mümkün değil, Carlisle’nin kendini tam anlamıyla kontrol edebilmesi iki yüz yılını almış. Artık insan kanına alışkın ve sevdiği işi acı çekmeden rahatlıkla yapabiliyor. Hastanede huzur buluyor.” Edward uzun uzun boşluğa baktı. Birden amacını hatırladı. Önümüzde duran büyük tabloya parmağıyla dokundu.
“Diğerlerini keşfettiğinde İtalya’da okuyormuş. Onlar Londra kanalizasyonunda yaşayanlardan çok daha eğitimli ve medenilermiş.”
En yüksek balkondan aşağılarındaki kargaşaya bakan sakin dörtlü figüre dokundu. Bu grubu dikkatle inceledim ve şaşkın bir gülüşle altın rengi saçlı adamı tanıdım.
“Solimena Carlisle’ın arkadaşlarından çok etkilenmiş. Onları çoğunlukla tanrılar gibi resmetmiş,” dedi Edward gülerek. “Aro, Marcus, Caius,” dedi üçünü göstererek. İki tanesi siyah saçlı, bir tanesi de kar gibi beyaz saçlıydı. “Sanatın akşam efendileri.”
“Onlara ne olmuş?” dedim. Parmak ucum tuvaldeki figürlere sadece birkaç santim uzaklıktaydı.
“Hala oradalar,” dedi omuz silkerek. “Kim bilir kaç bin yıldır oldukları yerde. Carlisle onlarla kısa bir süre beraber olmuş, yirmi, otuz yıl kadar. Nezaketlerini, zarafetlerini çok takdir etmiş ama Carlisle’ın, onların tabiriyle ‘doğal besin kaynağından’ nefretini tedavi etmeye çalışmışlar. Onu ikna etmeye çalışmışlar, Carlisle da onları boşuna ikna etmeye çalışmış. Sonra Carlisle Yeni Dünya’yı denemeye karar vermiş. Kendisi gibi birilerini bulmayı hayal etmiş, çünkü çok yalnızmış.
“Uzun süre kimseyi bulamamış. Ama canavarlar masalların malzemesi haline geldiklerinde, ondan şüphelenmeyecek insanlarla, sanki onlardanmış gibi iletişim içine girebilirmiş. Tıp alanında çalışmaya başlamış. Ama özlem duyduğu arkadaşlıktan hep kaçmış, samimi olma riskine giremezmiş.
“Grip salgını başladığında, geceleri Chicago’daki bir hastanede çalışıyormuş. Birkaç yıldır üzerinde düşündüğü bir fikir varmış, bunu uygulamaya karar vermiş. Şimdiye kadar bir arkadaş bulamadığına göre, onu kendi yaratmaya karar vermiş. Kendi değişiminin nasıl olduğu konusunda kesin bir fikri yokmuş, bu yüzden çekiniyormuş. Kendi hayatının çalınma biçiminden nefret ediyormuş. Sonra beni bulmuş. Benim için hiçbir ümit yokmuş, bir koğuşta ölmeyi bekliyormuşum. Annemle babamı aramış, sonunda yalnız olduğumu öğrenmiş. O da denemeye karar vermiş…”
Sesi artık neredeyse bir fısıltı gibi çıkıyordu. Boş gözlerle batıdaki camlara bakıyordu. Aklından neler geçtiğini çok merak ediyordum. Carlisle’ın anıları mı yoksa kendininkiler mi? Sessizce bekledim.
Bana döndüğünde zarif bir melek gülümsemesi yüzünü aydınlatıyordu.
“İşte böylece bir aile olduk,” dedi.
“O zamandan beri Carlisle’la birlikte misin?”
“Aşağı yukarı evet.” Elini belime koydu ve odadan çıkarken beni de yanında götürdü. Başımı döndürüp duvardaki resimlere baktım; acaba bir daha bunların hikâyelerini duyabilecek miyim diye merak ettim.
Koridordan geçerken Edward hiçbir şey söylemedi. “Aşağı yukarı mı?”
İçini çekti, cevap vermeye pek istekli görünmüyordu. “Doğumumdan, yani yaratılışımdan yaklaşık on yıl sonra klasik bir ergenlik dönemi yaşadım. Onun, bu kendini her şeyden mahrum bıraktığı hayatına alışamadım, iştahımı kaçırdığı için nefret ettim. Bu yüzden bir süre yalnız yaşadım.”
“Gerçekten mi?” dedim. Bu hikâyeyi korkutucu değil ilginç bulmuştum.
Bana söyleyebilirdi. Diğer basamaklara ulaştığımızı fark ettim ama açıkçası çevremdeki şeylerle fazla ilgilenmiyordum.
“Bu seni iğrendirmiyor mu?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Sanırım… bu bana mantıklı geliyor.”
Bir kahkaha patlattı, o zamana dek hiç bu kadar yüksek sesle güldüğünü duymamıştım. Şimdi merdivenlerin başındaydık, başka bir lambri kaplı koridorun başında.
“Yeni doğumumdan beri insan olsun ya da olmasın, etrafımdaki herkesin ne düşündüğünü bilmek gibi bir avantajım var. İşte bu yüzden Carlisle’a başkaldırmam on yılımı aldı, onun içtenliğini, neden öyle yaşamayı seçtiğini anlayabiliyordum.
“Carlisle’a dönmem ve onun hayat anlayışına tekrar kendimi adamam yalnızca birkaç yılımı aldı. Beraberinde vicdanı getiren o bunalımı yaşamayacağımı düşünmüştüm. Avımın düşüncelerini okuyabildiğimden, masumları atlayıp sadece kötülerin peşinden gidiyordum. Karanlık bir sokakta genç bir kıza saldıran katili takip edersem ve kızın hayatını kurtarırsam o zaman kesinlikle çok kötü biri olmuyordum.”
Tarif ettiği şeyi zihnimde canlandırdığımda tüylerim ürperdi. Karanlık bir sokak, korkmuş bir kız ve arkasında duran kötü bir adam. Edward, yani avlanan Edward, genç bir tanrı olarak korkunç, görkemli ve durdurulamazdı. Acaba o kız Edward’a minnettar mı olmuştu yoksa daha da mı korkmuştu?
“Zaman geçtikçe gözlerimdeki canavarı görmeye başladım. Bunları aklayabilsem de, -canına kıydığım insanların borcunu üzerimde hissediyordum. Ben de Carlisle ve Esme’ye gittim. Bana yine kucak açtılar. Bu kadarını düşünememiştim.”
Koridordaki son kapının önünde durduk.
“Benim odam,” dedi kapıyı açarak. Beni odaya soktu.
Odası güneye bakıyordu, aşağıdaki odada olduğu gibi odada yere kadar cam vardı. Evin arkası tamamen cam kaplı olmalıydı. Odanın manzarası Olympic Dağı’nın eteklerinde akan, Sol Due Nehri’ne bakıyordu. Dağlar tahmin edebileceğimden çok daha yakındı.
Batıya bakan duvarda baştan aşağıya CD’lerle dolu raflar vardı. Odası bir müzik marketten daha donanımlıydı. Köşede çok gösterişli bir ses sistemi vardı, benim dokunmaya cesaret edemeyeceğim türden bir şeydi, çünkü dokunursam bir yerlerini bozardım mutlaka. Odada yatak yoktu, sadece geniş ve şık siyah bir koltuk vardı. Yerler altın rengi kalın bir halıyla duvarlar da koyu renkli ağır kumaşla kaplıydı.
“Akustiği çok iyi?” dedim.
Güldü ve evet der gibi başını salladı.
Bir uzaktan kumada aldı ve müzik setini açtı. Oda sessizdi ama bir anda sanki grup odada çalışıyormuş gibi jazz müzik duyuldu. İnsanı şaşkına çeviren müzik koleksiyonuna doğru gittim.
“Bunları neye göre düzenledin?” diye sordum. Başlıklara baktığımda hiçbir uyum göremedim.
Beni dinlemiyor gibiydi.
“Yıllarına ve elbette kişisel tercihlerime göre,” dedi dalgın dalgın.
Ona döndüm, yüzünde tuhaf bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Ne?”
“Rahatlamamı anlayabiliyorum… Yani her şeyi bilmen ve senden gizlediğim bir şey olmaması konusunda. Ama bundan daha fazlasını beklemiyordum. Bu hoşuma gitti. Bu beni mutlu etti,” dedi gülümseyerek.
“Buna sevindim,” dedim onun gülümsemesine karşılık vererek. Bana bunları anlattığına pişman olmasından şüpheleniyordum. Bunun böyle olması çok iyiydi.
Beni inceledikten sonra gülümsemesi kayboldu ve alnı karıştı.
“Şimdi buradan koşarak çıkmamı ve çığlık atmamı bekliyorsun değil mi?” dedim.
Hafifçe gülümseyerek başını salladı.
“Havanı söndürmek istemem ama sen gerçekten düşündüğün gibi korkunç biri değilsin. Seni hiç korkunç bulmuyorum,” diye yalan söyledim.
Durdu ve buna inanmıyormuş gibi, küstah bir şekilde kaşlarını kaldırdı. Kocaman, hain bir gülümseme yüzünü kapladı. “Bunu söylememeliydin,” dedi gülerek.
Boğazının derinliklerinden homurtuya benzer bir ses çıkarttı, dudaklarını gererek kusursuz dişlerini ortaya çıkardı. Duruşunu değiştirdi, şimdi hafif kambur, saldırıya geçmek üzere bekleyen bir aslan gibiydi.
Gözlerimi ondan ayırmayarak hafifçe geri gittim. “Bunu yapmayacaksın herhalde.”
Öyle hızlıydı ki, bana doğru atıldığını görmedim. Kendimi bir anda havada buldum, sonra koltuğa çarptık, koltuk da duvara çarptı. Bunlar olurken kolları üzerimde demir bir kafes gibi beni korumuştu, sıkışıp kalmıştım. Doğrulmaya çalışırken soluk soluğaydım.
O soluk soluğa değildi. Beni göğsüne bastırdı, demir zincirlerden daha sıkı tutuyordu. Panik içinde ona baktım, ama o sakin görünüyordu. Gülümsediğinde kaskatı çenesi biraz gevşedi, gözleri eğlenmiş gibi parlıyordu.
“Ne diyordun?” dedi alaylı bir şekilde.
“Senin ne kadar korkunç bir canavar olduğundan bahsediyordum,” dedim, alaycı konuşmaya çalışmıştım ama sesim titrek çıkıyordu.
“Böyle daha iyi,” dedi beni onaylayarak.
“Hımm,” dedim çırpınarak. “Artık kalkabilir miyim?”
Gülümsedi.
“İçeri girebilir miyiz?” diye seslendi yumuşak bir ses koridordan.
Kendimi Edward’ın kollarından kurtarmak için çabaladım ama Edward beni öyle bir hale getirdi ki kucağında oturuyor gibi göründüm. Gelen Alice’ti, arkasında da Jasper vardı. Yanaklarım utançtan kıpkırmızı oldu, Edward çok rahat görünüyordu.
“Devam et,” dedi Edward, hala gülüyordu.
Alice sarılmamızda bir gariplik yokmuş gibi davranıyordu, odanın ortasına doğru dans gibi yürüdü, yere oturdu, hareketleri o kadar zarifti ki… Jasper ise kapının önünde yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle durup kalmıştı. Edward’ın yüzüne baktı, havayı koklayıp koklamadığını merak ettim.
“Sanki sen Bella’yı öğle yemeği için ayırmışsın, biz de bizimle paylaşıp paylaşmayacağını sormak için gelmiş gibi olduk,” dedi Alice.
Birden kaskatı kesildim. Edward’ın Alice’in söylediklerine mi yoksa benim verdiğim tepkiye mi güldüğünü anlayamadım.
“Affedersin, sizinle paylaşacak kadar yok,” diye cevap verdi. Bu sırada beni sımsıkı tutuyordu.
“Aslında,” dedi Jasper gülümseyerek odaya girerken, “Alice; bu gece korkunç bir fırtına olacağını söylüyor ve Emmett da top oynamak istiyor. Sen de oynar mısın?”
Kullandığı sözcükler çok sıradandı ama içinde bulunduğu durum kafamı karıştırıyordu. Alice’in bir hava durumu spikerinden çok daha güvenilir olduğunu anlamıştım.
Edward’ın gözleri parladı ama yine de tereddüt eder gibiydi.
“Elbette Bella’yı da getirebilirsin,” dedi Alice. Jasper’ın Alice’e bir bakış attığını fark ettim.
“Gelmek ister misin?” diye sordu Edward heyecanla.
“Tabii.” Böyle bir yüzü nasıl hayal kırıklığına uğratırdım?
“Peki nereye gidiyoruz.”
“Top oynamak için şimşeği beklemek zorundayız, nedenini daha sonra anlarsın,” dedi.
“Şemsiyeye ihtiyacım olacak mı?”
Üçü de kahkahalarla gülmeye başladılar.
“İhtiyacı olacak mı?” diye sordu Jasper, Alice’e.
“Hayır,” dedi Alice. “Fırtına kasabayı etkileyecek. Orman kuru kalacak…”
“Peki öyleyse.” Jasper’ın sevinci şaşırtıcıydı. Ben de korkudan çok heyecan duyuyordum.
“Gidip Carlisle’ın gelip gelmeyeceğine bakalım.” Alice ayaklandı ve balerinleri bile kıskandıracak bir şekilde kapıya doğru yürüdü.
“Sanki bilmiyorsun,” diye dalga geçti Jasper. Hepsi birlikte hızla odadan çıktılar. Jasper göze çarpmayacak bir şekilde odanın kapısını kapattı.
“Ne oynayacağız?” diye sordum.
“Sen izleyeceksin,” dedi Edward. “Beysbol oynayacağız.”
“Vampirler beysbol severler mi?” dedim gözlerimi devirerek.
“Bu Amerikalıların geçmişi,” dedi yarı şaka yarı ciddi.