Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    New Moon 20.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    New Moon 20.Bölüm Empty New Moon 20.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Ptsi Kas. 15, 2010 11:00 pm

    Volterra
    Tepeyi tırmanmaya başladık. Yol gittikçe kalabalıklaşıyordu. Daha yükseğe doğru çıktıkça arabalar birbirlerine daha yakın gittiği için Alice aralarından geçemiyordu. Minik kahverengi Peugeot marka arabanın arkasından yavaşça ilerlemeye başladık.
    “Alice,” diye mırıldandım. Arabadaki saat sanki hızlanmış gibiydi.
    “Tek yol bu,” diye beni yatıştırmaya çalıştı.
    Arabalar ilerlemeye devam etti, her seferde bir tane araba ilerliyordu. Güneş parlakça yükseliyordu.
    Arabalar şehre doğru teker teker ilerliyordu. Yakınlaştıkça arabaların yolun kenarına çekip geri kalan yolu yürüyerek tırmandıklarını gördüm. Önce insanların sabırsızlandığını düşündüm ama sonra virajı döndük ve şehrin duvarlarının dışındaki otoparkın dolu olduğunu gördüm, insanlar kapıya doğru yürüyorlardı. Hiç kimsenin arabasıyla içeri girmesine izin yoktu.
    “Alice,” dedim aceleyle.
    “Biliyorum,” dedi. Yüzü buzdan oyulmuş gibiydi.
    Hava oldukça rüzgarlıydı. Kalabalıkta yürüyen insanlar şapkalarını tutuyorlar ve rüzgarda savrulan saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırıyorlardı. Elbiseleri dalgalanıyordu. Kırmızı renkler gözüme çarpıyordu. Kırmızı gömlekler, kırmızı şapkalar, uzun kurdeleler gibi kapılara asılmış kırmızı bayraklar rüzgarda dalgalanıyordu. Etrafa bakınırken, kıpkırmızı bir eşarbın bir kadının saçlarından ayrılıp rüzgarla uçtuğunu gördüm. Kadın, uzanmaya çalıştı, zıpladı ama eşarp daha da yükseldi.
    “Bella.” Dedi Alice şiddetli ve kısık bir sesle. “Korumanın ne karar vereceğini göremiyorum. Eğer bu işe yaramazsa, yalnız gitmek zorundasın. Koşman gerek. Sadece Palazzo dei Priori’yi sor ve sana gösterdikleri yöne doğru koş. Sakın kaybolma.”
    “Palazzo dei Priori, Palazzo dei Priori.” İsmi unutmamak için arka arkaya tekrar etmeye başladım.
    “Ya da ‘Saat Kulesi’ dersin, eğer İngilizce biliyorlarsa. Ben de etrafı dolaşıp, duvarın üzerinden atlayabileceğim bir yer bulabilecek miyim diye bakınacağım.”
    Başımı salladım. “Palazzo dei Priori.”
    “Edward saat kulesinin altında olacak, meydanın kuzey tarafında. Orada, sağda, dar bir geçit yolu var. Ordaki gölgede bekliyor. Güneşe doğru yürümeye başlamadan dikkatini çekmelisin.”
    Gergince kafamı salladım.
    Alice sıranın en önüne yaklaştı. Koyu mavi üniformalı bir adam trafiği kontrolü altında tutmaya ve insanları dolmuş otoparktan geri döndürmeye çalışıyordu. Herkes sıraya U dönüşü yapıyor ve yolun kenarına park ediyorlardı. Şimdi Alice’in sırasıydı.
    Üniformalı adam tembel tembel işini yapıyor, hiç dikkat etmiyordu. Alice hızlandı, adamın etrafından geçerek kapıya doğru ilerledi. Adam bize doğru bir şeyler bağırdı ama yerinden kıpırdamadı ve sonra bizim yaptığımızı yapmasın diye bir sonraki arabaya çılgınca elini kolunu sallamaya başladı.
    Kapıdaki adam da benzer bir üniforma giyiyordu. Biz ona yaklaşırken, turistler de kalabalık halinde kaldırımlarda yürüyorlardı ve yanlarından geçmeye çalışan Porsche’a bakıyorlardı.
    Güvenlik görevlisi yolun ortasına kadar yürüdü. Alice durmadan önce arabayı dikkatli bir açıya getirdi. Güneş penceremden yansıyordu ama Alice gölgedeydi. Arkaya eğilerek çantasını buldu ve içinden bir şey aldı.
    Koruma rahatsız olmuş bir ifadeyle yanımıza geldi ve sinirli sinirli arabanın camını tıklattı.
    Alice camı yarısına kadar açtı. Adam, koyu camların arkasındaki yüzü görünce biraz daha yumuşadı.
    “Üzgünüm bayan, bugün şehre sadece tur otobüsleri girebiliyor,” dedi. Özür diler gibi konuşuyordu, sanki bu kadar güzel bir bayana iyi haberler verebilmeyi ister gibiydi.
    “Bu özel bir tur,” dedi Alice, cazibeli bir gülüşle. Elini camdan çıkarttı. Önce şaşkınlıktan dondum kaldım ama sonra dirseğine kadar uzun, ten rengi bir eldiven giydiğini görünce rahatladım. Görevlinin hala yukarda duran elini aldı ve arabaya çekti. Avucunun içine bir şeyler koydu ve parmaklarını üzerine kapattı.
    Eline bakınca adamın yüzünün rengi attı ve kalın bir rulo haline duran paraya baktı. En dıştaki para bin dolarlık bir banknottu.
    “Bu bir şaka mı?” diye mırıldandı.
    Alice gülümsedi. “Eğer sen komik olduğunu düşünüyorsan.”
    Alice’e baktı, gözleri kocaman açılmıştı. Gergince saate baktım. Eğer Edward planını uygulayacaksa, sadece birkaç dakikaız kalmıştı.
    “Yalnız biraz acelem var,” dedi gülümseyerek.
    Görevli bir iki kere gözlerini kırptı ve parayı cebine koydu. Pencereden birkaç adım uzaklaştı ve bize elini salladı. Geçen insanlardan hiçbiri değiştokuşu görmemişti. Alice şehre doğru ilerledi ve ikimiz de rahat bir nefes aldık.
    Sokak oldukça dardı ve aynı renk taşlarla ….renkli binalar sokağı gölgeleriyle karartmışlardı ……. geçit yolu havasındaydı. Kırmızı bayraklar duvarları süslüyordu, aralarında sadece birkaç metre mesafe vardı.
    Kalabalıktı ve insan trafiği bizi yavaşlatıyordu.
    “Sadece biraz ileride,” diye beni cesaretlendirdi. Kapının kolunu tuttum ve kendimi sokağa atmaya hazırlandım.
    Hızlı hamlelerle ve ani duruşlarla sürmeye devam etti. Kalabalıktaki insanlar, yumruklarını kaldırarak kızgın kelimeler söylüyorlardı. Anlayamadığıma seviniyordum. Sonra minik bir yola girdi, belli ki burası arabalar için değildi ve insanlar ezilmemek için yarı dönerek duvara dayanmak zorunda kalmışlardı. Sokağın bitiminde başka bir sokağa geldik. Burada binalar daha yüksekti ve kaldırıma hiç güneş ışığı vurmuyordu. Buradaki kalabalık diğer yerlerdekine göre daha çoktu. Alice arabayı durdurdu. Daha yanaşmadan kapıyı açtım.
    Bana sokağın genişlediği ve güneş ışığının girdiği yeri işret etti. “Orada, biz şu an meydanın güney bitimindeyiz. Dümdüz koş, saat kulesine doğru. Ben de diğer taraftan dolanacağım.”
    Nefes almak için durdu ve sonra “Her yerdeler,” diye bağırdı.
    Olduğum yerde dondum ama beni dışarıya itti. “Onları boş ver. İki dakika kaldı. Git Bella, git!” diye haykırdı, Alice’in gölgeler arasından kaybolmasını seyretmek için bile durmadım. Kapıyı arkamdan kapatmadım. Önümdeki şişman kadına çarptım ve dümdüz koşamaya devam ettim.
    Karanlık şeritten çıkarken, bir anda gelen güneş ışığı gözlerimi kör etmeye yetti. Rüzgar esti ve saçlarımı gözlerime sokarak etrafı görmeme engel oldu. O yüzden çarptığım duvarı göremedim.
    Hiç yol yoktu, dip dibe yürüyen vücutların arasında hiç boşluk yoktu. Onları kızgınca iteledim, beni iteleyen elleriyle savaştım. Aralarında geçerken bağırtılar duydum ama
    Hiçbir şey anlamadım çünkü bildiğim bir dilde konuşmuyorlardı. Yüzleri, sinirde ve şaşkınlıktan buruşmuştu. Her yer kıpkırmızıydı. Sarışın bir kadın bana suratını asarak baktı, kırmızı eşarbı, sanki korkunç bir yara gibi boynuna dolanmıştı. Bir çocuk, babasının omuzlarının üzerine oturmuş, dişlerini sıkarak bana bakıyordu, dudaklarına plastik vampir dişleri takılıydı.
    İtiş kakışlar devam etti ve beni ters yöne döndürdü. Nihayet saati görebiliyordum, öbür türlü yönümü bulmama imkan yoktu. Ama saatin iki kolu da merhametsiz güneşe dönmüştü. Kalabalığı şiddetle yarsam da çok geç olacağını biliyordum. Henüz yolu yarılamamıştım. Yetişmeyecektim. Salaktım, yavaştım, insandım ve sadece bu yüzden, hepimiz ölecektik.
    Kalabalığı dinledim, Edward’ı gören birilerinin çığlığını duymayı bekledim.
    Kalabalığın ortasındaki boşluğu görünce hızla oraya yürümeye başladım. Ne olduğunu gidene kadar anlamadım. Yaklaştığımda geniş, kare şeklinde bir havuz olduğunu fark ettim.
    Sevinçten neredeyse ağlayacaktım. Kenarından içine girdim ve dizlerime kadar gelen suyun içinde yürümeye başladım. Hava güneşli olmasına rağmen su buz gibiydi ve ıslak olmam bu durumu daha da kötü bir hale getirmişti. Ama havuz oldukça genişti ve meydanın ortasını daha çabuk geçmemi sağladı. En uzak kenarına gelince duraklamadan duvarın üzerinden atladım ve tekrar kalabalığın içine karıştım.
    Üzerimden sıçrattığım buz gibi sular üzerlerine gelmesin, diye kalabalık bana yol vermeye başlamıştı. Tekrar saate baktım.
    Meydanda derin ve sesli bir çınlama yankılandı. Ayağımın altındaki taşlar sesten titredi. Çocuklar ağlamaya başlayarak kulaklarını tıkadılar. Koşarken bağırmaya başladım.
    “Edward!” dedim, faydasız olduğunu biliyordum. Kalabalık oldukça gürültülüydü ve nefessiz kalmıştım. Yine de bağırmaya devam ettim.
    Saat tekrar çaldı, annesinin kucağındaki bir çocuğun yanından geçtim, çocuğun saçları güneş ışığından parlıyordu. Uzun boylu, kırmızı ceketli adamlar, ben yanlarından geçerken insanları uyarıyordu. Saat tekrar çaldı.
    Gözlerim umutla kulenin altındaki dar geçiti taradı. Saat tekrar çaldı.
    Görmek çok zordu. Rüzgar yüzümü yalayarak geçti ve gözlerimi yaktı. Rüzgardan mı gözlerim yaşarmıştı, yoksa tekrar çaldığı ini mi ağlıyordum, bilmiyordum.
    Geçitin ağzında dört kişilik minik bir aile duruyordu. İki kız kıpkırmızı elbiseler giyinmişlerdi, koyu saçlarında birbirinin aynısı tokalar vardı. Babaları uzun değildi. Sanki arkalarındaki gölgede parlak bir şey görebiliyordum, tam babanın omzunun üzerinden. Onlara doğru aceleyle koştum. Saat çaldı ve küçük kız elleriyle kulaklarını tıkadı.
    Büyük olan kızın boyu, annesinin beline geliyordu. Sonra annesinin elini çekiştirerek karanlığı işaret etti. Saat çaldı ve artık daha yakındım.
    Kulakları sağır eden sesin oldukça yakınındaydım. Baba bana şaşkınlıkla baktı, hızla onlara doğru koşuyor ve sürekli Edward’ın adını haykırıyordum.
    Büyük olan kız kıkırdadı ve annesine bir şey söyleyerek için tekrar gölgeye döndü.
    Babanın etrafından dolanarak geçide saptım ve arkalarındaki kasvetli geçide doğru koşturdum.
    “Edward, hayır!” diye bağırdım ama gürültülü çan yüzünden sesim duyulmuyordu.
    Onu artık görebiliyordum. Ve onun beni görmediğini de görüyordum.
    Gerçekten oydu, bu sefer halüsinasyon görmüyordum. Ve onu görünce, hayallerimde eksiklik olduğunu ve Edward’a karşı adil davranmadıklarını fark ettim.
    Edward bir heykel gibi duruyordu, geçidin ağzının sadece birkaç metre uzağındaydı. Gözleri kapalıydı ve avuçları ileriye doğru açılmıştı. İfadesi oldukça huzurluydu, sanki mutlu şeyler düşünüyor gibiydi. Mermer gibi göğsü çıplaktı, ayaklarının dibinde beyaz kumaş parçaları vardı. Kaldırımdan yansıyan ışık teninde parlıyordu.
    Hayatımda daha önce hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim. Son yedi ayın hiçbir anlamı yoktu. Ormanda söylediği sözleri bir şey ifade etmiyordu. Ve beni istememesi umurumda bile değildi. Ondan başka bir şey istemiyordum.
    Saat çaldı ve ışığa doğru bir adım attı.
    “Hayır!” diye bağırdım. “Edward bana bak!”
    Dinlemiyordu. Sadece hafifçe gülümsüyordu. Ayağını kaldırdı ve ışığa çıkmak için son adımın atmaya hazırlandı.
    Ona doğru atladım, o kadar hızlı çarpıştık ki, eğer kollarıyla beni yakalamasaydı kafamın üzerine düşebilirdim.
    Kapalı gözleri, saat tekrar çalarken yavaşça açıldı.
    Şaşkınlıkla bana baktı.
    “İnanılmaz,” dedi, sesi merak içinde ama neşeliydi. “Carlisle haklıymış.”
    “Edward.” Nefes almayı denedim ama sesim çıkmıyordu. “Gölgeye doğru gitmelisin. Hem de hemen!”
    Sersemlemiş gibiydi. Elleri yumuşakça yanaklarımı okşadı. Onu geriye doğru ittiğimi fark etmemiş gibiydi. Saat çaldı ama tepki vermedi.
    Çok garipti, ikimizin de ölümcül bir tehlike içerisinde olduğumuzun farkındaydım. Yine de kendimi iyi hissediyordum. Kalbim yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyor, kanım damarlarımda sıcacık akıyordu. Ciğerlerim Edward’ın teninden gelen tatlı mayhoş bir kokuyla dolmuştu. Sanki göğsümde hiç delik olmamıştı. Harika hissediyordum, iyileşmemiştim ama sanki hiç yaralanmamış gibiydim.
    “Bu kadar çabuk olduğuna inanamıyorum hiçbir şey hissetmedim, harikaymış,” diyerek gözlerini kapattı ve dudaklarını saçlarıma gömdü. Sesi, bal kadar tatlıydı. “Soluğunun balını çeken ölümün gücü, yetmemiş güzelliğini almaya,” diye mırıldandı ve Juliet’in mezarı başında Romeo’nun söylediklerini tekrar ettiğini fark ettim. Saat son kez çaldı. “Her zamanki gibi kokuyorsun,” diye devam etti. “Belki de cehennemdeyim. Umurumda değil.”
    “Ben ölmedim,” diye lafını kestim. “Sen de ölmedin! Lütfen Edward, gitmemiz gerek. Çok uzakta değillerdir.”
    Kollarını tuttum. Kaşları şaşkınlıktan havaya kalktı.
    “Ne demek bu?” diye sordu kibarca.
    “Ölmedik, yani henüz! Ama buradan hemen gitmeliyiz Volturiler gelmeden –“
    Nihayet demek istediklerimi anlamıştı. Daha ben lafımı bitirmeden, bir anda beni kaldırarak gölgeye çekti ve sırtımı duvara dayadı. Kolları genişçe ve korumacı bir halde açılmıştı.
    Kollarının altından baktım ve iki karanlık şeklin gölgelerin arasından çıktığını gördüm.
    “Selamlar beyler,” dedi Edward sakin ve mutlu bir şekilde. “Sizin servisinize ihtiyacım olduğunu zannetmiyorum. Eğer efendinize selamlarımı iletirseniz çok sevinirim.”
    “Bunu yetkili makamlara iletelim mi?” diye fısıldadı düz bir ses tehditkar bir şekilde.
    “Bunun gerekli olduğunu sanmıyorum.” Edward’ın sesi sert çıkıyordu. “Kurallarınızı biliyorum ve hiçbir kuralı yıkmadım.”
    “Felix sadece güneşin yakınlığını vurgulamak istedi,” dedi öteki gölge daha sakin bir tonla. İkisi birden duman renkli, yere kadar uzanan cübbelerin altına gizlenmişlerdi. “Bırakın da, daha iyi gizlenecek yer bulalım.”
    “Tam arkanızda olacağım,” dedi Edward kuru kuru. “Bella, neden meydana gidip festivale katılmıyorsun?”
    “Hayır, kızı da getir,” dedi ilk gölge pis pis sırıtarak.
    “sanmıyorum.” Sesindeki naziklik gitmişti. Edward’ın sesi düz e soğuk gibiydi. Ağırlığını dğer bacağının üzerine verdi, onun kavgaya hazırlandığını fark etmiştim.
    “Hayır,” dedim.
    “Şşşt,” diye mırıldandı bana.
    “Felix,” dedi ikinci ve daha makul olan gölge. “Burada olmaz.” Edward’a döndü. “Aro sadece seninle tekrar konuşmak istiyor, eğer bize artık ihtiyacın yoksa…”
    “Kesinlikle,” dedi Edward. “Ama kız gitsin.”
    “Korkarım bu mümkün değil,” dedi kibar olan gölge pişman bir şekilde. “Kurallara uymak zorundayız.”
    “O zaman korkarım Aro’nun davetini geri çevireceğim Demetri.”
    “İşte bu harika,” dedi Felix. Gözlerim derin gölgeye odaklanmıştı ve Felix’in uzun, şişman ve geniş omuzlu olduğunu görmüştüm.vücudu bana Emmett’i hatırlattı.
    “Aro hayal kırıklığına uğrayacak,” dedi Demetri.
    “Eminim bunu atlatır,” dedi Edward.
    Felix ve Demetri geçidin ağzında duruyorlardı ve çıkarlarken Edward aralarında kalsın diye biri sola biri sağa geçti. Onu, insanlar görmesin, diye geçidin iplerine doğru çekmek istiyorlardı. Tenlerine ışık gelmiyordu, cübbelerinin altında güvendeydiler.
    Edward, yeniden bir santim bile kıpırdamadı. Beni korumak için önümde duruyordu.
    Aniden Edward’ın başı geçidin karanlık kısmına döndü, Demetri ve Felix de aynı şeyi yaptılar. Benim hislerimin algılamadığı bir ses duymuş olmalıydılar.
    “Haydi birbirimize görgülü davranalım, olmaz mı?” dedi kıvrak bir ses. “Aramızda bayanlar var.”
    Alice yavaşça Edward’ın yanına geldi. Yüzünde hiç gerginlik hissedilmiyordu. Oldukça zayıf ve kırılganmış gibi duruyordu. Küçük kolları bir çocuğunkiler gibi sallanıyordu.
    Demetri ve Felix, birden dikildiler, cübbeleri, geçidin içinden esen hafif rüzgarla sallandı. Felix’in yüzü ekşidi. Muhtemelen, çift sayılardan hoşlanmıyorlardı.
    “Yalnız değiliz,” diye hatırlattı Alice.
    Demetri omzunun üzerinden baktı. Minik bir aile, kırmızı elbiseli kızlarıyla beraber bizi seyrediyorlardı. Anneleri, panik halinde babalarına bir şeyler söylüyordu, gözü üzerimizdeydi. Demetri onunla göz göze gelince, kadın gözlerini başka tarafa çevirdi. Adam, alana doğru birkaç adım attı ve kırmızı ceketli birinin omzuna dokundu.
    Demetri kafasını salladı. “Lütfen Edward, makul olalım,” dedi.
    “Olalım,” diye kabul etti Edward. “Şimdi biz gideceğiz, hiç kimse bir şey yapmayacak.”
    Demetri gergince nefes aldı. “En azından bunu baş başa konuşalım.”
    Kırmızı giyinmiş altı tane adam, bize garip garip bakarak orada duran aileye katıldılar. Edward’ın beni korumak için önümde durduğunun farkındaydım, eminim onları harekete geçiren de buydu. Onların kaçması için çığlık atmak idtedi.
    Edward dişlerini sesli sesli gıcırdattı. “Hayır.”
    Felix gülümsedi.
    “Yeter.”
    Arkamızdan gelen ses yüksek ve tizdi.
    Edward’ın kolunun altından çaktırmadan baktım. Ses küçük, karanlık bir şekilden çıkmıştı. Kenarlarının dalgalandığını görünce, onlardan birisi olduğunu anladım. Başka kim olabilirdi?
    İlk önce genç bir çocuk olduğunu zannettim. Alice kadar zayıftı, uzun, soluk kahverengi saçları kısacık kesilmişti. Cübbenin altındaki vücudu, ince ve çift cinsiyetli gibiydi. Ama yüzü bir erkek için oldukça güzeldi. Geniş gözleri, kalın dudaklarıyla bir meleğe benziyordu.
    Felix ve Demetri anında rahatlayıp geriye çekildiler ve duvarın gölgesine çekildiler.
    Edward kollarını indirdi ve o da rahat bir pozisyon aldı.
    “Jane,” dedi.
    Alice kolalrını göğsünde kavuşturdu, ifadesi kayıtsızdı.
    “Beni takip edin,” dedi Jane, çocuksu sesi monoton çıkmıştı. Arkasını döndü ve yavaşça karanlıkta ilerledi. Felix bize bakarak sırıttı.
    Alice, minik Jane’in arkasından yürüdü. Edward kollarını belime doladı ve beni yanına çekti. Geçit, yokuş aşağı indikçe daralıyordu. Gözlerimde çılgın soru işaretleriyle Edward’a baktım ama o sadece kafasını salladı. Aslında arkamdan geldiklerini duyamıyordum ama arkamda olduklarından emindim.
    “Evet, Alice,” dedi Edward. “Sanırım seni burada gördüğüme şaşırmamalıyım.”
    “Benim hatamdı,” dedi Alice. “Ve düzeltmek de benim görevimdi.”
    “Neler oldu?” Sesi kibarca sanki çok merak etmiyor gibiydi. Bunun arkamızdan bizi dinleyenler yüzünden olduğunu biliyordum.
    “Uzun hikaye,” Alice’in gözleri bana döndü ve sonra uzaklara baktı. “Özetlemek gerekirse, bir uçurumdan atladı, ama kendini öldürmek için değil. Bela bu aralar bütün korkunç sporları yapıyor.”
    Yüzüm kızardı ve gözlerimi başka tarafa çevirdim, artık göremediğim karanlık gölgeye bakıyordum. Alice’in düşüncelerini duyduğunu biliyordum. Neredeyse boğulmalar, vampirlerden kaçmak, kurt adamdan arkadaşlar…
    “Hımm,” dedi Edward sertçe.
    Geçide doğru hafif bir kıvrım vardı ve hala yokuş aşağı bu yüzden varana kadar kare şeklindeki çıkmaz yolu görmemiştim. Penceresiz, düz, tuğladan bir duvardı. İsmi Jane olan minik artık görünmüyordu.
    Alice hiç çekinmedi, duvara doğru yürürken hiç istifini bozmadı. Sonra tüm zarafetiyle sokağa çıkan ufak delikten geçti.
    Bir kanalizasyona benziyordu. Alice yok olana kadar fark etmemiştim ama kapı yarım açıktı. Delik küçücük ve siyahtı.
    Korktum.
    “Korkma Bella,” dedi Edward kısık bir sesle. “Alice seni tutar.”
    Deliğe şüpheyle baktım. Eğer Demetri ve Felix arkamızda sessizce beklemiyor olsaydı, büyük ihtimalle ilk o giderdi.
    Eğildim ve bacaklarımı daracık delikten soktum.
    “Alice?” diye korkuyla seslendim.
    Buradayım, Bella,” dedi. Sesi beni rahatlatmaktan çok uzaktı.
    Edward, buz gibi soğuk elleriyle beni dirseklerimden tuttu ve hafifçe deliğin içine indirdi.
    “Hazır mısın?” dedi.
    “Bırakabilirsin,” dedi Alice.
    Gözlerimi kapattım ve çığlık atmayayım diye elimi ağzıma bastırdım. Edward düşmem için beni bıraktı.
    Sessiz ve kısaydı aradan bir saniye bile geçmeden, sessizce Alice’in beni bekleyen kollarına düştüm.
    Kolları o kadar sertti ki, her yerimin moraracağından emindim.
    Karanlık görünüyordu ama aşağısı o kadar da karanlık değildi. Yukarıdan gelen ışık ayağımın altındaki taşlara vurarak hafif bir parlaklık veriyordu. Işık bir saniye kadar gitti ve Edward tam arkamda belirdi. Kollarını bana doladı, kendisine doğru çekti ve beni ileriye çekmeye başladı. Kollarımı onun soğuk beline doladım ve yerdeki taşlara takılarak düştüm. Tepemizdeki delikten, kapanan ağır mazgalın sesleri geldi.
    Sokaktan gelen hafif ışık yok oldu. Sendeleyen ayaklarım karanlık boşlukta yankı yapıyordu,
    Boşluk çok geniş gibiydi
    Ama yine de tam olarak emin değildim. Çılgınca atan kalbimden ve ıslak yere basan ayaklarımdan başka hiçbir ses duymuyordum, sadece bir kere sabırsız bir sesin arkamdan fısıldadığını duymuştum.
    Edward bana sıkıca sarıldı. Boşta kalan eliyle vücudumu tuttu, baş parmağı dudaklarımın üzerinde dolandı. Yüzünü saçlarıma bastırdı. Bunun belki de tek kavuşmamız olduğunu fark edince kendimi ona daha da yaklaştırdım.
    Artık beni istiyor gibiydi ve bu, korkunç yer altı geçidini ve bir de arkamızdan gelen serseri vampirleri unutmama yeterdi. Muhtemelen suçluluk duygusundan başka bir şey değildi, aynı benim ölümüme sebep olduğunu düşünüp kendini öldürmek istemesine neden olan suçluluk duygusu gibi. Fakat dudaklarının alnıma dokunduğunu hissedince bütün nedenleri bir köşeye bıraktım. En azından ölmeden önce tekrar onunla beraberdim. Bu onsuz, uzun bir yaşamdan daha iyiydi.
    Ona keşke tam olarak neler olabileceğini sorsaydım. Nasıl öleceğimizi bilmeyi istiyordum. Gerçi bunu bilmenin bir faydasını görecek değildim ya, neyse. Ama konuşmadım, fısıldayamadım bile. Etrafımız çevriliydi. Ötekiler her şeyi duyabilirlerdi; her nefesimi, her kalp atışımı.
    Ayağımızın altındaki yol aşağıya doğru eğilerek devam ediyor ve bizi daha da derinlere indiriyordu. Bu da klostrofobimin iyice ortaya çıkmasına neden oluyordu. Edward’ın yüzümde tuttuğu eli, çığlık atmamı engelliyordu.
    Nereden geldiğini bilmediğim ışık, yavaşça gri bir renge dönüşmeye başladı. Eğik bir tüneldeydik. Gri, taşları, uzun sıralar boyunca abanozlar sarmıştı, sanki kanayan mürekkepler görünüyorlardı.
    Sanırım korkudan titriyordum. Dişlerim birbirine çarpana kadar üşüdüğümü fark etmemiştim. Giysilerim hala ıslaktı ve şehrin altındaki hava kış gibiydi. Aynı Edward’ın teni gibi.
    Teninin beni daha da üşüttüğünü fark etti ve beni bıraktı. Sadeceelimi tutuyordu.
    “H-h-hayır,” diyerek kollarımı etrafına sardım. Donuyor olmam umurumda bile değildi. Ne kadar vaktimiz kaldığını kim bileblirdi ki?
    Soğuk eli kolumu ovuşturdu, beni sürtünerek ısıtmaya çalışıyordu.
    Aceleyle tünelin içinde ilerliyorduk ya da bana öyle gibi geliyordu. Yavaş ilerleyişim, sanırım Felix’i kızdırmıştı ve sürekli oflayıp pufluyordu.
    Tünelin sonunda bir mazgal vardı. Mazgalın demir çubukları paslıydı ve kolum kadar kalınlardı. Bir de, daha ince demirlerle yapılmış, açık duran küçük bir kapı vardı. Edward ileriye giderek daha büyük ve parlak taştan bir odaya girdi. Mazgal arkamızdan çat diye kapandı ve bir kilit sesi geldi. Korkmasam, arkama dönüp bakacaktım.
    Uzun odanın diğer tarafında alçak, tahtadan bir kapı vardı. Oldukça kalındı, açık olduğu için ne kadar kalın olduğunu rahatlıkla görebiliyordum.
    Kapıdan geçtik, etrafıma şaşkınlıkla baktım ve hemen rahatladım. Diğer yandan Edward gerilmiş, çenesi sımsıkı birbirine yapışmıştı.

      Forum Saati C.tesi Kas. 23, 2024 10:17 am