Twilight 14.Bölüm
14. AKLIN GÜCÜ
İtiraf etmem gerekirse, makul bir hızla gittiğimizde iyi araba kullanıyordu. Birçok şey gibi bu da onun çabalamadan yaptığı bir şeydi. Yola neredeyse hiç bakmıyor ama lastikle yolun ortasından bir santim bile kaymıyordu. Bir eliyle elimi tutuyordu, diğeriyle de direksiyonu. Bazen batmakta olan güneşe, bazen de bana, yüzüme, açık camdan dışarıya uçuşan saçlarıma bakıyordu. Ellerimiz sımsıkı kenetlenmişti.
Eski şarkıların çaldığı bir radyo istasyonunu açtı ve daha önce hiç duymadığım bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Şarkının bütün sözlerini biliyordu.
‘‘Ellilerin müziklerinden hoşlanır mısın?’’ diye sordum.
‘‘Ellilerde müzik çok iyiydi. Altmışlardan ve yetmişlerden çok daha iyiydi. Ah!’’ dedi ürpererek. ‘‘Seksenler katlanılabilirdi.
‘‘Bana kaç yaşında olduğunu söylemeyi düşünüyor musun?’’ diye sordum belli belirsiz, bu neşeli havasını bozmak istemiyordum.
‘‘Bunun bir önemi var mı?’’ Neyse ki yüzündeki gülümseme hâlâ eskisi gibi duruyordu.
‘‘Hayır, ama yine de merak ediyorum... Geceleri beni uyutmamak için çözülmemiş bir gizem gibisi yoktur.’’
‘‘Bunun seni üzmesinden korkuyorum,’’ dedi. Güneşe doğru uzun bir süre baktı.
‘‘Hadi söyle,’’ dedim sonunda.
İç geçirdi ve gözlerime baktı, bir süre yolu tamamen unutmuştu. Orada gördüğü her neyse onu cesaretlendirmiş olmalıydı. Tekrar güneşe baktı, batmakta olan küre teninde yakut renkli parlamalar yaratıyordu ve sonunda konuştu.
‘‘1901 yılında Chicago’da doğdum,’’ dedi ve sustu, bana bakıyordu. Yüzümde hiçbir şaşkınlık belirtisi yoktu, sabırla hikâyenin devamını bekliyordum. Hafifçe gülümsedi ve sözlerine devam etti. ‘‘Carlisle beni 1918’in yazında bir hastanede buldu. O zaman on yedi yaşındaydım ve İspanyol gribinden ölmek üzereydim.
Benim bile güçlükle duyduğum nefes alışımı Edward duydu. Tekrar gözlerime baktı.
‘‘Çok iyi hatırlamıyorum, uzun zaman önceydi, bilirsin insan hafızası fazla kuvvetli değildir.’’ Sözlerine devam etmeden önce bir süre düşünceleri arasında kayboldu. ‘‘Carlisle’nin beni kurtardığı zaman nasıl hissettiğimi hatırlıyorum. Kolay bir şey değil, unutabileceğin bir şey hiç değil.’’
‘‘Annenle baban?’’
‘‘Onlar çoktan salgın sebebiyle ölmüşlerdi. Ben yalnızdım. İşte bu yüzden beni seçti. Salgının karmaşasında benim gittiğimi kimse anlayamazdı.’’
‘‘Seni nasıl kurtardı?’’
Cevap vermeden önce birkaç saniye geçti. Kelimelerini dikkatle seçiyordu.
‘‘Çok zor oldu. İçimizden çok azının bunu başarmak için yeterli gücü vardı. Ama Carlisle içimizdeki en insancıl, en merhametli olandı. Onun eşi yoktur. Benim açımdan acı vericiydi.’’
Dudaklarının duruşundan bu konuyla ilgili tek kelime daha etmeyeceğini anlamıştım. Her ne kadar işe yaramasa da merakımı bastırmaya çalıştım. Bu konuyla ilgili düşünmem gereken birçok şey vardı, bazı şeyler kafamda yeni yeni şekilleniyordu. Hiç şüphesiz benim gözümden kaçırdığım birçok şey Edward’ın keskin zekâsından kaçamamıştı.
Yumuşak sesi düşüncelerimi böldü. ‘‘Yalnızlıktan böyle hareket etti. Genelde yapılan seçimin ardındaki neden budur. Her ne kadar Esme’yi benden hemen sonra bulduysa da, ben Carlisle’nin ailesinde ilktim. Bir kayalıktan düşmüştü. Onu hemen hastane morguna kaldırmışlardı ama her nasılsa kalbi hala atıyordu.’’
‘‘Yani senin şey olman için ölüyor olman gerek.’’ O sözcüğü hiç söylememiştik ve şu anda dile getiremiyordum.
‘‘Hayır, sadece Carlisle... Başka bir şansı olan hiç kimseye bunu yapmaz.’’ Babası hakkında konuşurken sesinde belirgin bir saygı vardı. ‘‘ Carlisle, eğer kan zayıfsa bunun daha kolay olduğunu söyler,’’ dedi. Kararmış olan yola baktı, konu yeniden kapanmıştı.
‘‘Peki ya Emmet ve Rosalie?’’
‘‘Carlisle daha sonra Rosalie’yi ailemize kattı. Çok uzun zaman Carlisle’nin, Esme onun için neyse Rosalie’nin de benim için aynı şekilde olmasını istediğini anlamadım. Carlisle etrafımdayken düşündüğü şeylere dikkat etmeye çalışıyordu,’’ dedi gözlerini devirerek. ‘‘Ama o benim için kardeşten fazlası değildi. Bundan iki yıl sonra Rosalie Emmet’i buldu. O zamanlar Appalachia’daydık, Rosalie’de avlanıyordu. Emmet’i bulduğunda bir ayı onun işini bitirmek üzereydi. Rosalie onu yüz milden fazla bir yol boyunca, Carlisle’ye kadar taşıdı. Bunu tek başına yapamayacağından korkuyordu. Onun için bu yolculuğun ne kadar zor olabileceğini şimdi anlayabiliyorum.’’
Bana baktı ve yanağımı okşadı.
‘‘Ama bunu başardı,’’ dedim dayanılmaz güzellikteki gözlerine bakmamaya çalışarak.
‘‘Evet’’ diye mırıldandı. ‘‘Yüzünde ona güç veren bir şey gördü. O zamandan beri beraberler. Bazen bizden ayrı, evli bir çift gibi yaşarlar. Ama ne kadar genç görünürsek, geldiğimiz yerde o kadar uzun kalabiliriz. Forks çok iyi bir yer gibi görünüyordu, bu yüzden liseye yazıldık,’’ dedi gülerek. ‘‘Sanırım birkaç yıl içinde tekrar düğünlerine gitmemiz gerekecek.’’
‘‘Peki ya Alice ve Jasper?’’
‘‘Alice ve Jasper çok nadir rastlanan yaratıklardır. Jasper başka bir aileye ait, çok farklı türden bir aileye. Depresyona girmiş ve tek başına sokaklarda dolaşmaya başlamış. Alice onu bulmuş. Benim gibi Alice’in de bazı özel güçleri var.’’
‘‘Gerçekten mi?’’ dedim sözünü keserek, bundan çok etkilenmiştim. ‘‘Ama insanların düşüncelerini bir tek senin duyabileceğini söylemiştin’’
‘‘Bu doğru. Alice başka şeyleri bilebiliyor. O bazı şeyleri görüyor, olması mümkün olan ya da olacak şeyleri görüyor. Ama bu çok kişisel bir şey. Geleceği önceden tam olarak bilemezsin. Bazı şeyler değişir.’’
Bunu söylerken yüzü kaskatı oldu, hızla yüzüme bakıp başına çevirdi.
‘‘Ne tür şeyler görüyor?’’
‘‘Jasper’ı görmüş, daha Jasper’ın kendisi bile Alice’i aradığını bilmeden, Alice bunu biliyormuş. Carlisle’yi, ailemizi görmüş ve bizi bulmak için bir araya gelmişler. İnsan olmayanlara karşı çok hassastır. Örneğin ne zaman bizim türümüzden başka bir grup geleceğini ya da onlardan bize gelecek zararı görür.
‘‘Sizden çok var mı?’’ Şaşırmıştım. Kaç tanesi aramızda fark edilmeden yürüyordu acaba.
‘‘Hayır fazla yok. Ama birçoğumuzun evi yoktur, belli bir yere yerleşmezler. Sadece bizim gibiler, yani siz insanları avlamayanlar, sizlerle uzun süre iç içe yaşayabilirler. Bizim gibi sadece bir tane aile bulabildik, Alaska’da küçük bir kasabada. Bir süre birlikte yaşadık ama o kadar kalabalıktık ki çok dikkat çekmeye başladık. Bizim türümüzden yaşayanlar farklı bir biçimde birbirine bağlıdır.’’
‘‘Peki ya diğerleri?’’
‘‘Çoğunlukla göçebeler. Hepimiz bir dönem öyle yaşadık. Ama diğer şeyler gibi bu da sıkıcı olmaya başladı. Buraya geldiğimizden beri diğerleriyle karşılaşıyoruz, çünkü birçoğumuz kuzeyi tercih eder.’’
‘‘Neden?’’
Evin önüne park etmiştik ve Edward motoru durdurmuştu. Çok sessiz ve karanlıktı, ay görünmüyordu. Verandanın ışığı sönüktü, babam henüz eve gelmemişti.
‘‘Bu akşamüzeri bir şeye dikkat ettin mi?’’ dedi dalga geçer gibi. ‘‘Sence ben güneşin altında trafik kazalarına yol açmadan yürüyebilir miyim? Olympic Yarımadası’nı seçmemizin bir nedeni var, burası dünyanın en az güneş alan yerlerden biri. Gün içinde dışarı çıkabilmek güzel oluyor. Seksen sene boyunca sadece gece dışarı çıkmanın ne demek olduğunu bilemezsin.’’
‘‘İşte efsaneler de buradan doğuyor değil mi?’’
‘‘Muhtemelen.’’
‘‘Alice de Jasper gibi başka bir aileden mi geliyor?’’
‘‘Hayır, o tam bir muamma. Alice insan olduğu zamanki hayatını hiç hatırlamıyor. Ve onu kimin yarattığını da bilmiyor. Yalnız başına uyanmış. Onu dünyaya getiren her kimse çekip gitmiş. Hiçbirimiz bunu neden ve nasıl olduğunu anlayamadık. Onun böyle bir gücü olmasaydı, Jasper ve Carlisle’yi ve tabii ki bir gün bizden biri olacağını göremeseydi bir yabaniye dönüşecekti.’’
Düşünecek ve sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki... Ama bir anda beni yerin dibine sokacak bir şey oldu; karnım guruldadı. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki acıktığımın farkına bile varamamıştım. Kurt gibi acıktığımı şimdi fark ediyordum.
‘‘Üzgünüm seni akşam yemeğinden alıkoyuyorum’’
‘‘Ben iyiyim, gerçekten.’’
‘‘Yemek yiyen biriyle zaman geçirmeyeli o kadar olmuş ki unutmuşum’’
‘‘Seninle kalmak istiyorum.’’ Karanlıkta ona olan bu bağlılığımı söylemek daha kolaydı. Sesimin bana ihanet edeceğini biliyordum.
‘‘İçeri giremez miyim’’ diye sordu.
‘‘Girmek ister misin?’’ Bu tanrısal yaratığı babamın eski püskü mutfak sandalyesinin üzerinde hayal edemiyordum.
‘‘Evet, tabii senin için bir sakıncası yoksa.’’ Kapının yavaşça kapandığını duydum, sonra bir anda benim kapımı açtığını gördüm.
‘‘Tam bir insanın yapacağı şey.’’ Diyerek ona iltifat ettim.
‘‘Kesinlikle içimdeki insanı yeniden ortaya çıkarıyor.’’
Gecenin içinde benim yanımda yürüyordu, o kadar sessizdi ki arada bir orada olup olmadığını kontrol ediyordum. Karanlıkta çok daha normal görünüyordu. Hala solgun, hala rüya gibi güzeldi ama artık öğleden sonra güneşindeki gibi parlayan bir yaratık değildi.
Kapıya benden önce ulaştı ve benim için açtı. Kapıdan girmeden duraksadım.
‘‘Kapı kilitli değil miydi?’’
‘‘Evet, saçağın altında duran anahtarı kullandım.’’
İçeri girdim, verandanın ışığını yaktım ve kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Sanırım bunu daha önce görmemişti.
‘‘Seninle ilgili merak ettiğim bir sürü şey vardı.’’
‘‘Beni gözetledin mi?’’ Bu çok hoşuma gitmişti.
Bundan pişman olmuş gibi bir hali yoktu. ‘‘Gece yapacak başka ne var ki?’’
Bir süre bu konuyu kenara bıraktım ve koridordan mutfağa geçtim. Önümden gidiyordu, birinin ona yolu tarif etmesine gerek yoktu. Daha önce oturmasını hayal ettiğim sandalyeye oturdu. Güzelliği mutfağı aydınlatıyordu.
Akşam yemeğini hazırlamaya odaklandım, dün akşamdan kalan lazanyayı buzdolabından çıkarttım, bir dilim kesip tabağa koydum ve mikrodalga fırında ısıttım. Fırında dönerken mutfağı domates ve kekik kokusu kapladı. Konuşurken gözlerimi tabaktan ayırmıyordum.
‘‘Ne sıklıkta?’’ diye sordum sıradan bir şey sorar gibi. ‘‘Hımm?’’ Sanki onu derin uykusundan uyandırmış gibiydim. Yine de arkamı dönmedim. ‘‘Buraya ne sıklıkta geliyorsun?’’ ‘‘Buraya neredeyse her gece geliyorum.’’ Kafam karışmıştı. ‘‘Neden?’’
‘‘Uyurken çok ilginç oluyorsun,’’ dedi gerçekçi bir şekilde. ‘‘Konuşuyorsun.’’
‘‘Hayır!’’ dedim güçlükle soluyarak, tepeden tırnağa kızardığımı hissediyordum. Destek almak için mutfak tezgahına tutundum. Tabii ki uykumda konuştuğumu biliyordum, annem hep bununla dalga geçerdi. Ama bunun, endişelenmem gereken bir hale geleceği hiç aklıma gelmezdi.
Hemen yüzü asıldı. ‘‘Bana çok mu kızdın?’’
‘‘Değişir!’’ Sanki nefesim kesilmişti.
Bekledi.
‘‘Neye göre?’’ diye sordu.
‘‘Duyduğun şeylere göre,’’ dedim.
‘‘Üzülme,’’ dedi sanki özür dilercesine. Yüzünü göz hizama getirdi, bana bakıyordu. Çok utanmıştım, başımı çevirmeye çalıştım.
‘‘Anneni özlüyorsun,’’ dedi ‘‘Onun için endişeleniyorsun. Ve yağmur yağdığında, o sesler seni huzursuz ediyor. Eskiden evinle ilgili daha fazla konuşuyordun ama artık bunlar azaldı. Bir keresinde ‘çok yeşil’ dedin,’’ dedi gülerek. Sanırım beni daha fazla utandırmak istemiyordu.
‘‘Başka bir şey var mı?’’ diye sordum.
Hangi noktaya gelmek istediğimi anlamış gibiydi. ‘‘Benim adımı da söyledin,’’ diye itiraf etti.
Yenilmiş bir ifadeyle iç geçirdim. ‘‘Sık sık mı?’’
‘‘Sık sık derken tam olarak ne demek istiyorsun?’’
‘‘Hayır, olamaz!’’ dedim başımı önüme eğerek.
Beni göğsüne yasladı.
‘‘Saçmalama,’’ diye kulağıma fısıldadı. ‘‘Eğer rüya görebilseydim kesinlikle rüyamda seni görürdüm ve bundan da utanmazdım.’’
Taşlı yol üzerindeki tekerleklerin sesini duyduk, sonra arabanın farlarını gördük. Ona sıkıca sarıldım.
‘‘Benim burada olduğumu babanın bilmesi gerekir mi?’’ diye sordu.
‘‘Emin değilim...’’ Düşünmeye çalışıyordum.
‘‘Başka bir zaman...’’
Ve birden yalnız kalmıştım.
‘‘Edward!’’ dedim ardından.
Anahtarların sesi duyuldu, kapıyı açıyordu.
‘‘Bella?’’ diye seslendi babam. Bu soru beni önceden rahatsız ederdi; benden başka kim olabilirdi ki? Birden, bu soru o kadar da saçma gelmedi.
‘‘Buradayım!’’ Umarım sesimdeki o tuhaf tonu fark etmemişti. Mikrodalga fırından yemeği aldım ve o içeri girerken masaya oturdum. Edward’la geçirdiğim bu günden sonra babamın ayak sesleri ne kadar da gürültülü geliyordu.
‘‘Bana da o yediğinden biraz koyar mısın? Çok yorgunum.’’
Botlarını çıkarmak için topuklarına bastı, bunu yaparken Edward’ın demin oturduğu sandalyeden destek alıyordu.
Yemeğimi yanıma aldım, onun yemeğini hazırlarken bir yandan da atıştırıyordum. Bu sırada dilimi yaktım. Lazanyası ısınırken iki bardağa süt doldurdum, ağzım yandığı için kendi bardağımdan bir yudum aldım. Bardağı tezgaha koyduğumda sütün titrediğini gördüm, sonra elimin titrediğini fark ettim. Babam bir sandalyeye oturdu, demin orda oturan kişiyle babam arasındaki fark komikti.
‘‘Teşekkürler,’’ dedi yemeğini masaya koyarken. ‘‘Günün nasıldı?’’ diye sordum. Sözcükler ağzımdan hızla çıkıyordu, bir an önce odama girmek için sabırsızlanıyordum.
‘‘İyi. Balıklar oltaya geldiler. Peki ya senin günün nasıldı. Planladıklarını yapabildin mi?’’
‘‘Tam değil, hava evde oturulamayacak kadar güzeldi,’’ dedim büyük bir lokma daha alarak.
‘‘Çok güzel bir gündü,’’ diyerek bana katıldı. Bu laf ne kadar da yetersiz kalıyor diye düşündüm kendi kendime.
Lazanyamdan son bir lokma daha aldım ve bardağı kafama diktim.
Charlie bana dikkat ederek beni şaşırtmıştı. ‘‘Acelen mi var?’’ ‘‘Evet. Çok yorgunum. Bugün erken yatacağım.’’
‘‘Biraz gergin görünüyorsun,’’ dedi.
‘‘Öyle mi?’’ dedim. Sadece bunu söyleyebilmiştim. Bulaşıkları lavaboda çabucak yıkadım ve kurumaları için bulaşık bezinin üstüne kapattım.
‘‘Bugün cumartesi,’’ dedi.
Cevap vermedim.
‘‘Bu gece bir planın yok mu?’’ diye sordu.
‘‘Hayır baba. Sadece biraz uyumak istiyorum.’’
‘‘Bu kasabadaki çocukların hiçbiri senin tipin değil, öyle mi?’’ Kuşkulanmıştı ama soğukkanlı görünmeye çalışıyordu.
‘‘Hayır, şimdiye kadar hiçbir çocuk gözüme çarpmadı.’’ Charli’ye karşı dürüst olma politikam çerçevesinde çocuk kelimesini vurgulu söylememeye dikkat çekmiştim.
‘‘Ben düşündüm de, belki Mike Newton; onun iyi biri olduğunu söylemiştin.’’
‘‘O sadece arkadaşım baba.’’
‘‘Her neyse, zaten sen onlar için fazla iyisin. Birini bulmak için üniversiteye gidene kadar bekle.’’ Kızının hormonların istilasına uğramadan evden gitmesi her babanın rüyasıdır.
‘‘İyi bir fikir,’’ dedim merdivenlerden yukarı çıkarken.
‘‘İyi geceler tatlım,’’ diye seslendi arkamdan. Bütün gece dışarı kaçıp kaçmayacağımı kontrol edeceğinden emindim.
‘‘Sabah görüşürüz baba.’’ Bu gece beni kontrol etmeye çalışırken görüşürüz.
Odama doğru merdivenlerden çıkarken yorgun görünmeye çalışıyordum. Onun duyabilmesi için odamın kapısını gürültüyle kapattım ve hemen parmak ucunda pencereye doğru yürüdüm. Camı açtım ve geceye doğru uzandım. Etrafı kontrol ettim.
‘‘Edward,’’ diye seslendim usulca, kendimi aptal gibi hissediyordum.
‘‘Evet?’’
Yatağımın üzerinde, ellerini başının altına koymuş uzanıyordu. O bir rahatlık abidesiydi.
‘‘Ayy!’’ dedim ödüm kopmuş bir halde.
‘‘Affedersin.’’ Gülmemek için kendini zor tutuyordu.
‘‘Tekrar kalbimin atması için bana bir dakika ver.’’
Beni tekrar şaşırtmamak için yavaşça yerinden doğruldu. Uzun kollarıyla bana doğru uzandı, beni bir bebekmişim gibi omuzlarımdan tutup yanına oturttu.
‘‘Neden yanıma oturmuyorsun?’’ dedi soğuk elini elimin üstüne koyarak; ‘‘Kalbin nasıl?’’
‘‘Sen daha iyi bilirsin, kalp atışlarımı benden daha iyi duyduğuna eminim.’’
İkimizde bir süre kalp atışlarımın yavaşlamasını bekleyerek sessizce oturduk. Babam evdeyken Edward’ı eve almayı düşündümde...
‘‘Bir dakikalığına insan olmama izin verir misin?’’
‘‘Kesinlikle,’’ dedi.
‘‘Burada bekle,’’ dedim sert görünmeye çalışarak.
‘‘Tamam hanımefendi.’’ Yatağımın ucunda bir heykel gibi hareketsiz durdu.
Pijamalarımı ve temizlik malzemelerimi aldım; ışığı yakmadım ve sessizce kapıyı kapattım.
Merdivenlerden yukarıya televizyonun sesi geliyordu.
Gürültülü bir şekilde banyonun kapısını kapattım, Böylelikle Charlie beni rahatsız etmek için yukarıya çıkmayacaktı.
Acele etmeye çalışıyordum. Lazanyanın izlerini yok etmek için elimden geldiğince hızlı olmaya çalışarak haşince dişlerimi fırçaladım. Ama duştaki sıcak su aceleye gelmiyordu. Sırtımdaki kasları açtı ve nabzımı yavaşlattı. Şampuanımın o tanıdık kokusu bana, bu sabahki beni hatırlattı. Odamda oturmuş beni bekleyen Edward’ı düşünmemeye çalışıyordum çünkü o zaman kendimi sakinleştirme işlemine baştan başlamak zorunda kalacaktım. Sonunda daha fazla bekleyemeyeceğime karar verdim. Suyu kapattım ve çabucak kurulandım. Bisiklet yakalı tişörtümü ve gri eşofman altımı giydim. Annemin iki yıl önce doğum günümde Victoria Secret’tan aldığı ipek pijamalarımı hala açmadığıma pişman olmuştum. Herhalde evde üzerinde etiketlerle bir çekmecenin arkasında duruyorlardı.
Havluyla tekrar saçlarımı kuruladım ve bir fırçayla hızlıca taradım. Havluyu çamaşır sepetine attım, saç fırçamı ve diş macunumu da çantaya koydum. Hızlıca merdivenlerden indim böylelikle Charlie beni ıslak saçlarım ve pijamalarımla görebilecekti.
‘‘İyi geceler baba.’’
‘‘İyi geceler Bella.’’ Beni bu gece böyle görmek onu şaşırtmıştı.
Sessiz olmaya çalışarak ikişer ikişer merdivenlerden yukarı çıktım. Odama süzülerek girdim ve kapıyı sıkıca kapattım.
Edward kılını bile kıpırdatmadı, soluk renkli yatak örtümün üzerinde bir Adonios heykeli gibi duruyordu.
Önce nemli olan saçlarıma, sonra da üzerimdeki eski tişörte baktı. Tek kaşını kaldırarak ‘‘Güzel,’’ dedi.
Yüzümü buruşturdum.
‘‘Hayır sana çok yakışmış.’’
‘‘Teşekkürler,’’ dedim. Ona doğru gittim, Bağdaş kurarak yanına oturdum. Tahta zemindeki çizgilere bakmaya başladım.
‘‘Bütün bunlar ne içindi?’’
‘‘Charlie benim gizlice evden kaçacağımı düşünüyor.’’ ‘‘Hımm,’’ dedi düşünceli bir şekilde. ‘‘Neden?’’ diye sordu sanki Charlie’nin aklını okuyamıyormuş gibi.
‘‘Herhalde biraz fazla heyecanlı görünüyorum.’’
Soğuk yanağını bana değdirerek yüzünü yavaşça yüzüme yaklaştırdı. Hiç hareket etmeden duruyordum. ‘‘Mmmmmm...’’
O bana dokunurken mantıklı bir şey düşünmek oldukça zordu.
‘‘Bana öyle geliyor ki bana yakın olmak artık senin için daha kolay.’’
‘‘Böyle mi düşünüyorsun?’’ diye mırıldandı. Burnu çenemin kenarına değdi. Eli, pervane böceğinin kanatlarından daha hafif bir şekilde nemli saçlarımda gezindi. Dudakları kulağımın altındaki boşluğa değiyordu.
Ben geri çekilirken bir an durdu, bir süre dikkatlice birbirimize baktık. Kaskatı çenesi yavaş yavaş rahatlarken yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. ‘‘Yanlış bir şey mi yaptım?’’ ‘‘Hayır, ama beni çıldırtıyorsun!’’
Kısa bir süre düşündü, konuşmaya başladığında sesi memnun çıkıyordu. ‘‘Gerçekten mi?’’ Zafer dolu gülüşü yüzünü aydınlattı.
‘‘Alkış ister misin?’’ diye sordum dalga geçerek.
Gülümsedi.
‘‘Sadece çok hoşuma gitti,’’ diye açıkladı. ‘‘Son bir yüzyıldır bunun hayalini bile kurmamıştım. Kardeşlerimle olduğumdan daha farklı bir şekilde birlikte olmak isteyebileceğim birini bulacağıma inanmazdım. Bu duygular bana çok yabancı olsa da... Seninle beraber olmak konusunda oldukça başarılıyım...’’
‘‘Sen her şeyde oldukça başarılısın,’’ dedim.
‘‘Peki, şimdi nasıl bu kadar kolay olabiliyor?’’ diye sordum. ‘‘Bu akşamüzeri...’’
‘‘Kolay olmuyor,’’ dedi iç geçirerek. ‘‘Ama bu akşamüzeri ben hala kararsızdım. Bunun için üzgünüm, böyle davranmamın affedilir bir yanı yok.’’
‘‘Affedilmez değil,’’ diye ona karşı çıktım.
‘‘Teşekkür ederim,’’ dedi gülümseyerek. ‘‘Bilirsin işte, yeterince güçlü olup olmadığımdan emin değildim...’’ dedi başı önde. ‘‘Hala yenilebilme olasılığım varken...’’ dedi duraksayarak. ‘‘Güçlü olduğuma, bunu başarabileceğime karar verene kadar çok kırılgandım.’’
Onu daha önce böyle kelimeleri bulmaya zorlanırken görmemiştim.
‘‘O zaman, şimdi böyle bir olasılık yok mu?’’
‘‘Aklın gücü,’’ diye tekrar etti gülümseyerek. Dişleri karanlıkta bile parlıyordu.
‘‘Hey, bu çok kolay oldu,’’ dedim.
Başını arkaya atarak sessiz ama coşkulu bir kahkaha attı.
‘‘Senin için kolay,’’ dedi parmağının ucuyla burnuma dokunarak.
Sonra birden bire ciddileşti.
‘‘Deniyorum,’’ dedi, sesinde acı vardı. ‘‘Eğer çok ileriye gidersek ki gidebileceğimden eminim.’’
Kaşlarımı çattım. Gitmek lafından hiç hoşlanmıyordum.
‘‘Yarın daha zor olacak,’’ diye sözlerine devam etti. ‘‘Bütün gün burnumda kokun, inanılmaz derecede duyarsızlaştım. Eğer bir süre senden uzak kalırsam baştan başlamam gerekecek. Bunun biraz zor olacağını düşünüyorum.’’
‘‘O zaman gitme,’’ dedim. Sesimdeki özlemi saklayamamıştım.
‘‘Bana uyar,’’ diye cevap verdi. Yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi. ‘‘Kelepçeleri getir, Senin mahkumunum.” Konu surken büyük elleri bileklerimi bir sarmaşık gibi sardı. Sessiz ve tatlı bir şekilde güldü. Bu gece, şimdiye kadar ondan duyduğum kahkahaların toplamından fazlasını duymuştum.
“Her zamankinden daha iyimser görünüyorsun, seni daha önce hiç böyle görmemiştim.”
“Böyle olması gerekmiyor mu?’’ dedi gülümseyerek. “İlk aşkın zaferi ve tüm bu olanlar. İnanılmaz değil mi? Bir şeyi okuyup filmlerde görmekle, bu şey hakkında deneyim sahibi olmak arasındaki fark.’’
“Arada çok büyük bir fark var,’’ dedim ona katılarak. “Tahminimden çok daha güçlü bir şey.’’
“Örneğin,’’ diyerek söze başladı, kelimeler ağzından hızla dökülüyordu. “Kıskanma duygusu. Bununla ilgili yüz bin tane şey okudum, binlerce defa oyuncuların tiyatrolarda ya da filmlerde bunu sergilediklerini gördüm. Bunu iyice anladığımı düşünüyordum. Ama şey olduğunda çok şaşırdım. Mike’ın seni dansa davet ettiği o günü hatırlıyor musun?’’
Onaylarcasına başımı salladım, aslında o günü hatırlamamın başka bir sebebi vardı. “Benimle tekrar konuşmaya başladığın zaman kızgınlıktan delirmiştim, bunun önce ne olduğunu anlayamadım. Ne düşündüğünü bilmememe kızgın olmaktan çok onu neden reddettiğine kızmıştım. Bunu sadece arkadaşların için mi yaptın? Yoksa başka biri mi vardı? Bu konuda endişelenmeye hakkım olmadığını biliyorum. İlgilenmemeye çalıştım. Sonra her şey yerine oturmaya başladı,’’ dedi gülerek. Karanlıkta kaşlarımı çattım.
“Mantıksız bir gerginlikle senin onlara ne söyleyeceğini ve yüz ifadenin nasıl olacağını görmek için bekledim. Yüzündeki rahatsızlığı gördüğümde nasıl rahatladığımı anlatamam. Ama yine de emin olamadım. Buraya geldiğim ilk geceydi. Bütün gece, sen uyurken bana doğru, etik ve ahlaki gelen şeyle istediğim şey arasında savaşıp durdum. Eğer yapmam gerektiği gibi seni görmezlikten gelmeye devam edersem ya da sen gidene kadar birkaç sene ortadan kaybolursam Mike’a ya da onun gibi birine evet diyeceğini biliyordum. Bu beni çok öfkelendirdi.’’
“Sonra,’’ diye fısıldadı, “sen uyurken adımı söyledin. O kadar net bir biçimde söyledin ki, ilk önce uyandığını düşündüm. Ama sonra huzursuzca döndün, adımı bir kez daha mırıldandın ve iç geçirdin. İçime işleyen duygu o kadar sersemletici ve cesaret kırıcıydı ki. Seni daha fazla görmezlikten gelemeyeceğimi biliyordum.’’ Bir an durdu, muhtemelen deli gibi atan kalbimi dinliyordu.
“Ama kıskançlık çok tuhaf bir şey. Düşündüğümden çok daha güçlü ve mantıksız bir şey! Charli sana o adi Mike Newton’la ilgili bir şey sorduğunda...’’ öfkeyle başını salladı.
“Dinlediğini tahmin etmem gerekirdi,’’ diye söylendim kendi kendime.
“Tabii ki.’’
“Bu seni gerçekten kıskandırdı, öyle mi? ‘’
“Ben bu konuda acemiyim, sen içimdeki insanı uyandırıyorsun ve her şey yeni olduğu için bana çok daha güçlü geliyor.’’
“Doğrusunu söylemek gerekirse,’’ dedim dalga geçerek, “Rosalie’nin, saf güzelliğinin hayat bulduğu Rosalie’nin senin için yaratıldığını öğrendiğimde... Emmet olsun ya da olmasın, bununla nasıl başa çıkabilirim?’’
“Bu bir yarışma değil.’’ Beni göğsüne yasladı. Elimden geldiğince hareketsiz durmaya çalışıyordum, hatta nefes alırken bile son derece dikkatliydim.
“Bunun bir yarışma olmadığını biliyorum,’’ dedim soğuk tenine doğru. “Zaten bütün sorun bu.’’
“Tabii ki Rosalie’nin kendine göre bir güzelliği var. Ama benim kız kardeşim gibi olmasaydı ya da Emmet ona ait olmasaydı da, senin benim üzerimde bıraktığın etkinin onda birini, hayır yüzde birini bile bırakamazdı.’’ Şimdi ciddi ve düşünceliydi. “Neredeyse doksan yıl boyunca kendi türümün ve sizinkinin arasında yaşadım bütün bu zaman boyunca bir bütün olduğumu düşünüyor, ne aradığımı bilmiyordum. Bir şey bulamıyordum çünkü sen henüz doğmamıştın.’’
“Bu hiç de adil değil,’’ dedim. Başım hala göğsündeydi, nefes alıp vermesini dinliyordum. “Beklememe gerek yoktu. Neden bu kadar çabuk vazgeçecektim ki?’’
“Haklısın,’’ dedi heyecanla. “Bunu senin için kesinlikle zorlaştırmalıyım.’’ Bir bileğimi, diğer eliyle daha rahat tutmak için bıraktı. Islak saçlarımı tepeden belime doğru okşadı. “Benimle geçirdiğin her saniyede hayatını riske atmak zorundasın, bu o kadar da kötü değil. Sadece, doğaya, insanlığa sırtını dönmek zorundasın, buna değmez mi?’’
“Değebilir. Kendimi hiçbir şeyden mahrum kalmış hissetmiyorum.’’
“Henüz.’’ Sesinde eski zamanlara ait bir acı vardı.
Geri çekilip yüzüne bakmak istedim ama kollarıyla beni sımsıkı sarmıştı.
“Ne...’’ diye başladım söze, ama bedeni alarma geçmişti. Bir an hareketsiz kaldım, birdenbire ellerimi serbest bıraktı ve ortadan kayboldu. Neredeyse yüzüstü kapaklanacaktım.
“Yat çabuk!’’ diye tısladı. Karanlıkta Edward’ın sesinin nereden geldiğini anlayamıyordum.
Hemen örtümün altına girdim ve her zaman uyuduğum tarafa doğru kıvrıldım. Yavaşça kapı açıldı ve Charlie olmam gereken yerde olup olmadığımı kontrol etti. Hareketi abartarak sakin sakin nefes alıyordum.
Uzun bir dakika geçti. Kapının kapandığını tam olarak duymamıştım. Sonra örtünün altında Edward’ın serin kolunu ve kulağımın arkasındaki dudaklarını hissettim.
“Sen çok kötü bir oyuncusun. Bence bu konuda bir kariyer yapamazsın.’’
“Lanet olsun!’’ diye söylendim. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
Hatırlayamadığım bir şarkı mırıldanmaya başladı, bir ninniye benziyordu.
Bir an durdu. “Uyuman için sana ninni söyleyeyim mi?’’
“Tabii tabii,’’ dedim gülerek. “Sanki sen buradayken ben uyuyabilirim!’’
“Ama bunu hep yapıyorsun,’’ dedi bana hatırlatarak.
“Ama burada olduğunu bilmiyordum,’’ diye cevap verdim soğuk bir şekilde.
“Peki, uyumak istemiyorsan...’’ dedi ses tonumu duymazdan gelerek. Nefesim kesildi.
“Uyumak istemiyorsam?’’
Güldü. “O zaman ne yapmak istiyorsun?’’
İlk önce cevap veremedim.
“Bilmiyorum,’’ dedim güçlükle.
“Karar verdiğin zaman, bana haber ver.’’
Soğuk nefesi ensemdeydi.
“Hassasiyetinin azaldığını sanıyordum.’’
“Şaraba karşı koymam, kokusunu takdir etmeyeceğim anlamına gelmez,’’ diye fısıldadı. “Çiçeğimsi bir kokun var, lavanta gibi.’’
“Eğer bir günüm bana ne kadar yenilesi olduğum söylenmeden geçerse, onu günden saymam.’’
Güldü ve derin bir nefes aldı.
“Ne yapmak istediğime karar verdim,’’ dedim. “Hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyorum.’’ “Bana istediğini sorabilirsin.’’
Aklımdan geçen en önemli soruyu bulmaya çalışıyordum. “Bunu neden yapıyorsun?’’ dedim. “Olduğun şeye karşı gelmek için nasıl bu kadar çabaladığını hala anlayamadım. Lütfen yanlış anlama, tabii ki böyle bir şey yaptığın için memnunum. Sadece bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyorum.’’
Cevap vermeden önce tereddüt etti. “Bu iyi bir soru ve bunu ilk soran kişi sen değilsin. Diğerleri, yani bu çoğunluktan memnun olan türümüzün büyük bir bölümü de bizim nasıl yaşadığımızı merak ediyor. Ama sadece elimize böyle kartlar dağıtılmış olması ileriye gidemeyeceğimiz, hiçbirimizin istemediği bu kaderin sınırlarını zorlayamayacağımız, gerekli olan insani şeyleri bünyemizde barındıramayacağımız anlamına gelmez.’’
Hareketsizce durdum, korkunç bir sessizliğe gömüldüm. “Uyudun mu?’’ diye sordu.
“Hayır’’
“Merak ettiğin şey bu muydu?’’
“Tam olarak bu değil.’’
“Başka ne bilmek istiyorsun?’’
“Neden insanların akıllarını okuyabiliyorsun, neden sadece sen? Bir de Alice var; geleceği görüyor. Bu nasıl oluyor?’’
“Tam olarak bilemiyoruz. Carlisle’nın bir teorisi var; diğer hayatımıza, daha yoğunlaşmış olan akıllarımız, hislerimiz gibi insanlığımızın en güçlü özelliklerini getiriyoruz. Benim eskiden çevremdeki insanların düşüncelerine önem verdiğimi düşünüyor. Alice’in de bazı şeyleri önceden bilme durumu var.’’
“Carlisle diğer hayatından ne getirmiş? Peki ya diğerleri?’’
“Carlisle merhamet duygusunu getirmiş. Esme tutkuyla sevebilme kabiliyetini getirmiş. Emmet gücünü, Rosalie ise inadını...’’ dedi gülerek. ‘’ Jasper çok ilginçtir. İlk hayatında çok karizmatikmiş, Etrafındakileri kolayca etkileyip onun istediği gibi düşünmelerini sağlayabilirmiş. Şimdiyse çevresindeki duyguları kontrol edebiliyor; örneğin, bir oda dolusu öfkeli insanı sakinleştirebiliyor ya da muazzam büyüklükteki bir kalabalığı coşturabiliyor. Bu çok özel bir hediye.’’
Bana anlattığı bu imkansız şeyleri anlamaya çalışarak düşünmeye başladım. Ben düşünürken sabırla bekledi.
“Peki ya bunların hepsi nasıl başladı. Yani Carlisle’nin sizi değiştirmesi, onu da birinin değiştirmiş olması gerek ve onu da, onu da...’’
“Peki ya sen nasıl dünyaya geldin? Evrimle mi? Yaratılışla mı? Biz de diğer türler gibi evrim geçiremez miyiz? Avcıyla av? Ya da dünyanın kendi kendine var olduğunun düşünsen bile, ki bunu kabul etmek benim için zor, narin melek balığının yanında köpekbalığını yaratan, yavru fok balığının yanına balina koyan, her iki türü de yan yana yaratan bir güç.’’
“Şunu açıklığa kavuşturalım. Ben yavru fok balığıyım değil mi?’’
“Evet,’’ dedi gülerek. Saçlarıma bir şey değdi, yoksa dudakları mı?
Saçlarıma değen şeyin dudakları olup olmadığını görmek için ona doğru dönmek istedim. Ama uslu bir kız olmak zorundaydım; işler onun için zaten zordu, bunu daha fazla zorlaştırmak istemezdim.
“Uyumaya hazır mısın?’’ diye sordu bu kısa sessizliği bölerek. “Yoksa sormak istediğin başka bir şey var mı?’’ “Sadece birkaç milyon sorum daha kaldı.’’
“Daha yarın var, ertesi gün var, ondan sonraki gün var...’’ dedi. Bu düşünceye coşkuyla güldüm.
“Sabahleyin kaybolmayacağından emin misin?’’ Bundan emin olmak istiyordum. “Ne de olsa sen hayali birisin.’’
“Seni bırakmayacağım.’’ Sesinde söz verir gibi bir ton vardı.
“Bu gece için bir soru daha o zaman...’’ Bir anda kızardım. Karanlığın hiçbir faydası yoktu, tenimin altındaki sıcaklığı fark ettiğinden emindim.
“Sor bakalım.’’
“Hayır, boş ver. Vazgeçtim.’’
“Bella, bana istediğini sorabilirsin.’’
Cevap vermedim ve o da söylendi.
“Aklındakileri okuyamamamın gittikçe beni daha az rahatsız, edeceğini düşünüyordum. Ama her geçen gün daha kötü olmaya başladı.’’
“Ne düşündüğümü bilmediğin için memnunum. Uykumda konuştuklarıma kulak misafiri olman yeterince kötü zaten.’’
“Lütfen?’’ Sesi o kadar ikna ediciydi ki, buna karşı koymak imkansızdı.
Hayır anlamında başımı salladım.
“Eğer bana söylemezsen bunu aslında olduğundan çok daha kötü bir şeymiş gibi kabul edeceğim,’’ diyerek beni tehdit etti. “Lütfen?’’ dedi tekrar yalvaran bir sesle.
“Pekala,’’ diye söze başladım. Yüzümü göremediği için şanslıydım.
“Evet?’’
“Rosalie ve Emmet’in yakında evleneceğini söyledin. Bu evlilik insanların evlenmesi gibi mi olacak?’’
Çok içten ve anlayışlı bir şekilde güldü. “Merak ettiğin bu muydu?’’
Yerimde huzursuzca kırpandım, cevap veremiyordum.
“Evet, sanırım onun gibi olacak,’’ dedi. “Sana söylediğim gibi, insani isteklerin çoğu içimizde, sadece bunlar daha güçlü isteklerin arkasına saklanmış.’’
“Hımm,’’ diyebildim sadece.
“Bu merakın ardında başka bir şey var mı?’’
“Aslında merak ediyordum; sen ve ben bir gün...’’
Bir anda ciddileşti ve vücudu kaskatı kesildi. Ben de otomatik olarak hareketsiz kaldım.
“Ben bunun bizim için mümkün olacağını sanmıyorum.’’
“Çünkü bu senin için çok zor olur eğer çok yakınında olursam?’’
“Bu kesinlikle büyük bir problem olacak. Ama düşündüğüm şey tam olarak bu değil. Sen o kadar yumuşak ve narinsin ki... Sana zarar vermemek için birlikte olduğumuz her an, her hareketime dikkat etmek zorundayım. Seni kazara öldürebilirim Bella.’’ Sesi yumuşak bir fısıltıya dönüştü. Buz gibi elini yanağıma koydu. “Çok aceleci davransaydım... Eğer bir saniye dikkatsiz hareket etseydim, yüzüne dokunup yanlışlıkla kafatasını dağıtabilirdim. Ne kadar kırılgan olduğunu bilmiyorsun. Seninle birlikteyken asla herhangi bir hata yapamam.’’
Cevap vermemi bekledi, ama cevap vermediğimi görünce iyice gerildi. “Korkuyor musun?’’ diye sordu.
“Cevap vermek için bir dakika bekledim, böylelikle doğru düzgün konuşabilecektim. “Hayır, iyiyim.’’
Bir an tedirginleşti. “Merak ediyorum,’’ dedi, sesi yine yumuşacıktı. “Sen hiç?’’ dedi sorusunu tamamlamadan.
“Tabii ki hayır,’’ dedim kızarak. “Sana söylediğim gibi, daha önce kimseye böyle şeyler hissetmedim, hatta bu duyguların yanından bile geçmedim.’’
“Biliyorum. Ben diğer insanların ne düşündüklerini biliyorum. Aşk ve şehvetin her zaman aynı yola düşmediğin de biliyorum.’’
“Ama benim için öyle. Her neyse şu an zaten ikisini bir arada hissediyorum,’’ dedim iç geçirerek.
“Bunu duyduğuma sevindim. En azında bir ortak noktamız var,’’ dedi kendinden memnun bir şekilde.
“Senin insani içgüdülerin...’’ diye söze başladım. Bekledi. “Peki, sen beni çekici buluyor musun?’’
Güldü ve artık neredeyse kurumuş olan saçlarımı okşadı.
“İnsan olmayabilirim ama ben de bir erkeğim,’’ dedi.
“Sorularını cevapladım, şimdi uyusan iyi olur,’’ dedi.
“Uyuyabileceğimi sanmıyorum.’’
“Gitmemi ister misin?’’
“Hayır!’’ dedim.
Güldü ve tekrar o yabancı ninniyi mırıldanmaya başladı. Sesi bir meleğinki gibi yumuşacık, kulağıma geliyordu.
Zannettiğimden daha çok yorulmuştum. Daha önce hem akli hem de duygusal olarak bu kadar gergin bir gün yaşamamıştım. Onun soğuk kollarında uykuya daldım.
14. AKLIN GÜCÜ
İtiraf etmem gerekirse, makul bir hızla gittiğimizde iyi araba kullanıyordu. Birçok şey gibi bu da onun çabalamadan yaptığı bir şeydi. Yola neredeyse hiç bakmıyor ama lastikle yolun ortasından bir santim bile kaymıyordu. Bir eliyle elimi tutuyordu, diğeriyle de direksiyonu. Bazen batmakta olan güneşe, bazen de bana, yüzüme, açık camdan dışarıya uçuşan saçlarıma bakıyordu. Ellerimiz sımsıkı kenetlenmişti.
Eski şarkıların çaldığı bir radyo istasyonunu açtı ve daha önce hiç duymadığım bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Şarkının bütün sözlerini biliyordu.
‘‘Ellilerin müziklerinden hoşlanır mısın?’’ diye sordum.
‘‘Ellilerde müzik çok iyiydi. Altmışlardan ve yetmişlerden çok daha iyiydi. Ah!’’ dedi ürpererek. ‘‘Seksenler katlanılabilirdi.
‘‘Bana kaç yaşında olduğunu söylemeyi düşünüyor musun?’’ diye sordum belli belirsiz, bu neşeli havasını bozmak istemiyordum.
‘‘Bunun bir önemi var mı?’’ Neyse ki yüzündeki gülümseme hâlâ eskisi gibi duruyordu.
‘‘Hayır, ama yine de merak ediyorum... Geceleri beni uyutmamak için çözülmemiş bir gizem gibisi yoktur.’’
‘‘Bunun seni üzmesinden korkuyorum,’’ dedi. Güneşe doğru uzun bir süre baktı.
‘‘Hadi söyle,’’ dedim sonunda.
İç geçirdi ve gözlerime baktı, bir süre yolu tamamen unutmuştu. Orada gördüğü her neyse onu cesaretlendirmiş olmalıydı. Tekrar güneşe baktı, batmakta olan küre teninde yakut renkli parlamalar yaratıyordu ve sonunda konuştu.
‘‘1901 yılında Chicago’da doğdum,’’ dedi ve sustu, bana bakıyordu. Yüzümde hiçbir şaşkınlık belirtisi yoktu, sabırla hikâyenin devamını bekliyordum. Hafifçe gülümsedi ve sözlerine devam etti. ‘‘Carlisle beni 1918’in yazında bir hastanede buldu. O zaman on yedi yaşındaydım ve İspanyol gribinden ölmek üzereydim.
Benim bile güçlükle duyduğum nefes alışımı Edward duydu. Tekrar gözlerime baktı.
‘‘Çok iyi hatırlamıyorum, uzun zaman önceydi, bilirsin insan hafızası fazla kuvvetli değildir.’’ Sözlerine devam etmeden önce bir süre düşünceleri arasında kayboldu. ‘‘Carlisle’nin beni kurtardığı zaman nasıl hissettiğimi hatırlıyorum. Kolay bir şey değil, unutabileceğin bir şey hiç değil.’’
‘‘Annenle baban?’’
‘‘Onlar çoktan salgın sebebiyle ölmüşlerdi. Ben yalnızdım. İşte bu yüzden beni seçti. Salgının karmaşasında benim gittiğimi kimse anlayamazdı.’’
‘‘Seni nasıl kurtardı?’’
Cevap vermeden önce birkaç saniye geçti. Kelimelerini dikkatle seçiyordu.
‘‘Çok zor oldu. İçimizden çok azının bunu başarmak için yeterli gücü vardı. Ama Carlisle içimizdeki en insancıl, en merhametli olandı. Onun eşi yoktur. Benim açımdan acı vericiydi.’’
Dudaklarının duruşundan bu konuyla ilgili tek kelime daha etmeyeceğini anlamıştım. Her ne kadar işe yaramasa da merakımı bastırmaya çalıştım. Bu konuyla ilgili düşünmem gereken birçok şey vardı, bazı şeyler kafamda yeni yeni şekilleniyordu. Hiç şüphesiz benim gözümden kaçırdığım birçok şey Edward’ın keskin zekâsından kaçamamıştı.
Yumuşak sesi düşüncelerimi böldü. ‘‘Yalnızlıktan böyle hareket etti. Genelde yapılan seçimin ardındaki neden budur. Her ne kadar Esme’yi benden hemen sonra bulduysa da, ben Carlisle’nin ailesinde ilktim. Bir kayalıktan düşmüştü. Onu hemen hastane morguna kaldırmışlardı ama her nasılsa kalbi hala atıyordu.’’
‘‘Yani senin şey olman için ölüyor olman gerek.’’ O sözcüğü hiç söylememiştik ve şu anda dile getiremiyordum.
‘‘Hayır, sadece Carlisle... Başka bir şansı olan hiç kimseye bunu yapmaz.’’ Babası hakkında konuşurken sesinde belirgin bir saygı vardı. ‘‘ Carlisle, eğer kan zayıfsa bunun daha kolay olduğunu söyler,’’ dedi. Kararmış olan yola baktı, konu yeniden kapanmıştı.
‘‘Peki ya Emmet ve Rosalie?’’
‘‘Carlisle daha sonra Rosalie’yi ailemize kattı. Çok uzun zaman Carlisle’nin, Esme onun için neyse Rosalie’nin de benim için aynı şekilde olmasını istediğini anlamadım. Carlisle etrafımdayken düşündüğü şeylere dikkat etmeye çalışıyordu,’’ dedi gözlerini devirerek. ‘‘Ama o benim için kardeşten fazlası değildi. Bundan iki yıl sonra Rosalie Emmet’i buldu. O zamanlar Appalachia’daydık, Rosalie’de avlanıyordu. Emmet’i bulduğunda bir ayı onun işini bitirmek üzereydi. Rosalie onu yüz milden fazla bir yol boyunca, Carlisle’ye kadar taşıdı. Bunu tek başına yapamayacağından korkuyordu. Onun için bu yolculuğun ne kadar zor olabileceğini şimdi anlayabiliyorum.’’
Bana baktı ve yanağımı okşadı.
‘‘Ama bunu başardı,’’ dedim dayanılmaz güzellikteki gözlerine bakmamaya çalışarak.
‘‘Evet’’ diye mırıldandı. ‘‘Yüzünde ona güç veren bir şey gördü. O zamandan beri beraberler. Bazen bizden ayrı, evli bir çift gibi yaşarlar. Ama ne kadar genç görünürsek, geldiğimiz yerde o kadar uzun kalabiliriz. Forks çok iyi bir yer gibi görünüyordu, bu yüzden liseye yazıldık,’’ dedi gülerek. ‘‘Sanırım birkaç yıl içinde tekrar düğünlerine gitmemiz gerekecek.’’
‘‘Peki ya Alice ve Jasper?’’
‘‘Alice ve Jasper çok nadir rastlanan yaratıklardır. Jasper başka bir aileye ait, çok farklı türden bir aileye. Depresyona girmiş ve tek başına sokaklarda dolaşmaya başlamış. Alice onu bulmuş. Benim gibi Alice’in de bazı özel güçleri var.’’
‘‘Gerçekten mi?’’ dedim sözünü keserek, bundan çok etkilenmiştim. ‘‘Ama insanların düşüncelerini bir tek senin duyabileceğini söylemiştin’’
‘‘Bu doğru. Alice başka şeyleri bilebiliyor. O bazı şeyleri görüyor, olması mümkün olan ya da olacak şeyleri görüyor. Ama bu çok kişisel bir şey. Geleceği önceden tam olarak bilemezsin. Bazı şeyler değişir.’’
Bunu söylerken yüzü kaskatı oldu, hızla yüzüme bakıp başına çevirdi.
‘‘Ne tür şeyler görüyor?’’
‘‘Jasper’ı görmüş, daha Jasper’ın kendisi bile Alice’i aradığını bilmeden, Alice bunu biliyormuş. Carlisle’yi, ailemizi görmüş ve bizi bulmak için bir araya gelmişler. İnsan olmayanlara karşı çok hassastır. Örneğin ne zaman bizim türümüzden başka bir grup geleceğini ya da onlardan bize gelecek zararı görür.
‘‘Sizden çok var mı?’’ Şaşırmıştım. Kaç tanesi aramızda fark edilmeden yürüyordu acaba.
‘‘Hayır fazla yok. Ama birçoğumuzun evi yoktur, belli bir yere yerleşmezler. Sadece bizim gibiler, yani siz insanları avlamayanlar, sizlerle uzun süre iç içe yaşayabilirler. Bizim gibi sadece bir tane aile bulabildik, Alaska’da küçük bir kasabada. Bir süre birlikte yaşadık ama o kadar kalabalıktık ki çok dikkat çekmeye başladık. Bizim türümüzden yaşayanlar farklı bir biçimde birbirine bağlıdır.’’
‘‘Peki ya diğerleri?’’
‘‘Çoğunlukla göçebeler. Hepimiz bir dönem öyle yaşadık. Ama diğer şeyler gibi bu da sıkıcı olmaya başladı. Buraya geldiğimizden beri diğerleriyle karşılaşıyoruz, çünkü birçoğumuz kuzeyi tercih eder.’’
‘‘Neden?’’
Evin önüne park etmiştik ve Edward motoru durdurmuştu. Çok sessiz ve karanlıktı, ay görünmüyordu. Verandanın ışığı sönüktü, babam henüz eve gelmemişti.
‘‘Bu akşamüzeri bir şeye dikkat ettin mi?’’ dedi dalga geçer gibi. ‘‘Sence ben güneşin altında trafik kazalarına yol açmadan yürüyebilir miyim? Olympic Yarımadası’nı seçmemizin bir nedeni var, burası dünyanın en az güneş alan yerlerden biri. Gün içinde dışarı çıkabilmek güzel oluyor. Seksen sene boyunca sadece gece dışarı çıkmanın ne demek olduğunu bilemezsin.’’
‘‘İşte efsaneler de buradan doğuyor değil mi?’’
‘‘Muhtemelen.’’
‘‘Alice de Jasper gibi başka bir aileden mi geliyor?’’
‘‘Hayır, o tam bir muamma. Alice insan olduğu zamanki hayatını hiç hatırlamıyor. Ve onu kimin yarattığını da bilmiyor. Yalnız başına uyanmış. Onu dünyaya getiren her kimse çekip gitmiş. Hiçbirimiz bunu neden ve nasıl olduğunu anlayamadık. Onun böyle bir gücü olmasaydı, Jasper ve Carlisle’yi ve tabii ki bir gün bizden biri olacağını göremeseydi bir yabaniye dönüşecekti.’’
Düşünecek ve sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki... Ama bir anda beni yerin dibine sokacak bir şey oldu; karnım guruldadı. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki acıktığımın farkına bile varamamıştım. Kurt gibi acıktığımı şimdi fark ediyordum.
‘‘Üzgünüm seni akşam yemeğinden alıkoyuyorum’’
‘‘Ben iyiyim, gerçekten.’’
‘‘Yemek yiyen biriyle zaman geçirmeyeli o kadar olmuş ki unutmuşum’’
‘‘Seninle kalmak istiyorum.’’ Karanlıkta ona olan bu bağlılığımı söylemek daha kolaydı. Sesimin bana ihanet edeceğini biliyordum.
‘‘İçeri giremez miyim’’ diye sordu.
‘‘Girmek ister misin?’’ Bu tanrısal yaratığı babamın eski püskü mutfak sandalyesinin üzerinde hayal edemiyordum.
‘‘Evet, tabii senin için bir sakıncası yoksa.’’ Kapının yavaşça kapandığını duydum, sonra bir anda benim kapımı açtığını gördüm.
‘‘Tam bir insanın yapacağı şey.’’ Diyerek ona iltifat ettim.
‘‘Kesinlikle içimdeki insanı yeniden ortaya çıkarıyor.’’
Gecenin içinde benim yanımda yürüyordu, o kadar sessizdi ki arada bir orada olup olmadığını kontrol ediyordum. Karanlıkta çok daha normal görünüyordu. Hala solgun, hala rüya gibi güzeldi ama artık öğleden sonra güneşindeki gibi parlayan bir yaratık değildi.
Kapıya benden önce ulaştı ve benim için açtı. Kapıdan girmeden duraksadım.
‘‘Kapı kilitli değil miydi?’’
‘‘Evet, saçağın altında duran anahtarı kullandım.’’
İçeri girdim, verandanın ışığını yaktım ve kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Sanırım bunu daha önce görmemişti.
‘‘Seninle ilgili merak ettiğim bir sürü şey vardı.’’
‘‘Beni gözetledin mi?’’ Bu çok hoşuma gitmişti.
Bundan pişman olmuş gibi bir hali yoktu. ‘‘Gece yapacak başka ne var ki?’’
Bir süre bu konuyu kenara bıraktım ve koridordan mutfağa geçtim. Önümden gidiyordu, birinin ona yolu tarif etmesine gerek yoktu. Daha önce oturmasını hayal ettiğim sandalyeye oturdu. Güzelliği mutfağı aydınlatıyordu.
Akşam yemeğini hazırlamaya odaklandım, dün akşamdan kalan lazanyayı buzdolabından çıkarttım, bir dilim kesip tabağa koydum ve mikrodalga fırında ısıttım. Fırında dönerken mutfağı domates ve kekik kokusu kapladı. Konuşurken gözlerimi tabaktan ayırmıyordum.
‘‘Ne sıklıkta?’’ diye sordum sıradan bir şey sorar gibi. ‘‘Hımm?’’ Sanki onu derin uykusundan uyandırmış gibiydim. Yine de arkamı dönmedim. ‘‘Buraya ne sıklıkta geliyorsun?’’ ‘‘Buraya neredeyse her gece geliyorum.’’ Kafam karışmıştı. ‘‘Neden?’’
‘‘Uyurken çok ilginç oluyorsun,’’ dedi gerçekçi bir şekilde. ‘‘Konuşuyorsun.’’
‘‘Hayır!’’ dedim güçlükle soluyarak, tepeden tırnağa kızardığımı hissediyordum. Destek almak için mutfak tezgahına tutundum. Tabii ki uykumda konuştuğumu biliyordum, annem hep bununla dalga geçerdi. Ama bunun, endişelenmem gereken bir hale geleceği hiç aklıma gelmezdi.
Hemen yüzü asıldı. ‘‘Bana çok mu kızdın?’’
‘‘Değişir!’’ Sanki nefesim kesilmişti.
Bekledi.
‘‘Neye göre?’’ diye sordu.
‘‘Duyduğun şeylere göre,’’ dedim.
‘‘Üzülme,’’ dedi sanki özür dilercesine. Yüzünü göz hizama getirdi, bana bakıyordu. Çok utanmıştım, başımı çevirmeye çalıştım.
‘‘Anneni özlüyorsun,’’ dedi ‘‘Onun için endişeleniyorsun. Ve yağmur yağdığında, o sesler seni huzursuz ediyor. Eskiden evinle ilgili daha fazla konuşuyordun ama artık bunlar azaldı. Bir keresinde ‘çok yeşil’ dedin,’’ dedi gülerek. Sanırım beni daha fazla utandırmak istemiyordu.
‘‘Başka bir şey var mı?’’ diye sordum.
Hangi noktaya gelmek istediğimi anlamış gibiydi. ‘‘Benim adımı da söyledin,’’ diye itiraf etti.
Yenilmiş bir ifadeyle iç geçirdim. ‘‘Sık sık mı?’’
‘‘Sık sık derken tam olarak ne demek istiyorsun?’’
‘‘Hayır, olamaz!’’ dedim başımı önüme eğerek.
Beni göğsüne yasladı.
‘‘Saçmalama,’’ diye kulağıma fısıldadı. ‘‘Eğer rüya görebilseydim kesinlikle rüyamda seni görürdüm ve bundan da utanmazdım.’’
Taşlı yol üzerindeki tekerleklerin sesini duyduk, sonra arabanın farlarını gördük. Ona sıkıca sarıldım.
‘‘Benim burada olduğumu babanın bilmesi gerekir mi?’’ diye sordu.
‘‘Emin değilim...’’ Düşünmeye çalışıyordum.
‘‘Başka bir zaman...’’
Ve birden yalnız kalmıştım.
‘‘Edward!’’ dedim ardından.
Anahtarların sesi duyuldu, kapıyı açıyordu.
‘‘Bella?’’ diye seslendi babam. Bu soru beni önceden rahatsız ederdi; benden başka kim olabilirdi ki? Birden, bu soru o kadar da saçma gelmedi.
‘‘Buradayım!’’ Umarım sesimdeki o tuhaf tonu fark etmemişti. Mikrodalga fırından yemeği aldım ve o içeri girerken masaya oturdum. Edward’la geçirdiğim bu günden sonra babamın ayak sesleri ne kadar da gürültülü geliyordu.
‘‘Bana da o yediğinden biraz koyar mısın? Çok yorgunum.’’
Botlarını çıkarmak için topuklarına bastı, bunu yaparken Edward’ın demin oturduğu sandalyeden destek alıyordu.
Yemeğimi yanıma aldım, onun yemeğini hazırlarken bir yandan da atıştırıyordum. Bu sırada dilimi yaktım. Lazanyası ısınırken iki bardağa süt doldurdum, ağzım yandığı için kendi bardağımdan bir yudum aldım. Bardağı tezgaha koyduğumda sütün titrediğini gördüm, sonra elimin titrediğini fark ettim. Babam bir sandalyeye oturdu, demin orda oturan kişiyle babam arasındaki fark komikti.
‘‘Teşekkürler,’’ dedi yemeğini masaya koyarken. ‘‘Günün nasıldı?’’ diye sordum. Sözcükler ağzımdan hızla çıkıyordu, bir an önce odama girmek için sabırsızlanıyordum.
‘‘İyi. Balıklar oltaya geldiler. Peki ya senin günün nasıldı. Planladıklarını yapabildin mi?’’
‘‘Tam değil, hava evde oturulamayacak kadar güzeldi,’’ dedim büyük bir lokma daha alarak.
‘‘Çok güzel bir gündü,’’ diyerek bana katıldı. Bu laf ne kadar da yetersiz kalıyor diye düşündüm kendi kendime.
Lazanyamdan son bir lokma daha aldım ve bardağı kafama diktim.
Charlie bana dikkat ederek beni şaşırtmıştı. ‘‘Acelen mi var?’’ ‘‘Evet. Çok yorgunum. Bugün erken yatacağım.’’
‘‘Biraz gergin görünüyorsun,’’ dedi.
‘‘Öyle mi?’’ dedim. Sadece bunu söyleyebilmiştim. Bulaşıkları lavaboda çabucak yıkadım ve kurumaları için bulaşık bezinin üstüne kapattım.
‘‘Bugün cumartesi,’’ dedi.
Cevap vermedim.
‘‘Bu gece bir planın yok mu?’’ diye sordu.
‘‘Hayır baba. Sadece biraz uyumak istiyorum.’’
‘‘Bu kasabadaki çocukların hiçbiri senin tipin değil, öyle mi?’’ Kuşkulanmıştı ama soğukkanlı görünmeye çalışıyordu.
‘‘Hayır, şimdiye kadar hiçbir çocuk gözüme çarpmadı.’’ Charli’ye karşı dürüst olma politikam çerçevesinde çocuk kelimesini vurgulu söylememeye dikkat çekmiştim.
‘‘Ben düşündüm de, belki Mike Newton; onun iyi biri olduğunu söylemiştin.’’
‘‘O sadece arkadaşım baba.’’
‘‘Her neyse, zaten sen onlar için fazla iyisin. Birini bulmak için üniversiteye gidene kadar bekle.’’ Kızının hormonların istilasına uğramadan evden gitmesi her babanın rüyasıdır.
‘‘İyi bir fikir,’’ dedim merdivenlerden yukarı çıkarken.
‘‘İyi geceler tatlım,’’ diye seslendi arkamdan. Bütün gece dışarı kaçıp kaçmayacağımı kontrol edeceğinden emindim.
‘‘Sabah görüşürüz baba.’’ Bu gece beni kontrol etmeye çalışırken görüşürüz.
Odama doğru merdivenlerden çıkarken yorgun görünmeye çalışıyordum. Onun duyabilmesi için odamın kapısını gürültüyle kapattım ve hemen parmak ucunda pencereye doğru yürüdüm. Camı açtım ve geceye doğru uzandım. Etrafı kontrol ettim.
‘‘Edward,’’ diye seslendim usulca, kendimi aptal gibi hissediyordum.
‘‘Evet?’’
Yatağımın üzerinde, ellerini başının altına koymuş uzanıyordu. O bir rahatlık abidesiydi.
‘‘Ayy!’’ dedim ödüm kopmuş bir halde.
‘‘Affedersin.’’ Gülmemek için kendini zor tutuyordu.
‘‘Tekrar kalbimin atması için bana bir dakika ver.’’
Beni tekrar şaşırtmamak için yavaşça yerinden doğruldu. Uzun kollarıyla bana doğru uzandı, beni bir bebekmişim gibi omuzlarımdan tutup yanına oturttu.
‘‘Neden yanıma oturmuyorsun?’’ dedi soğuk elini elimin üstüne koyarak; ‘‘Kalbin nasıl?’’
‘‘Sen daha iyi bilirsin, kalp atışlarımı benden daha iyi duyduğuna eminim.’’
İkimizde bir süre kalp atışlarımın yavaşlamasını bekleyerek sessizce oturduk. Babam evdeyken Edward’ı eve almayı düşündümde...
‘‘Bir dakikalığına insan olmama izin verir misin?’’
‘‘Kesinlikle,’’ dedi.
‘‘Burada bekle,’’ dedim sert görünmeye çalışarak.
‘‘Tamam hanımefendi.’’ Yatağımın ucunda bir heykel gibi hareketsiz durdu.
Pijamalarımı ve temizlik malzemelerimi aldım; ışığı yakmadım ve sessizce kapıyı kapattım.
Merdivenlerden yukarıya televizyonun sesi geliyordu.
Gürültülü bir şekilde banyonun kapısını kapattım, Böylelikle Charlie beni rahatsız etmek için yukarıya çıkmayacaktı.
Acele etmeye çalışıyordum. Lazanyanın izlerini yok etmek için elimden geldiğince hızlı olmaya çalışarak haşince dişlerimi fırçaladım. Ama duştaki sıcak su aceleye gelmiyordu. Sırtımdaki kasları açtı ve nabzımı yavaşlattı. Şampuanımın o tanıdık kokusu bana, bu sabahki beni hatırlattı. Odamda oturmuş beni bekleyen Edward’ı düşünmemeye çalışıyordum çünkü o zaman kendimi sakinleştirme işlemine baştan başlamak zorunda kalacaktım. Sonunda daha fazla bekleyemeyeceğime karar verdim. Suyu kapattım ve çabucak kurulandım. Bisiklet yakalı tişörtümü ve gri eşofman altımı giydim. Annemin iki yıl önce doğum günümde Victoria Secret’tan aldığı ipek pijamalarımı hala açmadığıma pişman olmuştum. Herhalde evde üzerinde etiketlerle bir çekmecenin arkasında duruyorlardı.
Havluyla tekrar saçlarımı kuruladım ve bir fırçayla hızlıca taradım. Havluyu çamaşır sepetine attım, saç fırçamı ve diş macunumu da çantaya koydum. Hızlıca merdivenlerden indim böylelikle Charlie beni ıslak saçlarım ve pijamalarımla görebilecekti.
‘‘İyi geceler baba.’’
‘‘İyi geceler Bella.’’ Beni bu gece böyle görmek onu şaşırtmıştı.
Sessiz olmaya çalışarak ikişer ikişer merdivenlerden yukarı çıktım. Odama süzülerek girdim ve kapıyı sıkıca kapattım.
Edward kılını bile kıpırdatmadı, soluk renkli yatak örtümün üzerinde bir Adonios heykeli gibi duruyordu.
Önce nemli olan saçlarıma, sonra da üzerimdeki eski tişörte baktı. Tek kaşını kaldırarak ‘‘Güzel,’’ dedi.
Yüzümü buruşturdum.
‘‘Hayır sana çok yakışmış.’’
‘‘Teşekkürler,’’ dedim. Ona doğru gittim, Bağdaş kurarak yanına oturdum. Tahta zemindeki çizgilere bakmaya başladım.
‘‘Bütün bunlar ne içindi?’’
‘‘Charlie benim gizlice evden kaçacağımı düşünüyor.’’ ‘‘Hımm,’’ dedi düşünceli bir şekilde. ‘‘Neden?’’ diye sordu sanki Charlie’nin aklını okuyamıyormuş gibi.
‘‘Herhalde biraz fazla heyecanlı görünüyorum.’’
Soğuk yanağını bana değdirerek yüzünü yavaşça yüzüme yaklaştırdı. Hiç hareket etmeden duruyordum. ‘‘Mmmmmm...’’
O bana dokunurken mantıklı bir şey düşünmek oldukça zordu.
‘‘Bana öyle geliyor ki bana yakın olmak artık senin için daha kolay.’’
‘‘Böyle mi düşünüyorsun?’’ diye mırıldandı. Burnu çenemin kenarına değdi. Eli, pervane böceğinin kanatlarından daha hafif bir şekilde nemli saçlarımda gezindi. Dudakları kulağımın altındaki boşluğa değiyordu.
Ben geri çekilirken bir an durdu, bir süre dikkatlice birbirimize baktık. Kaskatı çenesi yavaş yavaş rahatlarken yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. ‘‘Yanlış bir şey mi yaptım?’’ ‘‘Hayır, ama beni çıldırtıyorsun!’’
Kısa bir süre düşündü, konuşmaya başladığında sesi memnun çıkıyordu. ‘‘Gerçekten mi?’’ Zafer dolu gülüşü yüzünü aydınlattı.
‘‘Alkış ister misin?’’ diye sordum dalga geçerek.
Gülümsedi.
‘‘Sadece çok hoşuma gitti,’’ diye açıkladı. ‘‘Son bir yüzyıldır bunun hayalini bile kurmamıştım. Kardeşlerimle olduğumdan daha farklı bir şekilde birlikte olmak isteyebileceğim birini bulacağıma inanmazdım. Bu duygular bana çok yabancı olsa da... Seninle beraber olmak konusunda oldukça başarılıyım...’’
‘‘Sen her şeyde oldukça başarılısın,’’ dedim.
‘‘Peki, şimdi nasıl bu kadar kolay olabiliyor?’’ diye sordum. ‘‘Bu akşamüzeri...’’
‘‘Kolay olmuyor,’’ dedi iç geçirerek. ‘‘Ama bu akşamüzeri ben hala kararsızdım. Bunun için üzgünüm, böyle davranmamın affedilir bir yanı yok.’’
‘‘Affedilmez değil,’’ diye ona karşı çıktım.
‘‘Teşekkür ederim,’’ dedi gülümseyerek. ‘‘Bilirsin işte, yeterince güçlü olup olmadığımdan emin değildim...’’ dedi başı önde. ‘‘Hala yenilebilme olasılığım varken...’’ dedi duraksayarak. ‘‘Güçlü olduğuma, bunu başarabileceğime karar verene kadar çok kırılgandım.’’
Onu daha önce böyle kelimeleri bulmaya zorlanırken görmemiştim.
‘‘O zaman, şimdi böyle bir olasılık yok mu?’’
‘‘Aklın gücü,’’ diye tekrar etti gülümseyerek. Dişleri karanlıkta bile parlıyordu.
‘‘Hey, bu çok kolay oldu,’’ dedim.
Başını arkaya atarak sessiz ama coşkulu bir kahkaha attı.
‘‘Senin için kolay,’’ dedi parmağının ucuyla burnuma dokunarak.
Sonra birden bire ciddileşti.
‘‘Deniyorum,’’ dedi, sesinde acı vardı. ‘‘Eğer çok ileriye gidersek ki gidebileceğimden eminim.’’
Kaşlarımı çattım. Gitmek lafından hiç hoşlanmıyordum.
‘‘Yarın daha zor olacak,’’ diye sözlerine devam etti. ‘‘Bütün gün burnumda kokun, inanılmaz derecede duyarsızlaştım. Eğer bir süre senden uzak kalırsam baştan başlamam gerekecek. Bunun biraz zor olacağını düşünüyorum.’’
‘‘O zaman gitme,’’ dedim. Sesimdeki özlemi saklayamamıştım.
‘‘Bana uyar,’’ diye cevap verdi. Yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi. ‘‘Kelepçeleri getir, Senin mahkumunum.” Konu surken büyük elleri bileklerimi bir sarmaşık gibi sardı. Sessiz ve tatlı bir şekilde güldü. Bu gece, şimdiye kadar ondan duyduğum kahkahaların toplamından fazlasını duymuştum.
“Her zamankinden daha iyimser görünüyorsun, seni daha önce hiç böyle görmemiştim.”
“Böyle olması gerekmiyor mu?’’ dedi gülümseyerek. “İlk aşkın zaferi ve tüm bu olanlar. İnanılmaz değil mi? Bir şeyi okuyup filmlerde görmekle, bu şey hakkında deneyim sahibi olmak arasındaki fark.’’
“Arada çok büyük bir fark var,’’ dedim ona katılarak. “Tahminimden çok daha güçlü bir şey.’’
“Örneğin,’’ diyerek söze başladı, kelimeler ağzından hızla dökülüyordu. “Kıskanma duygusu. Bununla ilgili yüz bin tane şey okudum, binlerce defa oyuncuların tiyatrolarda ya da filmlerde bunu sergilediklerini gördüm. Bunu iyice anladığımı düşünüyordum. Ama şey olduğunda çok şaşırdım. Mike’ın seni dansa davet ettiği o günü hatırlıyor musun?’’
Onaylarcasına başımı salladım, aslında o günü hatırlamamın başka bir sebebi vardı. “Benimle tekrar konuşmaya başladığın zaman kızgınlıktan delirmiştim, bunun önce ne olduğunu anlayamadım. Ne düşündüğünü bilmememe kızgın olmaktan çok onu neden reddettiğine kızmıştım. Bunu sadece arkadaşların için mi yaptın? Yoksa başka biri mi vardı? Bu konuda endişelenmeye hakkım olmadığını biliyorum. İlgilenmemeye çalıştım. Sonra her şey yerine oturmaya başladı,’’ dedi gülerek. Karanlıkta kaşlarımı çattım.
“Mantıksız bir gerginlikle senin onlara ne söyleyeceğini ve yüz ifadenin nasıl olacağını görmek için bekledim. Yüzündeki rahatsızlığı gördüğümde nasıl rahatladığımı anlatamam. Ama yine de emin olamadım. Buraya geldiğim ilk geceydi. Bütün gece, sen uyurken bana doğru, etik ve ahlaki gelen şeyle istediğim şey arasında savaşıp durdum. Eğer yapmam gerektiği gibi seni görmezlikten gelmeye devam edersem ya da sen gidene kadar birkaç sene ortadan kaybolursam Mike’a ya da onun gibi birine evet diyeceğini biliyordum. Bu beni çok öfkelendirdi.’’
“Sonra,’’ diye fısıldadı, “sen uyurken adımı söyledin. O kadar net bir biçimde söyledin ki, ilk önce uyandığını düşündüm. Ama sonra huzursuzca döndün, adımı bir kez daha mırıldandın ve iç geçirdin. İçime işleyen duygu o kadar sersemletici ve cesaret kırıcıydı ki. Seni daha fazla görmezlikten gelemeyeceğimi biliyordum.’’ Bir an durdu, muhtemelen deli gibi atan kalbimi dinliyordu.
“Ama kıskançlık çok tuhaf bir şey. Düşündüğümden çok daha güçlü ve mantıksız bir şey! Charli sana o adi Mike Newton’la ilgili bir şey sorduğunda...’’ öfkeyle başını salladı.
“Dinlediğini tahmin etmem gerekirdi,’’ diye söylendim kendi kendime.
“Tabii ki.’’
“Bu seni gerçekten kıskandırdı, öyle mi? ‘’
“Ben bu konuda acemiyim, sen içimdeki insanı uyandırıyorsun ve her şey yeni olduğu için bana çok daha güçlü geliyor.’’
“Doğrusunu söylemek gerekirse,’’ dedim dalga geçerek, “Rosalie’nin, saf güzelliğinin hayat bulduğu Rosalie’nin senin için yaratıldığını öğrendiğimde... Emmet olsun ya da olmasın, bununla nasıl başa çıkabilirim?’’
“Bu bir yarışma değil.’’ Beni göğsüne yasladı. Elimden geldiğince hareketsiz durmaya çalışıyordum, hatta nefes alırken bile son derece dikkatliydim.
“Bunun bir yarışma olmadığını biliyorum,’’ dedim soğuk tenine doğru. “Zaten bütün sorun bu.’’
“Tabii ki Rosalie’nin kendine göre bir güzelliği var. Ama benim kız kardeşim gibi olmasaydı ya da Emmet ona ait olmasaydı da, senin benim üzerimde bıraktığın etkinin onda birini, hayır yüzde birini bile bırakamazdı.’’ Şimdi ciddi ve düşünceliydi. “Neredeyse doksan yıl boyunca kendi türümün ve sizinkinin arasında yaşadım bütün bu zaman boyunca bir bütün olduğumu düşünüyor, ne aradığımı bilmiyordum. Bir şey bulamıyordum çünkü sen henüz doğmamıştın.’’
“Bu hiç de adil değil,’’ dedim. Başım hala göğsündeydi, nefes alıp vermesini dinliyordum. “Beklememe gerek yoktu. Neden bu kadar çabuk vazgeçecektim ki?’’
“Haklısın,’’ dedi heyecanla. “Bunu senin için kesinlikle zorlaştırmalıyım.’’ Bir bileğimi, diğer eliyle daha rahat tutmak için bıraktı. Islak saçlarımı tepeden belime doğru okşadı. “Benimle geçirdiğin her saniyede hayatını riske atmak zorundasın, bu o kadar da kötü değil. Sadece, doğaya, insanlığa sırtını dönmek zorundasın, buna değmez mi?’’
“Değebilir. Kendimi hiçbir şeyden mahrum kalmış hissetmiyorum.’’
“Henüz.’’ Sesinde eski zamanlara ait bir acı vardı.
Geri çekilip yüzüne bakmak istedim ama kollarıyla beni sımsıkı sarmıştı.
“Ne...’’ diye başladım söze, ama bedeni alarma geçmişti. Bir an hareketsiz kaldım, birdenbire ellerimi serbest bıraktı ve ortadan kayboldu. Neredeyse yüzüstü kapaklanacaktım.
“Yat çabuk!’’ diye tısladı. Karanlıkta Edward’ın sesinin nereden geldiğini anlayamıyordum.
Hemen örtümün altına girdim ve her zaman uyuduğum tarafa doğru kıvrıldım. Yavaşça kapı açıldı ve Charlie olmam gereken yerde olup olmadığımı kontrol etti. Hareketi abartarak sakin sakin nefes alıyordum.
Uzun bir dakika geçti. Kapının kapandığını tam olarak duymamıştım. Sonra örtünün altında Edward’ın serin kolunu ve kulağımın arkasındaki dudaklarını hissettim.
“Sen çok kötü bir oyuncusun. Bence bu konuda bir kariyer yapamazsın.’’
“Lanet olsun!’’ diye söylendim. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi.
Hatırlayamadığım bir şarkı mırıldanmaya başladı, bir ninniye benziyordu.
Bir an durdu. “Uyuman için sana ninni söyleyeyim mi?’’
“Tabii tabii,’’ dedim gülerek. “Sanki sen buradayken ben uyuyabilirim!’’
“Ama bunu hep yapıyorsun,’’ dedi bana hatırlatarak.
“Ama burada olduğunu bilmiyordum,’’ diye cevap verdim soğuk bir şekilde.
“Peki, uyumak istemiyorsan...’’ dedi ses tonumu duymazdan gelerek. Nefesim kesildi.
“Uyumak istemiyorsam?’’
Güldü. “O zaman ne yapmak istiyorsun?’’
İlk önce cevap veremedim.
“Bilmiyorum,’’ dedim güçlükle.
“Karar verdiğin zaman, bana haber ver.’’
Soğuk nefesi ensemdeydi.
“Hassasiyetinin azaldığını sanıyordum.’’
“Şaraba karşı koymam, kokusunu takdir etmeyeceğim anlamına gelmez,’’ diye fısıldadı. “Çiçeğimsi bir kokun var, lavanta gibi.’’
“Eğer bir günüm bana ne kadar yenilesi olduğum söylenmeden geçerse, onu günden saymam.’’
Güldü ve derin bir nefes aldı.
“Ne yapmak istediğime karar verdim,’’ dedim. “Hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyorum.’’ “Bana istediğini sorabilirsin.’’
Aklımdan geçen en önemli soruyu bulmaya çalışıyordum. “Bunu neden yapıyorsun?’’ dedim. “Olduğun şeye karşı gelmek için nasıl bu kadar çabaladığını hala anlayamadım. Lütfen yanlış anlama, tabii ki böyle bir şey yaptığın için memnunum. Sadece bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyorum.’’
Cevap vermeden önce tereddüt etti. “Bu iyi bir soru ve bunu ilk soran kişi sen değilsin. Diğerleri, yani bu çoğunluktan memnun olan türümüzün büyük bir bölümü de bizim nasıl yaşadığımızı merak ediyor. Ama sadece elimize böyle kartlar dağıtılmış olması ileriye gidemeyeceğimiz, hiçbirimizin istemediği bu kaderin sınırlarını zorlayamayacağımız, gerekli olan insani şeyleri bünyemizde barındıramayacağımız anlamına gelmez.’’
Hareketsizce durdum, korkunç bir sessizliğe gömüldüm. “Uyudun mu?’’ diye sordu.
“Hayır’’
“Merak ettiğin şey bu muydu?’’
“Tam olarak bu değil.’’
“Başka ne bilmek istiyorsun?’’
“Neden insanların akıllarını okuyabiliyorsun, neden sadece sen? Bir de Alice var; geleceği görüyor. Bu nasıl oluyor?’’
“Tam olarak bilemiyoruz. Carlisle’nın bir teorisi var; diğer hayatımıza, daha yoğunlaşmış olan akıllarımız, hislerimiz gibi insanlığımızın en güçlü özelliklerini getiriyoruz. Benim eskiden çevremdeki insanların düşüncelerine önem verdiğimi düşünüyor. Alice’in de bazı şeyleri önceden bilme durumu var.’’
“Carlisle diğer hayatından ne getirmiş? Peki ya diğerleri?’’
“Carlisle merhamet duygusunu getirmiş. Esme tutkuyla sevebilme kabiliyetini getirmiş. Emmet gücünü, Rosalie ise inadını...’’ dedi gülerek. ‘’ Jasper çok ilginçtir. İlk hayatında çok karizmatikmiş, Etrafındakileri kolayca etkileyip onun istediği gibi düşünmelerini sağlayabilirmiş. Şimdiyse çevresindeki duyguları kontrol edebiliyor; örneğin, bir oda dolusu öfkeli insanı sakinleştirebiliyor ya da muazzam büyüklükteki bir kalabalığı coşturabiliyor. Bu çok özel bir hediye.’’
Bana anlattığı bu imkansız şeyleri anlamaya çalışarak düşünmeye başladım. Ben düşünürken sabırla bekledi.
“Peki ya bunların hepsi nasıl başladı. Yani Carlisle’nin sizi değiştirmesi, onu da birinin değiştirmiş olması gerek ve onu da, onu da...’’
“Peki ya sen nasıl dünyaya geldin? Evrimle mi? Yaratılışla mı? Biz de diğer türler gibi evrim geçiremez miyiz? Avcıyla av? Ya da dünyanın kendi kendine var olduğunun düşünsen bile, ki bunu kabul etmek benim için zor, narin melek balığının yanında köpekbalığını yaratan, yavru fok balığının yanına balina koyan, her iki türü de yan yana yaratan bir güç.’’
“Şunu açıklığa kavuşturalım. Ben yavru fok balığıyım değil mi?’’
“Evet,’’ dedi gülerek. Saçlarıma bir şey değdi, yoksa dudakları mı?
Saçlarıma değen şeyin dudakları olup olmadığını görmek için ona doğru dönmek istedim. Ama uslu bir kız olmak zorundaydım; işler onun için zaten zordu, bunu daha fazla zorlaştırmak istemezdim.
“Uyumaya hazır mısın?’’ diye sordu bu kısa sessizliği bölerek. “Yoksa sormak istediğin başka bir şey var mı?’’ “Sadece birkaç milyon sorum daha kaldı.’’
“Daha yarın var, ertesi gün var, ondan sonraki gün var...’’ dedi. Bu düşünceye coşkuyla güldüm.
“Sabahleyin kaybolmayacağından emin misin?’’ Bundan emin olmak istiyordum. “Ne de olsa sen hayali birisin.’’
“Seni bırakmayacağım.’’ Sesinde söz verir gibi bir ton vardı.
“Bu gece için bir soru daha o zaman...’’ Bir anda kızardım. Karanlığın hiçbir faydası yoktu, tenimin altındaki sıcaklığı fark ettiğinden emindim.
“Sor bakalım.’’
“Hayır, boş ver. Vazgeçtim.’’
“Bella, bana istediğini sorabilirsin.’’
Cevap vermedim ve o da söylendi.
“Aklındakileri okuyamamamın gittikçe beni daha az rahatsız, edeceğini düşünüyordum. Ama her geçen gün daha kötü olmaya başladı.’’
“Ne düşündüğümü bilmediğin için memnunum. Uykumda konuştuklarıma kulak misafiri olman yeterince kötü zaten.’’
“Lütfen?’’ Sesi o kadar ikna ediciydi ki, buna karşı koymak imkansızdı.
Hayır anlamında başımı salladım.
“Eğer bana söylemezsen bunu aslında olduğundan çok daha kötü bir şeymiş gibi kabul edeceğim,’’ diyerek beni tehdit etti. “Lütfen?’’ dedi tekrar yalvaran bir sesle.
“Pekala,’’ diye söze başladım. Yüzümü göremediği için şanslıydım.
“Evet?’’
“Rosalie ve Emmet’in yakında evleneceğini söyledin. Bu evlilik insanların evlenmesi gibi mi olacak?’’
Çok içten ve anlayışlı bir şekilde güldü. “Merak ettiğin bu muydu?’’
Yerimde huzursuzca kırpandım, cevap veremiyordum.
“Evet, sanırım onun gibi olacak,’’ dedi. “Sana söylediğim gibi, insani isteklerin çoğu içimizde, sadece bunlar daha güçlü isteklerin arkasına saklanmış.’’
“Hımm,’’ diyebildim sadece.
“Bu merakın ardında başka bir şey var mı?’’
“Aslında merak ediyordum; sen ve ben bir gün...’’
Bir anda ciddileşti ve vücudu kaskatı kesildi. Ben de otomatik olarak hareketsiz kaldım.
“Ben bunun bizim için mümkün olacağını sanmıyorum.’’
“Çünkü bu senin için çok zor olur eğer çok yakınında olursam?’’
“Bu kesinlikle büyük bir problem olacak. Ama düşündüğüm şey tam olarak bu değil. Sen o kadar yumuşak ve narinsin ki... Sana zarar vermemek için birlikte olduğumuz her an, her hareketime dikkat etmek zorundayım. Seni kazara öldürebilirim Bella.’’ Sesi yumuşak bir fısıltıya dönüştü. Buz gibi elini yanağıma koydu. “Çok aceleci davransaydım... Eğer bir saniye dikkatsiz hareket etseydim, yüzüne dokunup yanlışlıkla kafatasını dağıtabilirdim. Ne kadar kırılgan olduğunu bilmiyorsun. Seninle birlikteyken asla herhangi bir hata yapamam.’’
Cevap vermemi bekledi, ama cevap vermediğimi görünce iyice gerildi. “Korkuyor musun?’’ diye sordu.
“Cevap vermek için bir dakika bekledim, böylelikle doğru düzgün konuşabilecektim. “Hayır, iyiyim.’’
Bir an tedirginleşti. “Merak ediyorum,’’ dedi, sesi yine yumuşacıktı. “Sen hiç?’’ dedi sorusunu tamamlamadan.
“Tabii ki hayır,’’ dedim kızarak. “Sana söylediğim gibi, daha önce kimseye böyle şeyler hissetmedim, hatta bu duyguların yanından bile geçmedim.’’
“Biliyorum. Ben diğer insanların ne düşündüklerini biliyorum. Aşk ve şehvetin her zaman aynı yola düşmediğin de biliyorum.’’
“Ama benim için öyle. Her neyse şu an zaten ikisini bir arada hissediyorum,’’ dedim iç geçirerek.
“Bunu duyduğuma sevindim. En azında bir ortak noktamız var,’’ dedi kendinden memnun bir şekilde.
“Senin insani içgüdülerin...’’ diye söze başladım. Bekledi. “Peki, sen beni çekici buluyor musun?’’
Güldü ve artık neredeyse kurumuş olan saçlarımı okşadı.
“İnsan olmayabilirim ama ben de bir erkeğim,’’ dedi.
“Sorularını cevapladım, şimdi uyusan iyi olur,’’ dedi.
“Uyuyabileceğimi sanmıyorum.’’
“Gitmemi ister misin?’’
“Hayır!’’ dedim.
Güldü ve tekrar o yabancı ninniyi mırıldanmaya başladı. Sesi bir meleğinki gibi yumuşacık, kulağıma geliyordu.
Zannettiğimden daha çok yorulmuştum. Daha önce hem akli hem de duygusal olarak bu kadar gergin bir gün yaşamamıştım. Onun soğuk kollarında uykuya daldım.