Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    New Moon 1.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    New Moon 1.Bölüm Empty New Moon 1.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Ptsi Kas. 15, 2010 10:28 pm

    Parti

    Rüya gördüğümden yüzde doksan dokuz nokta dokuz emindim.
    Bu kadar emin olmamın ilk sebebi, parlak gün ışığının ortasında dikilmem – sürekli yağmur çiseleyen memleketim Forks, Wahshington’da böylesine kör edici açık bir güneş görmenin anlamı yoktu – ikinci sebebi de büyükannem Marie’ye bakıyor olmamdı. Büyükannem öleli altı yıl oldu ve bu da, rüya gördüğüme dair olan teorimin en elle tutulur kanıtıydı.
    Büyükannem hiç değişmemişti; yüzü aynen hatırladığım gibiydi. Cildi yumuşak ve solgundu, binlerce kırışıkla kaplıydı ve suratı derisinin altındaki kemiğe yapışmış gibi görünüyordu. Tıpkı kuru kayısı gibi,ama kalın telli,beyaz saçları olan bir kayısı.
    Ağızlarımız – onunki pörsümüş ve buruşuktu - aynı şaşkın gülümsemeyle yarım kalmıştı. Görünüşe göre beni görmeyi beklemiyordu.
    Ona soracak çok fazla sorum vardı. Benim rüyamda ne işi vardı? Son altı senedir neler yapmıştı? Büyükbabam iyi miydi? Ve artık her neredelerse, birbirlerini bulmuşlar mıydı? Ben ağzımı açtığımda o da açtı, o yüzden o başlasın diye sustum. O da durdu ve böyle olunca ikimizde güldük.
    “Bella?”
    İsmimi söyleyen büyükannem değildi, bunun üzerine kavuşmamıza katılanın kim olduğunu görmek için döndük. Aslında bunu anlamak için dönüp bakmama gerek yoktu; bu sesi nerde olsa tanır, karşılık verirdim. Uyanık da olsam, uyuyor da olsam... Hatta bahse girerim ölü de olsam bilirdim. Bu ses için yangının içinden yürüyerek geçerdim, ya da biraz daha az dramatize edeyim, soğuk ve hiç durmayan yağmurun altında, çamurdan yürürdüm.
    Edward.
    Onu görmek beni her zaman için heyecanlandırsa ve rüyada olduğuma neredeyse emin olsam da Edward’ı güneş ışığının altında bize doğru yürürken görünce panikledim.
    Panikledim çünkü büyükannem bir vampire aşık olduğumu bilmiyordu, hiç kimse bilmiyordu. Sanki kristal ya da elmasmış gibi, tenine değen güneş ışınlarının kırılıp binlerce gökkuşağı parçasına dönüşmesini ona nasıl açıklayabilirdim?
    Evet büyükanne, erkek arkadaşımın parıldadığını fark etmişsindir. Güneşin altında böyle oluyor. Sakın telaşlanma..
    Burada ne yapıyordu? Forks’ta yaşama sebebi, dünyada sürekli yağmur yağan tek yer olmasıydı. Bu sayede gündüz vakti dışarıda gezinebilir ve ailesinin sırrını açığa çıkartmazdı. İşte buradaydı ve melek yüzünde oldukça güzel bir gülümsemeyle, sanki buradaki tek kişi benmişim gibi nazikçe bana doğru yaklaşıyordu.
    O an, keşke bu gizemli yeteneğini bilen tek kişi ben olmasaydım, diye düşündüm. Bir tek benim düşüncelerimi duymuyordu. Ama şuan benim düşüncelerimi duyuyor olamasını, beynimin içinden çığlık çığlığa verdiğim uyarıları duyabilmesini isterdim.
    Panikle büyükanneme baktım ve artık her şey için çok geç olduğunu fark ettim. Bana bakmak için kafasını çevirmişti ve gözlerinde en az benim kadar telaş vardı.
    Edward – hala çok güzel gülümsüyordu, sanki kalbim şişip şişip göğüs kafesimden fırlayacak gibi hissediyordum – kolunu omzuma doladı ve yüzünü büyükanneme döndü.
    Büyükannemin yüzündeki ifadeyi görünce şaşırdım. Dehşet içinde olmak yerine, gözlerini mahcup mahcup bana dikmiş, sanki onu azarlamamı bekliyordu. Ve çok garip bir pozisyonda duruyordu; bir kolu vücudundan garip bir şekilde uzakta duruyordu, gerilmiş ve havaya dolanmış gibiydi, sanki kolunu görmediğim birine dolamış gibi, görünmez birine...
    İşte o zaman, yaldızlı çerçevenin, büyükannemin şeklini kapsadığını gördüm. Ne yaptığımın farkında olmayarak Edward’ın beline dolamadığım diğer eli kaldırdım ve ona dokunmak için uzattım. O da bu hareketi aynı şekilde tekrar etti ama parmaklarımızın dokunması gereken yerde, soğuk camdan başka birşey yoktu...
    Baş döndürücü bir sarsıntıyla, rüyam aniden kabusa dönüştü.
    Büyükannem yoktu.
    O bendim. Aynada ben vardım. Ben; yaşlı, buruşuk ve solgun.
    Edward tam arkamda durdu, yansıma yoktu, dayanılmaz derecede sevimli ve sonsuza kadar on yedi yaşında.
    Soğuk tapılası dudaklarını, kırışmış yanağıma dayadı.
    “İyi ki doğdun,” diye fısıldadı.

    Nefes nefese kalktım – göz kapaklarım sonuna kadar açıktı. Rüyamdaki kör edici, parlak güneş ışığının yerini, aşina olduğum, kasvetli, donuk, gri ışık aldı.
    Sadece bir rüyaydı dedim kendime. Sadece bir rüyaydı. Derin bir nefes aldım ve alarmım çalmaya başladığında tekrar yerimden fırladım. Saatin ekranının köşesindeki minik takvim bügünün eylülün otuzu olduğunu gösteriyordu.
    Sadece bir rüya, ama bir şekilde doğruydu. Bugün benim doğum günümdü. Resmen on sekiz yaşındaydım.
    Aylardır dehşetle bugünü bekliyordum.
    Bu kusursuz yaz boyunca, ki hayatımdaki en mutlu, herhangi birisinin yaşayacağı en mutlu ve Olympic Yarımadası’nın tarihindeki en yağışlı yazdı, bu kasvetli gün, pusuya yatmış sonbaharın gelmesini bekliyordu.
    Ve işte nihayet gelmişti, korktuğumdan daha da kötüydü. Hissedebiliyordum, yaşlıydım. Her gün yaşlanıyordum ama bu daha farklıydı, kötüydü, sayısallaşmıştı. On sekizdim.
    Ve Edward hiçbir zaman on sekiz olmayacaktı.
    Dişlerimi fırçalamaya gidip de aynadaki yüzün değişmediğini gördüğümde neredeyse şok oldum. Kendime baktım, fildişi rengindeki tenimde bir kırışıklık aradım. Tek kırışıklık alnımdaydı. Biraz rahatlarsam yok olacaklarına emindim. Yapamadım. Çatık kaşlarım, endişeli gözlerimin üzerinde duruyorlardı.
    Sadece bir rüyaydı, diye hatırlattım kendime tekrar. Sadece bir rüya... Ama bu, hayatımda gördüğüm en kötü kabusumdu.
    Kahvaltı etmedim. Evden bir an önce çıkabilmek için acele ediyordum. Babamdan kaçabilmeyi beceremeyince bir kaç dakika boyunca neşeliymişim gibi davrandım. Ona daha önce almamasını söylediğim hediyelere bakarken çok heyecanlanmış gibi görünmek için kendimi zorladım. Yüzümde kocaman bir gülümseme olmasına rağmen her an ağlayacakmışım gibi hissediyordum.
    Arabayla okula doğru giderken kendime gelmeye çalıştım. Büyükannemin görüntüsünü aklımdan çıkaramıyordum. Forks Lisesi’nin otoparkına girip Edward’ın gümüş cilalı Volvosu’na eğilmiş halini görene kadar umutsuzluktan başka bir şey hissedemiyordum. Güzellik tanrısına hediye etmek için yapılmış mermerden bir heykele benziyordu. Rüya ona hiç adil davranmamıştı. Ve işte beni bekliyordu, tıpkı diğer günler beklediği gibi.
    Umutsuzluk bir anda yok oldu ve yerini meraka bıraktı.
    Neredeyse yarım yıldır beraber olmamıza rağmen bu derece iyi varlığı hak etmek için ne yaptığımı bilmiyordum.
    Kız kardeşi Alice de onun yanında duruyor, o da beni bekliyordu.
    Tabii ki Edward ve Alice gerçekten akraba değillerdi (Forks’da bilinen hikaye şöyleydi:bütün Cullen kardeşler, Dr.Carlisle Cullen ve karısı Esme tarafından evlat edinilmişlerdi, ikisi de yetişkin çocuk sahibi olmak için oldukça gençlerdi), ama tenleri aynı soğuk tona sahip ve gözleri de aynı garip altımsı renkti, aynı derinlikteydiler ve gözaltlarında morartı gibi gölgeler vardı. Kız kardeşinin yüzü de onunki gibi olağanüstü güzeldi. Bilen birisi için – benim gibi – bu benzerlikler, onların ne olduğuna dair açık bir işaretti.
    Alice’in koyu, parlak gözleri heycandan ışıldıyordu ve elinde minik, gümüş renkli kağıda sarılmış bir kutu tutuyordu. Onun da burada bekliyor olduğunu görmek beni sinirlendirdi. Alice’e hiçbir şey istemediğimi söylemiştim, hiçbir şey. Doğum günüm için ne bir hediye ne de yoğun bir ilgi istiyordum. Belli ki bütün isteklerim hiçe sayılmıştı.
    1953 model Chevy kamyonetimin kapısını hızla çarptım ve yavaşça beni bekledikleri yere doğru yürüdüm. Alice beni karşılamak için ileri atıldı, solgun yüzü, diken diken saçlarının altında parıldıyordu.
    “Doğum günün kutlu olsun, Bella!”
    “Şştt!” diye tısladım ve onu kimsenin duymadığından emin olmak için çevreme bakındım. En son istediğim şey, bu kara günün bir kutlamaya dönüşmesiydi.
    Beni umursamadı.”Hediyeni şimdi mi açmak istersin, yoksa daha sonra mı?” diye hevesle sordu. Bir yandan Edward’ın beklediği tarafa doğru yürüyorduk.
    “Hediye istemiyorum.” Diye mırıldandım.
    En sonunda ruh halimi anladı ve, “Tamam o zaman, daha sonra açarsın. Annenin sana gönderdiği albümü beğendin mi? Peki Charlie’nin yolladığı fotoğraf makinesini?”
    Derin bir iç çektim. Tabii ki, doğum günü hediyelerimin ne olduğunu biliyordu. Bu garip yetenekler sadece Edward’a özgü değillerdi. Ailem ne yapacaklarını planlar planlamaz, Alice’de bilecekti tabii.
    “Evet, mükemmeller.”
    “Bence çok iyi bir fikir. Sadece bir kere son sınıf oluyorsun. Bu tecrübeyi belgelemen gerek.”
    “Hayatında kaç kere son sınıf oldun?”
    “Bu farklı.”
    Edward’ın olduğu yere varmıştık, elimi tutmak için elini uzattı. Elini sinirle tuttum fakat tutar tutmaz üzgün ruh halimi de unuttum. Teni, her zamanki gibi pürüzsüz, sert ve soğuktu. Parmaklarımı yavaşça sıktı. Onun ıslak, topaz renkteki gözlerine baktım ve içimden gelerek biraz sertçe sıktım. Kalp atışlarımın teklemesini duyunca gülümsedi.
    Serbest elini kaldırdı ve soğuk parmak uçlarından bir tanesini dudağımın bir kenarında tutarak konuşmaya başladı.”Evet söz verdiğim üzere, sana iyi ve mutlu bir doğum günü dilemeyeceğim, doğru mu?”
    “Evet, doğru.” Ben onun mükemmel telaffuzunu asla beceremezdim. Bu önceki yüzyıllardan kaptığı bir konuşma tarzıydı.
    “Sadece kontrol ediyordum.” Elini, karmakarışık saçlarının arasından geçirdi. “Belki fikrini değiştirmişsindir. Çoğu insanlar doğum günlerinden ve hediyelerden çok hoşlanırlar.”
    Alice bir kahkaha attı, sesi metal bir rüzgar çanı gibi çıkmıştı. “Tabii ki de hoşlanacaksın. Herkez bugün sana karşı çok iyi olmak zorunda ve söz hakkı da sana ait. Kötü ne olabilir ki?” yanıtı beklenmeyen bir soru olmuştu.
    “Yaşlanmak,” diye cevapladım ve bunu söylerken sesim istediğim gibi sakin çıkmadı.
    Edward’ın gülümsemesi birden sert bir çizgiye dönüştü. “On sekiz hiç de büyük bir yaş değil,” dedi Alice. “Kadınlar genelde yirmi dokuz yaşına geldiklerinde üzülmeye başlamazlar mı?”
    “Edward’dan yaşlıyım,” diye mırıldandım.
    Edward iç çekti.
    “Aslında,” diye devam etti hafif bir ses tonuyla. “Sadece bir yıl yaşlısın.”
    Aslında ... Eğer gerçekten emin olabilsem, tek istediğim sonsuza kadar Edward’la yaşamaktı. Alice’le ve Cullen ailesinin diğer fertleriyle (buruşuk yaşlı teyze hariç) sadece bir ya da iki yıl yaşamak istemiyordum. Ama Edward’ın gelecekle ilgili hiç bir kaygısı yoktu. Tabii eğer gelecek de, beni onun gibi yaparsa, yani ölümsüz yaparsa, başkaydı.
    O buna bir çıkmaz diyordu.
    Dürüst olmak gerekirse, Edward’ın ne demek istediğini anlamıyordum. Ölümlülüğün nesi güzeldi? Bir vampir olmak çok da kötü bir şeymiş gibi gözükmüyordu, en azından Cullens ailesininkiler için.
    “Saat kaçta eve geleceksin?” diyerek konuyu değiştirdi Alice. İfadesinden, benim kaçındığım şeyi yapmak üzere olduğunu hissettim.
    “Eve gitmek gibi bir planım yok.”
    “Of, hadi ama Bella!” diye şikayet etti “Böyle bir eğlenceyi berbat etmeyeceksin değil mi?”
    “Hani doğum günümde benim istediklerim olacaktı.”
    “Onu Charlie’nin oradan alırım okul çıkışında,” dedi Edward, beni tamamen yok sayarak.
    “Çalışmam gerek,” diye karşı çıktım.
    “Aslında gerek yok,” dedi Alice kendini beğenmiş bir ifadeyle. “Ben çoktan Bayan Newton’la görüştüm bile. Senin vardiyanla kendi vardiyasını değiştirdi ve sana mutlu yıllar dediğini iletmemi istedi.”
    “Ben ... Ben yine de gelemem,” diye kekeledim, bir bahane arayarak. “Ben eve... Ben ingilizce dersi için seyretmem gereken Romeo ve Juliet’i hala izlemedim.”
    “Sen Romeo ve Juliet’i ezbere biliyorsun,” diye homurdandı Alice.
    “Ama Bay Berty, gösterilerini göstermezsek tam olarak anlayamayacağımızı söyledi. Shakespeare’nin özelliği sahnede sunulması.”
    Edward gözlerini devirdi.
    “Ama sen çoktan filmini izledin,” diye Alice karşı çıktı.
    “Ama bin-dokuz-yüz-atmışlardakini versiyonunu değil. Bay Berty onun en iyi versiyonu olduğunu söylüyor.”
    En nihayetinde Alice’nin kendini beğenmiş sırıtışı kayboldu ve bana dik dik baktı. “bu kolay ya da zor , ama yine de olacak. Bir şeklini seç - ”
    Edward, onun tehdidini yarıda kesti. “Rahatla Alice, eğer Bella filmi seyretmek isterse, seyreder. Bu onun doğum günü.”
    “Sonunda,” dedim.
    “Onu yedi gibi getiririm,” diye devam etti. “Bu sana da biraz vakit kazandırmış olur.”
    Alice’in kahkası tekrar çınladı. “Harika bir fikir. Bu akşam görüşürüz, Bella! Harika olacak, göreceksin.” Geniş geniş sırıtarak, mükemmel, parıl parıl dişlerini ortaya çıkarttı. Sonra yanağıma bir öpücük kondurdu ve ben tepki vermeden dans edercesine sınıfına doğru koşturdu.
    “Edward lütfen – “ diye yalvarmaya başlmıştım ki soğuk parmaklarını dudaklarıma bastırdı. “Bunu sonra konuşalım. Derse geç kalıyoruz.”
    Sınıfın en arkasındaki sıralarımıza geçerken kimse bize bakmadı. Neredeyse bütün derslerimiz aynıydı çünkü Edward kadın idarecilere istediğini yaptırabilmek konusunda ustaydı. Edward’la o kadar uzun zamandır beraberdik ki artık bir dedikoduya malzeme olmuyorduk. Hatta Mike Newton bile asık suratını yüzüme dikip suçlu hissetmeme neden olacak şekilde bakmayı bırakmıştı. Artık gülümsüyordu ve nihayet arkadaş olabileceğimiz için halimden memnundum. Mike yazdan beri çok değişti. Yüzünün yuvarlaklığı gitmiş, elmacık kemikleri daha belirginleşmişti. Soluk sarı saçlarının modelini değiştirmişti, sert modelden ziyade, daha uzun ve sıradan bir dağınıklıkla saçını jölelemeye başlamıştı. İlham kaynağının kim olduğunu bilmek kolaydı ama Edward’ın görünüşünü taklit ederek becerilecek bir şey değildi.
    Gün boyu, Cullenlar’in evinde gerçekleşecek akşamki olaydan kaçabilmenin yolunu düşündüm. Yas tutmayı düşünürken doğum günümü kutlamak benim için gerçekten de çok zor olacaktı. Daha da kötüsü, ilgi ve hediyeler beni oldukça zorlayacaktı.
    İlgi hiç bir zaman iyi bir şey değildir. Sakar birisi de bunu kabul edecektir. Hiç kimse herkesin ilgisini üzerinde istemez.
    Oysaki bunu özellikle istemiştim, hatta emrettim bile diyebiliriz. Bana bu yıl kimsenin hediye almasını istemiyordum. Ve sanırım bu isteğime uymayan bir tek Charlie ve Renée değildi.
    Hiç biz zaman yeteri kadar param olmadı ve bu beni hiç rahatsız etmedi. Renée beni anaokulu öğretmenliğinden kazandığı parayla yetiştirdi. Charlie yaptığı işle zengin olamadı, o Forks kasabasının polis şefiydi. Benim kişisel kazancım, haftanın üç günü çalıştığım, kasabanın spor malzemeleri dükkanından geliyordu. Böyle küçük bir kasabada iş sahibi olmak mucizeydi. Her kazandığım kuruşu, üniversite fonuma yatırıyordum. Üniversite, Plan B idi. Halen Plan A için dua ediyordum ama Edward benim insan olarak kalmam konusunda oldukça inatçıydı.
    Edward’ın oldukça parası vardı. Ben bile ne kadarı olduğunu düşünmek istemiyordum. Paranın ne Edward için ne de diğer Cullen fertleri için hiçbir anlamı yoktu. Özellikle de elinizde biriktirebilmek için sınırsız bir zaman, bir de borsa piyasasında trendleri önceden kestirebilecek esrarengiz yeteneği olan bir kız kardeşiniz varsa. Edward benim için parasını harcamak isterken benim ona itiraz ettiğimi Anlıyormuş gibi görünmüyordu, neden beni Seattle’da pahalı bir restorana götürmek istediğinde rahatsız olduğumu, neden bana saatte elli beş milin üzerine çıkabilecek bir araba almasına engel olduğumu ya da neden benim üniversite paramı ödemesini istemediğimi… Komik bir şekilde Plan B için oldukça hevesliydi.
    Ama karşılığını verebilecek durumda değilken bunu nasıl kabul edebilirdim? Anlaşılmaz bir şekilde benimle birlikte olmak istiyordu. Bunun haricinde bana verdiği şeyler sadece düzenimizi bozmaya yarıyordu.
    Günün geri kalanında ne Edward ne de Alice bir daha benim doğum günümün lafını ettiler, biraz olsun rahatlamaya başlamıştım.
    Öğlen yemeği için her zamanki masamıza oturduk. Üçümüz Edward, Alice ve ben, yemekhanenin en güney ucuna oturduk. Artık en yaşlı ve en korkunç (Emmet’ a göre kesinlikle korkunç) Cullen kardeşler mezun olmuşlardı. Alice ve Edward pek korkutucu değillerdi ve burada tek başlarına oturmuyorlardı. Benim öteki arkadaşlarım Mike ve Jessica (ki şu an kendilerine yakışık olmayan bir şekilde benimle küslerdi), Angela ve Ben (onların ilişkisi bu yaz düzeldi), Eric, Conner, Tyler ve Lauren (aslında bu sonuncusu pek de arkadaş kategorisine dahil sayılmaz) hepsi aynı masada oturuyorlardı, görünmez çizginin diğer tarafında. O çizgi güneşli havalarda Edward ve Alice’ in okula gelemedikleri gün kayboluyordu.
    Edward ve Alice, bu küçük topluluğu benim gibi garip ve incitici bulmuyorlardı. Fark etmiyorlardı bile. İnsanlar her zaman Cullenlar’ a karşı kötü hissederlerdi, kendilerine açıklayamadıkları sebeplerden dolayı onlardan neredeyse korkarlardı. Ben ise istisnaydım. Bazen benim Edward’ a olan yakınlığım onu rahatsız ediyordu. Sağlığım için tehlikeli olduğunu düşünüyordu, bu düşüncesini ne zaman söylese şiddetle karşı çıkardım.
    Öğlen çabuk geçti. Okul bitti ve Edward her zaman yaptığı gibi kamyonetimin yanına kadar bana eşlik etti. Ama bu sefer benim için yolcu kapısını açtı. Alice, kaçmama engel olmak için onun arabasını almış olmalıydı.
    Kollarımı kavuşturdum ve yağan yağmurun altında hiç kıpırdamadan durdum. “ Bugün benim doğum günüm, benim kullanmam gerekmez mi?”
    “ Senin doğum günün değilmiş gibi davranıyorum, aynı benden istediğin gibi.”
    “ Eğer bugün benim doğum günüm değilse, o zaman bu gece senin evine gelmeme de gerek yok…”
    “ Tamam.” Yolcu kapısını kapattı ve diğer tarafa geçip şoför kapısını açtı. “ Doğum günün kutlu olsun.”
    “Şşş,” diye susturmaya çalıştım. Açık kapıdan koltuğa tırmandım. İçimden keşke dediğini yapsaydım, diye düşünüyordum.
    Ben arabayı sürerken, Edward da radyoyla oynuyor kafasını sağa sola sallıyordu.
    “Radyon çekmiyor.”
    Kaşlarımı çattım. Kamyonetimi kötülemesinden hoşlanmıyordum. Kamyonetim muhteşemdi, bir kişiliği vardı.
    “ Daha iyi bir radyo mu istiyorsun? Kendi arabanı sür öyleyse.” Alice’ in planı beni sinirlendirmişti. Zaten kasvetli bir ruh halim vardı bu yüzden de kelimeler düşündüğümden daha da sivri çıktı. Edward’a asla kötü davranamazdım fakat bu ses tonum yüzünden dudaklarını sımsıkı sıkmak zorunda kalmıştı. Charlie’nin evinin önüne park ettiğimde, yüzümü ellerinin arasına aldı. Bana dikkatlice dokundu, parmak uçlarını yumuşakça şakaklarım, elmacık kemiklerim ve çenemin üzerinde gezdirdi. Kırılganmışım gibi davranıyordu. Bu kesinlikle doğruydu, özellikle de onunla kıyaslanacak olursa.
    “Özellikle bugün kendini iyi hissetmelisin.”diye fısıldadı. Tatlı nefesi yüzümü okşadı.
    “Eğer iyi hissetmezsem.”dedim şüpheyle.
    Altın renkli gözlerinden adeta ateş fışkırdı. “Çok kötü.”
    Bana yaklaşıp soğuk dudaklarını benimkilere bastırırken başım çoktan dönmeye başlamıştı bile. İyice yakınıma geldiğinde bütün korkularımı unuttum ve nefes alıp vermeyi hatırlamaya konsantre oldum.
    Dudakları, ben onun boynuna sarılıp kendimi şevkle öpücüklerine bırakana kadar, benimkilerin üzerinde dolaştı. Soğuk, pürüzsüz ve yumuşaktı. Yüzümden uzaklaşırken ve beni kendinden uzaklaştırmak için harekete geçmeden önce dudaklarımın yukarıya kıvrıldığını hissettim.
    Edward, benim yaşamam için, fiziksel ilişkimize sınırlar çizmişti. Aslında beni jilet kadar keskin ve zehirle kaplı dişlerinden güvenli bir uzaklıkta tutmasına saygı duyuyordum ama beni öptüğü zamanlarda böyle tehlikeleri unutuveriyordum.
    “ İyi ol lütfen.” Derken nefesini yanağımda hissettim. Dudaklarını bir kez daha nazikçe benimkilere dayadı ve sonra çekti.
    Nabzım, kulaklarımı sağır edercesine atıyordu. Bir elimi kalbime dayadım. Avuç içimin altında yerinden çıkacakmış gibi attığını hissedebiliyordum.
    “ Sence bu konuda iyi olabilecek miyim?” diye sordum merakla. “Belki bir gün, sen bana dokunduğunda kalbim göğüs kafesimden fırlamaktan vazgeçer.”
    “Umarım öyle bir şey olmaz.” Dedi biraz ukalaca.
    Gözlerimi devirdim. “Haydi gidip Capulet ve Montagueler’in birbiriyle uğraşmalarını seyredelim, olur mu?”
    “Senin isteğin benim için emirdir.”
    Ben filmi başlatırken ve başındaki isimleri hızla geçerken, Edward gelişigüzel koltuğa yayıldı. Koltuğun kenarına iliştiğimde, kollarını belime doladı ve beni göğsüne doğru çekti. Göğsü soğuk ve sert olduğu için koltuk kadar rahat değildi, sanki buzdan yapılmış bir heykel gibiydi ama yine de mükemmeldi. Koltuğun üzerindeki eski battaniyeyi aldı ve üzerime örttü, böylece vücudu beni üşütmeyecekti.
    ‘’Biliyorsun, Romeo’ya hiç tahammülüm yok,’’ dedi, film başlarken.
    ‘’Romeo’nun nesi var?’’ diye sordum, açıkçası biraz gocunmuştum. Romeo benim en sevdiğim hayali karakterdi. Edward’a rastlayana kadar.
    ‘’Birincisi, o Rosaline’e aşık. Sence de bu onu biraz maymun iştahlı göstermiyor mu? Ve düğünlerinden hemen sonra Juliet’ın kuzenini öldürüyor.
    Pek akıllıca değil. Hata üzerine hata. İnsan kendi mutluluğunu hiç bu kadar aptalca berbat eder mi?’’
    İç çektim. ‘’Tek başıma seyretmemi ister misin?’’
    ‘’Hayır, seninle seyredeceğim.’’ Parmakları kolumun üzerinde gezindi ve derimin üzerindeki pütürcüklerle oynamaya başladı. ‘’Ağlayacak mısın?’’
    ‘’Muhtemelen,’’dedim ‘’eğer dikkatimi verebilirsem.’’
    ‘’O zaman senin dikkatini dağıtmayayım.’’ Fakat hemen sonra dudaklarını saçlarımda hissettim ve bu oldukça dikkat dağıtıcıydı.
    Filme hemen konsantre oldum, özellikle de Edward, Romeo’nun satırlarını kulağıma fısıldarken. Onun karşı konulmaz, kadifemsi ses tonu, aktörün sesini zayıf ve bayağı bir hale getirmişti. Sonra, Juliet uyanıp yeni eşinin ölü olduğunu gördüğünde ağlamaya başladım.
    ‘’Kabul etmeliyim, onu bu sahnede kıskanıyorum,’’ dedi Edward, gözyaşlarımı silerken.
    ‘’Oldukça güzel bir kadın.’’
    İğrenmiş gibi bir ses çıkarttı. ‘’Ama kadını kıskanmıyorum, sadece intiharının kolaylığını kıskanıyorum,’’ dedi alaycı bir ses tonuyla. ‘’Siz insanlar için ne kolay! Bir şişe bitki özü yeterli…’’
    ‘’Ne?’’ diye soluyarak sordum.
    ‘’Bir keresinde bu konuyu düşünmeye mecbur kalmıştım ve Carlisle’ın tecrübesinden biliyorum ki kolay değil. Carlisle kim bilir kaç kere kendisini öldürmeye kalktı… Ne zaman anladı ki bu imkansız…’’ Sesi ciddi bir şekilde yükseldi ve sonra tekrar azaldı. ‘’Şu an oldukça sağlıklı.’’
    Yüzünü okuyabilmek için ona döndüm. ‘’Neden bahsediyorsun?’’ diye ısrarla sordum. ‘’Düşünmeye mecbur kalmak, ne demek?’’
    ‘’Geçen bahar, sen… Neredeyse öldüğünde…’’ Derin bir nefes alabilmek için sustu ve alaycı ses tonuyla konuşmaya çalıştı. ‘’Tabii ki seni canlı bulmak için odaklanmıştım ama beynimin bir tarafı da acil durum planı yapıyordu. Dediğim gibi, bu bizim için bir insana olduğu kadar kolay değil.’’
    Bir an, aklıma Phoenix’e yaptığım son yolculuk geldi ve kendimi halsiz hissettim. Her şeyi olduğu gibi görebiliyordum; kör edici güneş ve bana öldüresiye işkence yapmış sadist vampirden kaçarken betondan gelen sıcak hava dalgası.
    James, aynalı oda da annemle beraber rehin beklerken.Ya da ben öyle zannediyordum… Bütün bunların bir oyun olduğunu bilmiyordum. Aynı James’in Edward’ın beni kurtarmaya geldiğini bilmediği gibi. Edward tam vaktinde gelmişti ama neredeyse işim bitikti. Parmaklarım, düşüncesizce elimin üzerindeki hilal şeklindeki yaraya dokundu; orası vücut ısımdan birkaç derece daha soğuktu.
    Sanki kötü hatıraları silebilecekmişim gibi başımı salladım ve Edward’ın ne dediğini idrak etmeye çalıştım. Mideme acılar saplanıyordu. ‘’Acil durum planları mı?’’ diye tekrar ettim.
    “Sensiz yaşamak istemiyordum. Ama nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum.
    ---Emmett ve Jasper yardım edemezdi…
    Bu yüzden de, belki İtalya’ya gider ve Volturiler’i kışkırtırdım diye düşünmüştüm.’’
    Ciddi olduğunu düşünmek istemiyordum ama altın rengi gözleri öyle derin bakıyordu ki. Uzaktaki bir nesneye odaklanmış, hayatını bitirmek için yöntemler tasarlıyordu. Birden küplere bindim.
    “Volturi de neyin nesi?” diye sordum.
    “Volturi, bir aile,” diye açıkladı,gözleri hala uzağa dikiliydi. Oldukça eski bir aile ve bizim türün en güçlüsü. Sanırım ayrıca bizim türün en soylu ailesi. Carlisle,erken yaşlarda, amerikaya gelmeden önce onlarla İtalya ‘da yaşıyordu. Hikayeyi hatırlıyor musun?”
    “Tabii ki hatırlıyorum.”
    Evine ilk geldiğim günü asla unutamazdım; büyük beyaz mansiyon, nehrin kenarında,ormanın içinde gömülüydü. Carlisle Edward ‘ın babası odasına kendi kişisel tarihini yansıtan resimler asmıştı. Duvardaki en canlı ve an çılgın renklere sahip tuval ise en büyüğü, Carlisle’ın İtalya ‘dan getirdiğiydi. Aşağıdaki kargaşaya bakan ve en yüksek balkona çizilmiş sakin,hepsinin zarif ve meleğimsi yüzü olan dört adamı hatırlıyordum. Resim yüzyıllar yaşındaydı, Carlisle, sarışın melek hiç değişmemişti. Diğer üçünü hatırlamıyordum, Carlisle’ın önceden tanıdığı kişilerdi. Edward bu güzel üçlü için hiçbir zaman Volturi adını kullanmamıştı. İkisinin siyah,birinin bembeyaz saçları vardı. Onlara Aro,Caius ve Marcus derdi.sanatın gece yarısı efendileri…
    “Her neyse, Volturi’yi rahatsız edemezsin,” diye devam etti Edward hayallerimi bölerek.”Eğer ölmek istiyorsan ayrı, ya da yaptığımız her neyse.” Sesi oldukça sakindi, oldukça sıkılmış gibiydi.
    Öfkem korkuya dönüştü. Mermerimsi yüzünü avuçlarımın içine aldım ve sıkı sıkı tuttum.
    “Hiç - hiç - hiçbir zaman böyle bir şey düşünmemelisin!” dedi. “Bana ne olursa olsun ,kendini incitemezsin!”
    “Seni hiçbir zaman tehlikeye atamam, o yüzden tartışmak gereksiz.”
    “Beni teklikeye atmak mı? Sanıyorum bütün bu kötü şansın benim hatam olduğu konusunda anlaşmaya varmıştık.”
    Sinirleniyordum . nasıl böyle düşünürsün?” Edward’ın varlığını sona erdirme düşüncesi oldukça acı vericiydi.
    “Tam tersi bir durum olsaydı ne yapardın?”
    “Aynı şey değil.”
    Farklı anlamış gibi görünmüyordu. Kıkırdadı.
    “Eğer sana bir şey olursa?” sorarken benzim atmıştı. “Kendimi bırakmamı ister miydin?”
    Mükemmel yüzünde acı dolu izler oluştu.
    “Sanırım demek istediğini anladım...” diye kabul etti. “Ama sensiz ne yapardım?”
    “Ben gelip senin hayatını allak bullak etmeden önce ne yapıyorsan onu.”
    İçini çekti. “Çok kolaymış gibi söylüyorsun.”
    “Öyle olması gerek. O kadar da enteresan biri değilim.”
    Tartışmaya girmek üzereydi ama sonra bıraktı. “Tartışmalı bir konu,” dedi. Aniden, kendine resmi bir duruş verdi ve beni yana doğru çekti. Artık birbirimize dokunamayacak kadar uzaktık.
    “Charlie mi?” diye bir tahmin yürüttüm.
    Edward gülümsedi. Bir dakika sonra, polis motorunun bizim parka girdiğini duydum. Uzandım ve elini sımsıkı tuttum. Babam heralde bu kadarını kaldırabilirdi.
    “Hey çocuklar,” diyerek bana gülümsedi. “Doğum gününde, yemek yapmaktan ve bulaşık yıkamaktan muaf olabilirsin, diye düşündüm. Aç mısınız?”
    “Evet baba, teşekkürler.”
    Charlie, Edward’ın iştahsızlığı üzerine bir yorum yapmadı. Edward’ın akşam yemeğini atlamasına alışmıştı.
    “Akşam Bella’yı ödünç alabilir miyim?” diye sordu Edward, Charlie ve ben yemeğimizi bitirdiğimiz zaman.
    Umut dolu gözlerle Charlie’ye baktım. Doğum günlerinde evde oturulur, aileyle vakit geçirilir gibi bir kuralı olabilirdi. Bu onunla ilk doğum günümdü, annem, Renée’nin yeniden evlenip Florida’ya taşınmasından sonraki ilk doğum günümdü ve ne beklemem gerektiğini bilmiyordum.
    “Problem değil, zaten bu akşam Marinerler’le Soxlar’ın karşılaşması var,” dedi Charlie ve içimdeki son umut ışığını da söndürdü. “Bu yüzden size arkadaşlık edemeyeceğim... Bunu alabilirsin” Renée’nin tavsiyesi olan (çünkü fotoğraf albümün için fotoğraflara ihtiyacım olacaktı.) fotoğraf makinesini bana doğru fırlattı.
    Bana atılan şeyleri yakalamak konusunda hiç iyi olmadığımı bilmesi gerekirdi. Fotoğraf makinesi parmaklarımın ucundan kaydı ve yere doğru düşüşe geçti. Fakat Edward, makine yer muşambasının üzerine düşmeden havada tuttu.
    “Harika kurtarış,” dedi Charlie. “Eğer Cullenlar bu gece eğlenceli bir şeyler yapıyorlarsa, kesinlikle fotoğraf çekmelisin, Bella. Biliyorsun, annen sen daha fotoğrafları çekmeden önce onları görmek ister.”
    “Harika fikir, Charlie” dedi Edward ve makineyi bana uzattı.
    Fotoğraf makinesini Edward’a çevirdim ve ilk fotoğrafı çektim. “Çalışıyor.”
    “Bu harika Alice’e benden selam söyleyin. Bayağıdır uğramadı.” Charlie’nin dudakları üzüntüyle aşağı sarktı.
    “Sadece üç gün oldu baba,” diye hatırlattım. Charlie, Alice’ oldukça düşkündü. Geçen baharda, Alice, benim garip iyileşme döneminde yardımcı olduğu zaman babam ona oldukça bağlanmıştı. Charlie ona sonsuza kadar minnettat kalacaktı. Bir babanın neredeyse bir yetişkin olan kızını banyo yaptırmasından kutarmıştı. “Selamını iletirim.”
    “Tamam. Çocuklar bu gece iyi eğlenin.” Kelimenin tam anlamıyla, bizi adeta kovaladı ve oturma odasındaki televizyona doğru ilerlemeye başladı.
    Edward gülümsedi, gelip gelmişti. Elimi tuttu ve beni mutfaktan dışarı çıkarttı.
    Kamyonetime geldiğimizde tekrar yolcu kapısını açtı ama bu sefer itiraz etmedim. Onun evini bulmakta hala güçlük çekiyordum, özellikle de karanlıkta.
    Edward, Forks’un kuzeyine doğru sürdü, milattan kalmış Chevy’min hız limitini zorluyordu. Motor, elliyi geçtiğinde her zamankinden daha fazla kükremeye başladı
    “Yavaş ol,” diye uyardım
    “Neyi severdin biliyor musun? Minik, spor bir Audi. Oldukça sessiz ve bir o kadar da güçlü...”
    “Kamyonetimin bir şeyi yok ki. Gereksiz harcamalardan bahsetmişken, senin için ne iyi olurdu biliyor musun, doğum günü hediyelerine para harcamamak.”
    “Beş kuruş bile harcamam,” dedi dürüstçe.
    “Harika.”
    “Bana bir iyilik yapar mısın?”
    “Ne olduğuna bağlı.”
    Derin bir iç çekti, güzel yüzü ciddileşmişti. “Bella, en son kutladığımız doğum günü Emmett’ınkiydi ve 1953 yılındaydı. Lütfen bu gece zor bir insan olup insanların hevesini kırma. Herkes çok heyecanlı.”
    Böyle konuştuğu zaman beni ürkütüyordu. “Tamam, uslu olacağım...”
    “Seni uyarmam gerek...”
    “Lütfen uyar.”
    “Herkes çok heyecanlı derken... herkesi kastettim.”
    “Herkes mi?” dedim, sesim zor çıkmıştı. “Emmett ve Rosalie’nin Afrika’da olduklarını zannediyordum.” Bütün Forks kasabası, yaşlı Cullenlar’ın bu sene, üniversiteye Dartmouth’a gittiklerini sanıyorlardı ama ben gerçeği biliyordum.
    “Emmett burada olmak istedi.”
    “Ama... Rosalie?”
    “Biliyorum Bella. Telaşlanma, gayet iyi davranacak.”
    Bir şey demedim. Sanki telaş yapmamamın imkanı varmış gibi. Alice’in aksine, Edward’ın öteki evlatlık kız kardeşi, altın sarısı saçlı ve çok güzel Rosalie, benden pek hoşlanmıyordu. Aslında, sadece hoşlanmamakla da kalmıyordu. Rosalie’nin tek korkusu, onların aile sırrını bilen bir yabancı olmamdı.
    Şu anki durumumdan dolayı korkunç bir suçluluk duygusu hissettim, gizli gizli bu duruma sevinsem de Rosalie ve Emmett’ın uzun süreli yoklukları benim yüzümdendi. Emmett, Edward’ın oyuncu erkek kardeşiydi, onu özlemiştim. Benim birçok yönden isteyebileceğim bir erkek kardeş... Sadece çok daha korkuncu.
    Edward konuyu değiştirdi. “Eğer sana Audi’yi almama izin vermiyorsan, doğum günün için istediğin başka bir şey söyle?”
    Kelimeler fısıltı halinde ağzımdan döküldü. “Ne istediğimi biliyorsun.”
    Mermer gibi düz alnını derin bir kırışıklık kapladı. Rosalie konusunu değiştirdiğine pişman olduğundan emindim.
    Sanki bu tartışmayı gün içinde fazlasıyla yaşamıştık.
    “Bu gece olmaz, Bella. Lütfen.”
    “Peki, belki Alice bana istediğimi verir bana.”
    Edward’dan tehditkar bir hırıltı çıktı. “Bu senin son doğum günün olmayacak, Bella.”
    “Bu hiç adil değil!”
    Bir an için dişlerini gıcırdattığını duyduğumu zannettim.
    Eve yaklaşıyorduk. İlk iki katın pencerelerinden parlak bir ışık saçılıyordu. Balkon demirlerine uzun bir sıra boyunca asılmış Japon lambalar, sedir ağacının yapraklarına yumuşak bir ışık yayıyordu Büyük saksılardaki çiçekler ve pembe güller, geniş merdivenden kapının önüne kadar sıralanmıştı.
    Sızlandım.
    Edward sakinleştirmek için birkaç derin nefes aldı. “Bu bir parti,” diye hatırlattı bana. “Eğlenmene bak.”
    “Olur,” diye mırıldandım.
    Kapıyı açmak için arabanın etrafında dolaştı ve elini bana uzattı.
    “Bir sorum olacak.”
    Dikkatlice beni bekledi.
    “Eğer bu filmi banyo ettirirsem” dedim elimdeki fotoğraf makinesini göstererek, “fotoğraflarda gözükecek misin?”
    Edward gülümsemeye başladı. Beni arabadan indirdi ve merdivenlere doğru çekti. Evin kapısını açarken hala gülümsüyordu.
    Herkes, büyük oturma odasında bekliyordu, içeri girer girmez hepsi aynı anda, “İyiki doğdun Bella!” diye bağırdılar. Yüzüm kızarmıştı, utancımdan yere bakıyordum. Sanırım Alice, bütün düz yüzeyi pembe mumlarla ve içi yüzlerce gül dolu düzinelerce kristal vazoyla doldurmuştu. Edward’ın kuyruklu piyanosunun yanında duran masanın üzerinde beyaz bir örtü serilmişti ve üzerinde pembe doğum günü pastası, biraz daha gül, cam tabaklar ve tepeleme gümüş hediye paketine sarılı hediyeler duruyordu.
    Tahmin ettiğimden yüzlerce kat daha kötüydü.
    Edward sıkıntımı hissetmişti, dayanak olurcasına kolunu belime sardı ve alnıma bir öpücük kondurdu.
    Kapıya en yakın duranlar, Edward’ın anne ve babası Carlisle ve Esme’ydi, inanılmaz derecede genç görünüyorlardı ve her zamanki gibi sıcakkanlılardı. Esme beni dikkatlice kucakladı, yumuşak anlıma öpücük kondururken, karamela rengi saçları yanaklarıma değdi ve Carlisle kolunu omzuma dokundurdu.
    “Kusurumuza bakma Bella,” diye fısıldadı. “Alice’i dizginleyemedik”
    Rosalie ve Emmett hemen arkalarında duruyorlardı. Rosalie gülümsedi. Emmett’ın yüzü sırıtmaktan gerilmişti. Onları görmeyeli aylar olmuştu. Rosalie’nin ne kadar güzel olduğunu unutmuştum ve ona bakmak biraz içimi acıtıyordu. Ve Emmett ne zamandan beri bu kadar... kocamandı?
    “Hiç değişmemişsin,” dedi Emmett yüzünde sahte bir düş kırıklığıyla. “Fark edilebilir bir değişiklik bekliyordum ama işte burdasın, kıpkırmızı suratın her zamanki gibi.”
    “Çok teşekkürler Emmett,” dedim daha çok kızararak.
    Emmett kahkaha attı. “Bir saniyeliğine dışarı çıkmam gerek,” dedi. Sonra biraz durdu ve aşikar bir şekilde Alice’e göz kırptı. “Ben yokken komik bir şey yapmayın sakın.”
    “Denerim.”
    Alice, Jasper’ın elini bıraktı ve bir adım öne gitti. Bütün dişleri ışığın altında bembeyaz parlıyordu. Jasper’da gülümsüyordu ama bir yandan mesafesini korudu. Uzun boylu ve sarışındı. Uzandı ve merdivenlerin tırabzanına dayandı.Phoenix’te beraber kafeste geçirmek zorunda olduğumuz günden beri, bana olan nefretinin biraz olsun azalacağını düşünmüştüm. Ama tamamen eski günlerde nasıl davranıyorsa aynı o şekilde davranmaya devam ediyordu. Benden mümkün olduğunca uzakta duruyordu, artık beni korumasına gerek yoktu. Kişisel bir konu olmadığını biliyordum, sadece bir önlemdi ve bu yüzden bu konuda fazla hassas olmamaya özen gösterdim. Jasper, Cullenlar’ın diyetine uymak için oldukça zorlanıyordu, insan kanına karşı kendisini engellemeki diğerlerine göre daha zordu ve uzun zamandır kendisini dayanmaya zorlamıyordu.
    “Hediyeleri açma vakti,” diye seslendi Alice. Serin elini dirseğimin altına soktu ve beni doğum günü pastasıyla parlak paketlerin olduğu masaya doğru çekti.
    En üzgün yüzümü takındım ve “Alice, sana hiçbir şey istemediğimi söylemiştim...”
    “Ama seni dinlemedim,” diye sözümü kesti, kendini beğenmiş yüz ifadesi vardı. “Hadi aç.”
    Kutu o kadar hafifti ki boş zannettim. Üzerindeki etiketten Emmett, Rosalie ve Jasper’dan geldiği yazıyordu. Kendime güvenerek hediye paketimi yırttım ve içindeki kutuya baktım.
    Elektrik ile ilgili bir şeydi, markasının üzerinde bir sürü numaralar vardı. İçindeki hakkında biraz daha bilgim olsun diye kutuyu açtım. Ama kutu boştu.
    “Aaa... Teşekkürler.”
    Rosalie bir kahkaha kopardı. Jasper da gülümsedi. “Kamyonetin için bir araba teybi,” diye açıkladı. “Emmett şu an arabana takıyor ki teyibi iade etmeyesin.”
    Alice her zaman benden bir adım önce davranırdı. “Teşekkür ederim Jasper, Rosalie,” dedim, bir yandan da öğlen Edward’ın teybim hakkında söylenmelerini hatırlayıp gülümsedim “Teşekkürler Emmett!” diye seslendim.
    Onun kamyonetimin yanından gelen kahkahalarını duyunca ben de kahkahama engel olamadım.
    “Şimdi benimkini aç, sonra da Edward’ınkini açarsın,” dedi Alice, heyecandan sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Elinde küçük ve düz bir kare tutuyordu.
    Edward’a döndüm ve dik dik bakarak, “Söz vermiştin,” dedim.
    Bana cevap vermeden önce, Emmett kapıdan içeriye girdi. “Tam vaktinde!” dedi yüksek sesle ve her şeyi detaylı görebilmek için iyice yanıma yaklaşan Jasper’ın arkasına geçti.
    “Tek sent bile harcamadım,” dedi ve Edward ikna edici bir ses tonuyla ve yüzüme düşmüş bir tutam saçı eliyle kulağımın arkasına itti.
    Derin bir iç çektim ve Alice’e dönüp, “Ver,” dedim.
    Emmett neşeyle kıkırdadı.
    Minik paketi aldım, paket kağıdının kenarına parmağımı sokmuş, bandı açmaya çalışırken Edward’a bakarak gözlerimi devirdim.
    “Kahretsin,” dedim kağıt parmağımı kesince ve parmağımı kaldırıp ne kadar derin kestiğime bakmak istedim. Minik kesikten bir damla kan aktı.

    Her şey çok ani oldu.
    Edward “Hayır!” diye haykırdı.
    Bana doğru fırladı ve hızla masanın arkasına doğru çekti. Benimle beraber masa da devrildi. Doğum günü pastası, hediyeler, çiçekler ve tabaklar yere saçıldı. Kristal parçalarının ortasına düştüm.
    Jasper, Edward’a tokat atınca bir kaya parçasının dağdan asağı yuvarlanması gibi bir ses çıktı.
    Başka bir gürültü daha oldu. Jasper, Edward’ı geçmeye çalıştı, dişleri Edward’ın yüzünün birkaç santim ilerisinde açılıp kapanıyordu.
    Emmett, Jasper’ı sıkıca tuttu. Jasper kurtulmak için çabalıyordu, vahşi, boş gözleri bana odaklanmıştı.
    Şokun haricinde, acı da vardı. Piyanonun yanında yere düşmüş duruyordum ve kollarımı iç güdüsel olarak hızla yere koyduğum için cam kırıklarına tutunmak zorunda kalmıştım. Derin bir yanma ve batma hissediyordum. Acı, bileklerimden dirseklerime kadar çıkıyordu.
    Afallamış ve şaşkın şekilde, kolumdan akan parlak kırmızı kana baktım ve sonra ateşi çıkmış, bir anda acıkmış altı vampirle göz göze geldim.

      Forum Saati Perş. Kas. 21, 2024 2:26 pm