KARAR
Parlak ışık bir holdeydik. Duvarlar kırık beyazdı, yerler gri renkte bir halıyla kaplıydı. Bilindik dikdörtgen flüoresan ışıklar, tavanda çifter çifter sıralanmıştı. Burası daha sıcaktı. Bu hol, iğrenç taştan kanalizasyona kıyasla daha güzeldi.
Edward benim düşüncelerimi onaylamıyor gibiydi. Uzun hole baktı ve koridorun sonunda duran asansörün yanındaki ince, siyah örtüye sarılı figürü gördü.
Beni yanına çekti ve Alice de öteki tarafıma geldi. Ağır kapı arkamızdan gürültüyle kapandı ve sonra ağır bir düşme sesi geldi.
Jane asansörün yanında bekledi ve bize kapıyı açtı. Yüzünde umursamaz ve duygusuz bir ifade vardı. Asansörün içine girince Volturi vampirleri rahatladılar. Cübbelerini fırlattılar ve şapkaları omuzlarına düştü. Hem Felix hem de Demetri’nin cildi zeytin gibiydi. Felix’in siyah saçları kısacık kesilmişti ama Demetri’nin dalgalı saçları omuzlarına kadar geliyordu. Gözlerinin kenarları kıpkırmızıydı ama gözbebekleri siyahtı. Örtülerinin altındaki elbiseleri modern, soluk ve renksizdi. Köşeye çömeldim ve Edward’a yaslandım. Eli hala kolumu ovuyordu. Gözlerini Jane’in üzerinden ayırmıyordu.
Asansör yukarıya çıktı ve lüks bir resepsiyona geldik. Duvarlar tahta panellerle kaplıydı, yerdeki halılar kalın ve yeşil renkteydi. Duvarlarda hiç cam yoktu ama geniş, parlak resimler vardı. Soluk deri koltuklar sıcak ve samimi gruplar halinde yerleştirilmişlerdi ve parlak cam sehpaların üzerlerinde kristal vazolar vardı, içlerine capcanlı renklerde çiçekler konulmuştu. Çiçeklerin kokusu bana cenaze evini hatırlatıyordu.
Odanın tam ortasında yüksek, maun ağacından yapılmış bir masa vardı. Arkasında oturan kadına hayretle bakakaldım.
Uzundu, koyu bir teni ve yeşil gözleri vardı. Başka bir yerde olsa gözüme çok güzel gözükebilirdi ama burada değil. Çünkü o da benim gibi bir insandı. Bir insanın burada ne yapıyor olduğunu anlayamadım. Pek kolay olmamalıydı çünkü etraı vampirlerle çevriliydi.
Nazikçe gülümsedi. “İyi günler, Jane,” dedi. Jane’in yanında bizi gördüğüne şaşırmamıştı. Edward’ın göğsü beyaz ışıkların altında parıl parıldı, ben ise tamamen iğrenç ve darmadağın bir haldeydim.
Jane başını salladı. “Gianna.” Odanın arkasındaki kapıya doğru ilerledi ve biz de onu takip ettik.
Felix, masanın yanından geçerken Gianna’ya göz kırptı, o da kıkırdadı.
Tahta kapının öteki tarafında daha farklı bir resepsiyon vardı. Burada, gri takım giymiş, soluk tenli bir çocuk duruyordu ve muhtemelen Jane’in ikiziydi. Saçları daha koyuydu ama dudakları onunkiler kadar dolgun değildi. Sıcakkanlı birine benziyordu. Bizimle tanışmak için ilerledi. Gülümseyerek ona uzandı. “Jane.”
“Alec,” diye cevapladı ve çocuğa sarıldı. İkisi de birbirinin iki yanağını öptüler. Sonra bize baktı.
“Sizi bir tane için gönderdiler ve siz iki buçukla geldiniz,” dedi bana bakarak. “İyi iş çıkartmışsınız.”
Sonra bir kahkaha attı. Sesi bir bebeğin mutluluk çığlığı gibi çıkmıştı.
“Tekrar hoş geldin Edward,” dedi Alec. “Daha iyi gözüküyorsun.”
“Evet,” diye onayladı Edward tek düze bir sesle. Edward’ın sert yüzüne baktım ve ruh halinin daha önceden nasıl olduğunu merak ettim.
Alec kıkırdadı ve uzun uzun beni inceledi. “Ve bütün bu sorunların nedeni bu mu?” diye sordu kuşkulu bir sesle.
Edward sadece soğuk bir şekilde gülümsemekle yetindi. Sonra birden dondu.
Felix gülümsedi ve elini kaldırıp Edward’ı çağırdı.
Alice, Edward’ın koluna dokundu. “Sabırlı ol,” diye uyardı.
Birbirlerine uzun uzun baktılar. Alice’in ona ne söylediğini duyabilmeyi çok isterdim. Sanırım Felix’e saldırmamakla ilgili bir şeydi çünkü Edward derin bir nefes aldı ve tekrar Alec’e döndü.
“Aro seni tekrar gördüğüne sevinecek,” dedi Alec, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
“O zaman onu daha fazla bekletmeyelim,” dedi Jane.
Edward başını salladı.
Alec ve Jane el ele tutuştular, tekrar geniş, gösterişli bir hole çıktılar. Bu yerin hiç sonu yok muydu?
Holün sonundaki altın kaplama kapıları pas geçtiler, yolun yarısında durdular ve sade tahtadan kapıyı açtılar. Kilitli değildi. Alec, Jane için kapıyı tuttu.
Edward, beni kapının öteki tarafına çekerken haykırmak istedim. Meydandaki taşın aynısıydı, aynı geçit ve aynı kanalizasyon. Yine karanlık ve soğuktu.
Taş çok byük değildi. Hemen daha parlak, derin bir odaya açıldı.
İki kat yukarıda, uzun pencerelerden vuran parlak güneş ışığı, altındaki taşlara vuruyordu. Hiç yapay ışık yoktu. Odadaki tek mobilya, birkaç ağır tahta sandalyeydi. Yuvarlak tahta taştan uzakta duruyorlardı. Dairenin tam ortasında başka bir kanalizasyon vardı. Bunu, sokaktaki gibi bir çıkış olaram mı kullandıklarını merak ettim.
Oda boş değildi. Birbirleriyle konuşan bir sürü insanla doluydu. Kısık sesteki mırıltılar sanki bir melodi gibiydi. Bir çift soluk tenli kadın yazlık elbiseleri içinde, ışığın altında oturmuşlardı ve tenleri, prizma gibi, ışığı gökkuşağı renginde duvarlara yansıtıyordu.
Bütün zarif yüzler, biz odaya girince bize doğru döndü. Çoğu ölümsüzler gibi gösterişsiz pantolonlar ve gömlekler giymişti. Ama ilk konuşmaya başlayan adamın üzerinde uzun bir cübbe vardı. Simsiyahtı ve yere değiyordu. Bir an, uzun simsiyah saçlarını cübbesinin başlığı zannettim.
“Sevgili Jane, geri döndün!” dedi neşeyle.
Olağanüstü bir zarafetle yanımıza gelince ağzım bir karış açık kaldı. Alice bile, ki onun hareketleri de dans eder gibiydi, onunla karşılaştırılamazdı.
Yüzünü görünce bir kez daha şaşırdım. Yüzü diğerlerinden çok farklıydı. Yanımıza gelirken tek başına değildi, bütün grup etrafını sarmıştı. Bazısı takip ediyor, bazısı da koruması gibi önünden yürüyordu. Yüzünün güzel mi çirkin mi olduğuna karar veremedim. Sanırım yüzünün şekli mükemmeldi. Ama o da, benim gibi, diğer vampirlerden farklıydı. Derisi transparan gibi ve bembeyazdı, aynı soğan derisine benziyordu ve çok hassas gözüküyordu. İçimde yanağına dokunmak için korkunçbir şevk uyandı? Gözleri kırmızıydı, etrafındakilerle aynıydı ama daha bulutlu bir rengi vardı.
Ahenkli adımlarla Jane’in yanına gitti, yüzünü kağıdımsı ellerinin arasına aldı, dolgun dudaklarını öptü ve uçarak bir adım geriye gtti.
“Evet, Sahip.” Jane gülümsedi, yüzü melek bir çocuk gibiydi. “Onu tekrar canlı geri getirdim, tam istediğini gibi.”
“Ah, Jane.” O da gülümsedi. “Sen mükemmelsin.”
Sisli bakışlarını bize çevirdi ve gülümsemesi daha da belirginleşti.
“Ve Alice’le Bella da burada!” diye neşelenerek elleriyle alkış yaptı. “Bu harika bir sürpriz! Mükemmel!”
İsimlerimizi bu kadar laubali söylemesine şaşkınlıkla bakakaldım, sanki onun eski birer arkadaşıydık ve ziyaretine gelmiştik.
İri refakatçimize baktı. “Felix, bana bir iyilik yap ve abime misafirlerimiz olduğunu ilet. Eminim bunu kaçırmak istemeyecektir.”
“Tabii, efendim.” Felix başını salladı ve geldiğimiz yöne dönerek gözden kayboldu.
“Görüyor musun, Edward?” Tuhaf vampir Edward’a döndü ve azarlayan bir büyükbaba havasında gülümsedi. “Sana ne söylemiştim? Dün sana istediğini vermediğim için mutlu değil misin?”
“Evet Aro, mutluyum,” diye onayladı. Belime sarılı kolu, belimi daha da fazla sıktı.
“Mutlu sonlara bayılıyorum.” Aro derin bir nefes aldı. “Oldukça nadir rastlıyoruz. Ama bütün hikayeyi istiyorum. Bu nasıl oldu? Alice?” Meraklı ve bulutlu gözlerini Alice’e çevirdi. “Kardeşin senin hata ypmayacağını düşünüyordu ama belli ki bir hata olmuş.”
“Ah, ben hata yapmaktan oldukça uzağım,” dedi Alice, hayran bırakan gülümsemesiyle. Oldukça rahat gözüküyordu ama elleri yumruk gibi sıkılıydı. “Bugün de gördüğüm gibi, çıkarttığım sorunların çaresine hemen bakabiliyorum.”
“Çok alçakgönüllüsün,” dedi Aro azarlarcasına. “Senin bazı garip kahramanlıklarını gördüm ve kabul eteliyim ki senin yeteneğin gibisini hiç görmedim. Muhteşem!”
Alice, Edward’ bir bakış attı. Aro bunu kaçırmadı.
“Üzgünüm, henüz doğru düzgün tanıştırılmadık, değil mi? Gerçi seni çoktan tanıyormş gibiyim. Kardeşin bizi dün bir şekilde tanıştırdı. Gördüğün gibi, kardeşinin bazı yeteneklerini paylaşıyorum, sadece sınırlarım onunkiler adar geniş değil.” Aro başını salladı, sesi kıskançlık doluydu.
“Ve oldukça da güçlü,” diye ekledi Edward. Sonra Alice’e bakarak kısaca anlatmaya başladı, “Aro’nun, düşünceleri okuyabilmek için fiziksel dokunmaya ihtiyacı var ama benden daha çoğunu duyuyor. Biliyorsun, ben o an kafandan ne geçiyorsa onu duyabiliyorum. Aro ise aklından gelmiş geçmiş her şeyi okuyabiliyor.”
Alice hafifçe kaşını kaldırdı ve Edward başını eğdi.
Aro bunu da kaçırmamıştı.
Aro omzunun üzerinden baktı ve diğer herkesin kafası da aynı yöne döndü.
En yavaş dönen bendim. Felix arkadaydı ve arkasından iki siyah cübbeli adam geliyordu. İkisi de Aro’ya çok benziyordu, hatta bir tanesinin saçları aynıydı, öteki adamın saçları şaşırtıcı derecede beyazdı ve omuzlarına kadar iniyordu. Yüzleri tıpatıp aynıydı, kağıt kadar ince tenliydiler.
Carlisle’ın tablosundaki üçlü tamamdı, üç yüzyıl önce o resim yapıldığından bu yana hiç değişmemişlerdi.
“Marcus, Caius bakın!” Aro şarkı gibi mırıldandı. “Bella hayatta ve Alice de onunla beraber burada! Sizce de bu harika değil mi?”
İki adam da, sanki harika kelimesi bu duruma pek uygun değilmiş gibi ona baktılar. Koyu saçlı adam oldukça sıkılmış görünüyordu, sanki Aro’nun bu coşkusundan bıkmış gibiydi.
Onların bu ilgisizliği Aro’nun keyfini kaçırmaya yetmedi.
“Haydi hikayeyi dinleyelim.” Aro neredeyse o hafif sesiyle şarkı söyler gibiydi.
Beyaz saçlı yaşlı vampir arkaya doğru birkaç adım atarak tahtadan tahta oturdu. Ötekisi de Aro’nun yanında durdu ve elini uzattı. İlk önce Aro’nun elini tutacağını zannettim. Ama sadece Aro’nun avucuna okundu ve sonra geri çekti. Aro siyah kaşını kaldırdı.
Edward homurdandı ve Alice merakla ona baktı.
“Teşekkürler Marcus,” dedi Aro. “Bu oldukça enteresan.”
O an Marcus’un, Aro’ya dokunarak düşüncelerini dinlettiğini fark ettim.
Marcus pek ilgileniyormuş gibi gözükmüyordu. Aro’dan uzaklaşarak başkasının yanına gitti, bu Caius olamlıydı. Duvarın dibine oturdu. İki vampir onlara katıldı, daha önceden tahmin ettiğim gibi korumalarıydı. İki yazlık elbiseli kadın, Caius’un yanına oturdular. Korumaya ihtiyacı olan vamir fikri bana oldukça saçma geliyordu.
Aro bir alkış tuttu. “Harika,” dedi. “Tam anlamıyla harika.”
Alice’in hayal kırıklığına uğramış gibi bir hali vardı. Edward ona döndü ve kısık sesle, çabucak her şeyi anlattı. “Marcus ilişkileri görüyor. Bizimkinin yoğunluğu onu şaşırtmış.”
Aro gülümsedi. “Çok güzel,” dedi. Sonra bize döndü. “Marcus’u şaşırtmanın biraz zaman aldığını söylemeliyim.”
Marcus’un ölü gibi görünen yüzüne baktım ve buna inandım.
“Sadece anlamak çok zor, şu an bile,” Aro derin düşüncelere dalmış gibi konuşuyordu. Edward’ın belime dolanmış koluna baktı. Aro’nun karışık düşüncelerini takip etmekte zorlanıyordum. “Ona nasıl bu kadar yakın durabiliyorsun?”
“Büyük bir çaba göstermem gerekiyor,” dedi Edward sakince.
“Ama yine de, la tua cantante! Ne büyük ziyan!”
Edward gülümsedi ama bu gülümseyişi hiç içten değildi. “Ben daha çok bir bedel gibi bakıyorum.”
Aro kuşkuluydu. “Oldukça yüksek bir bedel.”
“Her şeyin bir bedeli var.”
Aro kahkaha attı. “Eğer onu senin anılarında koklamasaydım, hiç kimsenin kanının bu kadar kuvvetli olduğunu düşünmezdim. Ben bile hiç böyle bir şey hissetmedim. Böyle bir yetenek için her şeyi yapmaya hazır bir sürü insan var ve..”
“Boşa çaba harcamayı,” dedi Edward, sesi vahşiydi.
Aro tekrar güldü. “Ah sevgili dostum Carlisle’ı nasıl özledim! Bana onu hatırlatıyorsun, gerçi o senin kadar sinirli değil.”
“Carlisle, birçok konuda beni gölgede bırakır.”
“endine hakim olma konusunda birisinin onu yenebileceğini hiç düşünmemiştim, ama onu utandıracak derecede iyisin.”
“Zor,” Edward sabırsızlanmaya başlamıştı. Ön hazırlıklardan yorulmuş gibi bir hali vardı. Bu beni daha da korkutuyordu, sırada neyin olduğunu hayal etmeye korkuyordm.
“Başarısından çok memnunum,” dedi Aro. “Onunla ilgili sende gördüğüm anılar benim için güzel bir hediye. Aslında beni bu kadar… mutlu etmesine şaşırıyorum, seçtiği bu alışılmışın dışındaki yolun başarısı. Zamanını boşa harcayacağını düşünüyordum. Kendine özgü öngörüsünü paylaşmak isteyen başka kişiler bulmakla ilgili planıyla dalga geçiyordum. Ama yanıldığım için mutluyum.”
Edward cevap vermedi.
“Ama senin kendini bu derece tutabilmen!” Aro derin bir iç çekti. “Böyle büyük bir gücün mümkün olduğunu bilmiyordum. Kendini siren sesine alıştırmak, hem de sadece bir kere değil, tekrar tekrar… Eğer kendim hissetmiyor olsaydım, inanmazdım.”
Edward Aro’nun ona karşı olan hayranlığına hiç tepki vermedi. Bu ifadeyi iyi biliyordum. Bütün bunların altında ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Düzenli nefes alıp vermek için çabalıyordum.
“Sana ne kadar çekici geldiğini bilmek…” Aro güldü. “Beni susatmaya yetiyor.”
Edward gerilmişti.
“Rahatsız olmana gerek yok,” dedi Aro, tekrar güvenini tazelemeye çalışarak. “Ona bir zararım olmaz. Ama sadece merak ediyordum, özellikle de bir konuyu.” Bana ilgiyle baktı. “Sorabilir miyim?”
“Sor ona,” dedi Edward düz bir sesle.
“Tabii, ne kadar kabaım!” dedi Aro. “Bella.” Artık direk benimle konuşuyordu. “Senin Edward’ın yeteneğindeki tek istisna olmana hayret ediyorum. Böyle bir şeyin meydana gelmesi çok enteresan! Merak ediyorum, ikimizin yetenekleri de birçok yönden aynı, eper benim denememe izin verirse, deneyebilir miyim?”
Gözlerim korkuyla parlıyordu. Aro’nun kibarca sormasına karşısında başka bir seçeneğim olmadığını biliyordum. Onun bana dokunacak olması beni ürkütüyordu ve aynı şekilde onun garip tenine dokunacak olmak da iğrenç bir düşünceydi.
Edward cesaret verircesine başını salladı. Ya Aro’nun beni incitmeyeceğinden emindi, ya da ortada başka bir seçenek yoktu. Hangisi olduğunu bilemiyordum.
Aro’ya döndüm ve elimi yavaşça öne doğru uzattım. Elim titriyordu.
Yaklaştı, ifadesinin güvenilir olmasına dikkat ettiğini fark ettim. Ama kağıdımsı yüzü çok garipti, yabancı ve korkutucuydu, güven vermekten oldukça uzaktı. Yüzündeki bakış kelimelerinden daha dostçaydı.
Aro uzandı, sanki elimi sıkar gibi tuttu ve dayanıksız gibi gözken teniyle bana dokundu. Sertti ama kırılgan gibiydi. Mermerden ziyade tortu gibiydi ve tahmin ettiğimden daha da soğuktu.
Tiril tiril gözleriyle bana gülümsedi. Ondan başka yere bakmama imkan yoktu. Garip garip bana bakıyordu.
Aro’nun yüzü değişti. Kendine güven gitti ve yerine şüphe oturdu ama bu duyguyu hemen arkadaşça bir ifadenin altına sakladı.
“Oldukça enteresan,” dedi elimi bırakarak.
Gözlerim Edward’a döndü.
Aro düşünceli bir ifadeyle yürüdü. Bir dakika kadar sessiz kaldı, gözleri üçümüz arasında gidip geliyordu. Sonra aniden başını salladı.
“Bir ilk,” dedi kendisine. “Acaba bizim yeteneklerimize karşı bağışıklık mı kazanmış… Jane, hayatım?”
“Hayır!” dedi Edward. Alice kolunu tuttu. Edward Alice’i itti. Minik Jane, Aro’ya gülümsedi. “Efendim?”
Edward hırlıyordu, Aro’ya kötü kötü bakıyordu. Oda sessizleşti, herkes inanamayarak ona bakıyordu. Sanki çok ayıp bir şeyler yapıyor gibiydi. Felix’in umutla ileriye doğru bir adım attığını gördüm. Fakat Aro ona bakınca Felix olduğu yerde kaldı.
Sonra Jane’le konuşmaya devam etti. “Canım merak ediyorum acaba Bella sana karşı da bağışıklık kazanmış mı?”
Aro’yu Edward’ın kızgın hırlamalarının arasından zorlukla duyabliyordum. Caius bir hayalet gibi bize yaklaştı.
Jane, güzel bir gülümsemeyle bize döndü.
“Sakın!” diye bağırdı Alice, Edward kıza yaklaşırken.
Daha ben tepki bile veremeden ve hiç kimse aralarına giremeden Edward yerdeydi.
Hiç kimse dokunmamıştı ama taş zeminin üzerinde acıyla yatıyordu. Korkuyla onu izliyordum.
Jane gülümseyerek ona bakıyordu. İşte o an her şeyi anladım. Alice bana bazı ürkütücü yeteneklerden bahsetmişti, neden herkes Jane’e saygı duyuyordu ve neden Edward o bana bir şey yapamadan önüme atlamıştı, hepsini şimdi anlıyordum.
“Dur!” diye feryat ettim, sesim sessizlik içinde yankı yapmıştı. İleriye atlayarak aralarına girdim. Ama Alice kollarını bana doladı ve çırpınışlarıma aldırmadan beni tuttu. Edward, hiç ses çıkarmadan yerde yatıyordu. Başım çatlayacak gibiydi.
“Jane,” diye seslendi Aro. Jane hala mutlulukla gülümsüyordu ama gözlerinde soru işaretleri vardı.
Aro kafasını bana çevirdi.
Jane gülümseyerek bana döndü.
Onunla göz göze gelmek istemiyordum. Edward’ın Alice’in kollarının arasında anlamsızca çırpınmasını izliyordum.
“O iyi,” dedi Alice. Edward ayağa kalktı. Korku dolu gözleri benimkiyle buluştu. İlk önce, korkusunun az önce yaşadıklarından olduğunu zannettim. Ama sonra Jane’e ve bana baktı, artık rahatlamıştı.
Ben de Jane’e baktım. Artık gülümsemiyordu. Gözlerini bana dikmiş, bakıyordu. Ürkmüştüm, canımın acıyacağı anı bekliyordum.
Hiçbir şey olmadı.
Edward tekrar yanıma yaklaştı. Alice’in koluna dokundu ve Alice onu serbest bıraktı.
Aro gülmeye başladı. “Bu harika!”
Jane öfkeyle tıslamaya başladı. İleriye eğildi ve fırlamak için hazırlandı.
“Hayatım, lütfen kendine gel,” dedi Aro sakinleştirici bir tonda. Omzuna hafifçe dokundu. “Hepimizi mahcup etti.”
Jane’in üst dudağı yukarı ıvrıldı ve keskin dişleri ortaya çıktı. Hala bana bakıyordu.
Aro tekrar kahkaha attı. “Çok cesursun, Edward. Bir keresinde Jane’den bunu bana yapmasını istedim. Sırf meraktan.” Kafasını hayretle salladı.
Edward iğrenmiş gibi bakıyordu.
“Ee, şimdi ne yapıyoruz?” dedi Aro.
Edward ve Alice gerginleştiler. Bekledikleri bölüm gelmişti. Titremeye başladım.
“Acaba fikrini değiştirecek bir şeyler buldun mu?” diye sordu Aro, Edward’a umutla bakarak. “Yeteneğini minik şirketimizde kullanabilirdik.”
Edward çekindi. Göz ucuyla, Felix ve Jane’in yüzlerini ekşittiğini görebiliyordum.
Edward konuşmadan önce kelimeleri tarttı. “Hiç… sanmıyorum.”
“Alice?” diye sordu Aro, hala umutluydu. “Belki sen aramıza katılmak istersin?”
“Hayır, teşekkürler,” dedi Alice.
“Peki ya sen Bella?” Aro tek kaşını kaldırdı.
Edward kulağıma hafifçe tısladı. Aro’ya boş boş baktım. Şaka mı yapıyordu? Ya da bana yemeğe kalıp kalmayacağımı mı soruyordu?
Beyaz saçlı Caius sessizliği bozdu.
“Ne?” dedi Aro, sesi artık fısıltı halinde değil dümdüz çıkıyordu.
“Caius, ondaki potansiyeli gördüğüne eminim,” dedi Aro onu azarlayıcı bir ses tonuyla. “Jane ve Alec’den bu yana, beklenen yeteneği bulamamıştık. Bizden birisi olduğunu düşünebiliyor musun?”
Caius iğneleyici bir ifadeyle başka tarafa baktı. Jane’in gözleri, bu kıyaslamadan dolayı öfkeyle dolmuştu.
Edward, kızgın bir halde arkamda duruyordu.
“Hayır teşekkürler,” dedim. Sesim daha çok bir fısıltı gibi çıkmıştı.
Aro derin bir iç çekti. “Bu çok kötü oldu. Ne büyük bir ziyan.”
Edward tısladı. “Katıl ya da öl, hepsi bu mu? Bu odaya getirilmeden önce daha farklı bir şeyler ummuştum.”
Sesindeki ton beni şaşırttı. Kızgındı ama yine de kelimelerini düzgünce seçmiş gibi konuşuyordu.
“Tabii ki değil,” dedi Aro şaşkınlıkla. “Biz burada, başka bir sebepten ötürü toplanmıştık Edward, Heidi’nin geri dönmesini bekliyorduk. Sizi beklemiyorduk.”
“Aro,” diye tısladı Caius. “Ama kanun onları suçlu buuyor.”
Edward, Caius’a döndü. “Ne gibi?” dedi. Caius’un tek düşündüğünü biliyor olmalıydı ama onun ağzından duymak istediği belliydi.
Caius iskeletimsi parmağını bana çevirdi. “Çok fazla biliyor. Bizim sırlarımızı ona verdin.” Sesi incecikti.
“Burada birkaç insan var,” diye hatırlattı Edward. Onun tatlı resepsiyonistten bahsettiğini biliyordum.
Caius’un yüzü buruştu.
“Evet,” dedi. “Ama bize faydalı olmaları bittiği anda, yemeğimiz olurlar. Sizin planınız bu değil. Eğer bizim sırlarımızı birilerine anlatırsa, onu yok etmeye hazır mısın? Sanmıyorum,” dedi.
“Yapmam-“ diye başladım. Sonra Caius’un bu gibi bakışıyla sustum.
“Onu bizden biri yapmak gibi bir niyetiniz de yok.” diye devam etti. “Bu nedenle savunmasız. Hayatıyla ödeyecek. İsterseniz siz gidebilirsiniz.”
Edward dişlerini gösterdi.
“Ben de böyle düşünmüştüm,” dedi Caius. Sesinde memnunluğa benzer bir ifade vardı. Felix hevesle eğildi.
“Eğer…” diye araya girdi Aro. Konuşmanın gittiği yönden pek memnun olmamıştı. “Eğer ona ölümsüzlüğü vermek istersen?”
Edward dudaklarını buruşturdu. “Eğer yaparsam?”
Aro tekrar mutlulukla gülümsedi. “O zaman eve gitmekte özgür olursunuz ve arkadaşım Carlisle’a selam söylersiniz.”
Caius’un siniri geçti ve rahatladı.
Edward dudaklarını vahşice sıktı. Gözlerime baktı, bende ona baktım.
“Yap lütfen,” diye fısıldadım. “Lütfen.”
Bu gerçekten de iğrenç bir fikir miydi? Sanki mideme bir tekme yemiş gibi hissediyordum.
Edward, acı çeker gibi bana baktı.
Ve sonra Alice aramıza girdi, Aro’ya doğru ilerledi. Ona bakmak için döndük.
Aro, ortaya gelerek Alice’le buluştu ve elini tuttu.
Başını eğerek gözlerini kapattı. Konsantre olmuştu. Alice hareketsizdi, yüzü ifadesizdi. Edward’ın dişlerinin gıcırdadığını duydum.
Hiç kimse kıpırdamadı. Aro, Alice’in elini tutarken donmuş gibiydi. Saniyeler geçti, giderek daha çok geriliyordum. Acaba daha ne kadar zaman böyle bekleyecektik?
Bir acı dolu dakika daha geçti ve Aro’nun sesi sessizliği bozdu.
Güldü, kafası hala eğikti. Yavaşça başını kaldırdı, gözleri heyecan doluydu. “Bu çok etkileyici!”
Alice kuru kuru gülümsedi. “Beğendiğine sevindim.”
“Senin gördüğün şeyleri görmek, özellikle de henüz olmamış olanları!” Başını merakla salladı.
“Ama olacaklar,” diye hatırlattı Alice sakin bir sesle.
“Evet, evet bu yeterli. Kesinlikle bir sorun yok.”
Caius biraz hayal kırıklığına uğramıştı.
“Aro,” dedi Caius.
“Sevgili Caius,” diye gülümsedi Aro. “Sinirlenme. Olacakları düşün! Bize bugün katılmadılar ama her zaman için böyle bir ihtimal var. Genç Alice’in bizim evimize katacağı neşeye bak… bunun haricinde Bella’nın neye dönüşeceğini çok merak ediyorum!”
Aro ikna olmuş gibiydi. Alice’in öngörülerinin ne kadar kişisel olduğunun farkında değil miydi? Bir gün benim değiştireceğini düşünüp, ertesi gün bu fikrini değiştirebilirdi. Milyonlarca minik karar, onun kararları ve daha başkaları.
Ve gerçekten de Alice’in istemesi önemli miydi? Vampi olmam ne gibi bir fark yaratacaktı? Bu fikir Edward’a tiksindirici geliyordu. Onun için ölüm, benim sonsuza kadar etrafında olmamdan daha mı iyiydi? İçimin karardığını hissetti.
“O zaman biz özgür mü olacağız?” dedi Edward.
“Evet, evet,” dedi Aro mutlulukla. “Ama lütfen tekrar ziyaretimize gelin. Oldukça büyüleyiciydi!”
“Ve biz sizi ziyaret edeceğiz,” diye söz verdi Caius. “Kendi verdiğiniz sözü tuttuğunuza emin olmak için. Sizin yerinizde olsaydım bunu daha fazla ertelemezdim. Kimseye ikinci bir şans vermeyiz.”
Edward’ın çenesi gerildi ama başını salladı.
Caius budalaca gülümsedi ve Marcus’un kıpırdamadan oturduğu yere gitti.
Felix hafifçe inledi.
“Ah Felix.” Aro gülümsedi. Heide her an burada olur. Sabırlı ol.”
“Hımm.” Edward’ın sesiydi bu. “O zaman biz bir an önce gitsek iyi olur.”
“Evet,” diye onayladı Aro. “Bu çok iyi bir fikir. Yalnız lütfen, eğer sizin için de bir sakıncası yoksa, havanın kararmasını bekleyin.”
“Tabii ki,” dedi Edward. Kaçmadan önce günün bitmesini beklemek tüylerimi diken diken etmişti.
“Burada,” diye ekleri Aro, Felix’e bir parmağıyla emir vererek. Felix ileriye geldi ve Aro’nun gri cübbesini alıp Edward’a uzattı. “Bunu al. Biraz göze çarpıyorsun.”
Edward uzun cübbeyi aldı ama başlığını kapatmadı.
Aro derin bir iç çekti. “Sana yakıştı.”
Edward gülümsedi ama sonrasında tekrar yüzü asıldı.
“Teşekkürle Aro. Aşağıda bekleyeceğiz.”
“Hoşça kalın, genç arkadaşlarım,” dedi Aro. Gözleri ışıl
“Haydi gidelim,” dedi Edward aceleyle.
Demetri onu takip etmemiz için eliyle işaret yaptı ve geldiğimiz yönden gitmeye başladık.
Edward beni kendisine çekti. Alice dibimde duruyordu, yüz hatları sertti.
“O kadar hızlı değil,” diye mırıldandı.
Korku dolu gözlerle ona baktım ama o sadece üzgün gibiydi. Tam o sırada, girişteki odadan gelen gürültülü, kaba sesleri duydum.
“Ama bu çok nadir bir ey,” dedi bir adam.
“Ortaçağa özgü,” dedi tiz bir kadın sesi.
Büyük bir kalabalık, minik kapıya doğru yaklaşıyordu. Demetri yer açmamız için bize işaret etti. Onlar geçsin diye soğuk duvara dayandık.
En öndeki çift, konuşmalarından Amerikalı oldukları anlaşılıyordu, paha biçercesine etraflarına bakınıyorlardı.
“Hoş geldiniz sayın misafirler! Volterra’ya hoş geldiniz!” Aro’nun şarkı söyler gibi konuşmasını duyabiliyordum.
Diğerleri, krk ya da daha fazlaydılar, çiftin hemen arkasından girdiler. Bazıları turist gibi etraflarına bakınıyorlardı. Hatta birkaçı fotoğraf bile çekti. Diğerlerinin kafası karışmış gibiydi, sanki onları bu odaya getiren hikayenin artık bir anlamı yok gibiydi. Aralarında kısa boylu, koyu tenli kadın gözüme çarptı. Boynunun etrafında tespih vardı ve ucundaki hacı eliyle sıkı sıkı kavramıştı. Diğerlerine nazaran daha yavaş yürüyordu, birisine dokunarak anlamadığım bir dilde sorular soruyordu. Kimse onu anlamıyordu ve sesi panikten daha da artıyordu.
Edward yüzümü göğsüne dayadı ama çok geçti. Çoktan anlamıştım.
Bir boşluk olur olmaz Edward beni hızla kapıya doğru itti. Yüzümdeki korkunç ifadeyi tahmin edebiliyordum ve gözyaşlarım sicim gibi akmaya başlamıştı.
Gösterişli koridor sessizdi. Heykel gibi duran, güzel kadın dışında kimse yoktu. Bize merakla baktı, özellikle de bana.
“Evine hoş geldin Heidi,” diye selamladı Demetri kadını.
Heidi boş boş gülümsedi. Bana Rosalie’yi hatırlatmıştı, aslında hiç benzer bir yanları yoktu, sadece o da, bu kadın kadar güzeldi. Başka bir tarafa bakamıyordum.
Güzelliğini ortaya çıkartacak kıyafetler giymişti. İnanılmaz uzun bacaklarında koyu külotlu çorap vardı ve mini eteğinin altında mükemmel görünüyorlardı. Üstündeki bluz, uzun kollu ve boğazlıydı ama üzerinde yapışacak kadar dardı. Kırmızı bir yağmurluk giyiyordu. Uzun kırmızı kahve saçları parlıyordu ve gözleri mordu; muhtemelern kırmzı gözlerinin üzerine taktığı mavi lnslerden dolayı böyle gözüküyordu.
“Demetri,” diye karşılık verdi ipeksi bir sesle. Gözleri benim yüzüm ve Edward’ın gri cübbesi arasında gidip geliyordu.
“İyi avlanmışsın,” dedi Demetri. İşte o zaman onun sadece bir avcı değil, aynı zamanda bir yem olduğunu anladım.
“Teşekkürler.” Gülümsemesi nefes kesiciydi. “Sen gelmiyor musun?”
“Bir dakika içinde. Bana da birkaç tane ayır.”
Heidi başını salladı ve kapıdan geçmeden önce bir kez daha merakla bana baktı.
Edward’a yetişmek için koşmam gerekiyordu. Ama yine de, daha biz holün sonundaki gösterişli kapıya varmadan başlayan çığlıkları duymadan çıkmayı başaramamıştık.
Parlak ışık bir holdeydik. Duvarlar kırık beyazdı, yerler gri renkte bir halıyla kaplıydı. Bilindik dikdörtgen flüoresan ışıklar, tavanda çifter çifter sıralanmıştı. Burası daha sıcaktı. Bu hol, iğrenç taştan kanalizasyona kıyasla daha güzeldi.
Edward benim düşüncelerimi onaylamıyor gibiydi. Uzun hole baktı ve koridorun sonunda duran asansörün yanındaki ince, siyah örtüye sarılı figürü gördü.
Beni yanına çekti ve Alice de öteki tarafıma geldi. Ağır kapı arkamızdan gürültüyle kapandı ve sonra ağır bir düşme sesi geldi.
Jane asansörün yanında bekledi ve bize kapıyı açtı. Yüzünde umursamaz ve duygusuz bir ifade vardı. Asansörün içine girince Volturi vampirleri rahatladılar. Cübbelerini fırlattılar ve şapkaları omuzlarına düştü. Hem Felix hem de Demetri’nin cildi zeytin gibiydi. Felix’in siyah saçları kısacık kesilmişti ama Demetri’nin dalgalı saçları omuzlarına kadar geliyordu. Gözlerinin kenarları kıpkırmızıydı ama gözbebekleri siyahtı. Örtülerinin altındaki elbiseleri modern, soluk ve renksizdi. Köşeye çömeldim ve Edward’a yaslandım. Eli hala kolumu ovuyordu. Gözlerini Jane’in üzerinden ayırmıyordu.
Asansör yukarıya çıktı ve lüks bir resepsiyona geldik. Duvarlar tahta panellerle kaplıydı, yerdeki halılar kalın ve yeşil renkteydi. Duvarlarda hiç cam yoktu ama geniş, parlak resimler vardı. Soluk deri koltuklar sıcak ve samimi gruplar halinde yerleştirilmişlerdi ve parlak cam sehpaların üzerlerinde kristal vazolar vardı, içlerine capcanlı renklerde çiçekler konulmuştu. Çiçeklerin kokusu bana cenaze evini hatırlatıyordu.
Odanın tam ortasında yüksek, maun ağacından yapılmış bir masa vardı. Arkasında oturan kadına hayretle bakakaldım.
Uzundu, koyu bir teni ve yeşil gözleri vardı. Başka bir yerde olsa gözüme çok güzel gözükebilirdi ama burada değil. Çünkü o da benim gibi bir insandı. Bir insanın burada ne yapıyor olduğunu anlayamadım. Pek kolay olmamalıydı çünkü etraı vampirlerle çevriliydi.
Nazikçe gülümsedi. “İyi günler, Jane,” dedi. Jane’in yanında bizi gördüğüne şaşırmamıştı. Edward’ın göğsü beyaz ışıkların altında parıl parıldı, ben ise tamamen iğrenç ve darmadağın bir haldeydim.
Jane başını salladı. “Gianna.” Odanın arkasındaki kapıya doğru ilerledi ve biz de onu takip ettik.
Felix, masanın yanından geçerken Gianna’ya göz kırptı, o da kıkırdadı.
Tahta kapının öteki tarafında daha farklı bir resepsiyon vardı. Burada, gri takım giymiş, soluk tenli bir çocuk duruyordu ve muhtemelen Jane’in ikiziydi. Saçları daha koyuydu ama dudakları onunkiler kadar dolgun değildi. Sıcakkanlı birine benziyordu. Bizimle tanışmak için ilerledi. Gülümseyerek ona uzandı. “Jane.”
“Alec,” diye cevapladı ve çocuğa sarıldı. İkisi de birbirinin iki yanağını öptüler. Sonra bize baktı.
“Sizi bir tane için gönderdiler ve siz iki buçukla geldiniz,” dedi bana bakarak. “İyi iş çıkartmışsınız.”
Sonra bir kahkaha attı. Sesi bir bebeğin mutluluk çığlığı gibi çıkmıştı.
“Tekrar hoş geldin Edward,” dedi Alec. “Daha iyi gözüküyorsun.”
“Evet,” diye onayladı Edward tek düze bir sesle. Edward’ın sert yüzüne baktım ve ruh halinin daha önceden nasıl olduğunu merak ettim.
Alec kıkırdadı ve uzun uzun beni inceledi. “Ve bütün bu sorunların nedeni bu mu?” diye sordu kuşkulu bir sesle.
Edward sadece soğuk bir şekilde gülümsemekle yetindi. Sonra birden dondu.
Felix gülümsedi ve elini kaldırıp Edward’ı çağırdı.
Alice, Edward’ın koluna dokundu. “Sabırlı ol,” diye uyardı.
Birbirlerine uzun uzun baktılar. Alice’in ona ne söylediğini duyabilmeyi çok isterdim. Sanırım Felix’e saldırmamakla ilgili bir şeydi çünkü Edward derin bir nefes aldı ve tekrar Alec’e döndü.
“Aro seni tekrar gördüğüne sevinecek,” dedi Alec, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
“O zaman onu daha fazla bekletmeyelim,” dedi Jane.
Edward başını salladı.
Alec ve Jane el ele tutuştular, tekrar geniş, gösterişli bir hole çıktılar. Bu yerin hiç sonu yok muydu?
Holün sonundaki altın kaplama kapıları pas geçtiler, yolun yarısında durdular ve sade tahtadan kapıyı açtılar. Kilitli değildi. Alec, Jane için kapıyı tuttu.
Edward, beni kapının öteki tarafına çekerken haykırmak istedim. Meydandaki taşın aynısıydı, aynı geçit ve aynı kanalizasyon. Yine karanlık ve soğuktu.
Taş çok byük değildi. Hemen daha parlak, derin bir odaya açıldı.
İki kat yukarıda, uzun pencerelerden vuran parlak güneş ışığı, altındaki taşlara vuruyordu. Hiç yapay ışık yoktu. Odadaki tek mobilya, birkaç ağır tahta sandalyeydi. Yuvarlak tahta taştan uzakta duruyorlardı. Dairenin tam ortasında başka bir kanalizasyon vardı. Bunu, sokaktaki gibi bir çıkış olaram mı kullandıklarını merak ettim.
Oda boş değildi. Birbirleriyle konuşan bir sürü insanla doluydu. Kısık sesteki mırıltılar sanki bir melodi gibiydi. Bir çift soluk tenli kadın yazlık elbiseleri içinde, ışığın altında oturmuşlardı ve tenleri, prizma gibi, ışığı gökkuşağı renginde duvarlara yansıtıyordu.
Bütün zarif yüzler, biz odaya girince bize doğru döndü. Çoğu ölümsüzler gibi gösterişsiz pantolonlar ve gömlekler giymişti. Ama ilk konuşmaya başlayan adamın üzerinde uzun bir cübbe vardı. Simsiyahtı ve yere değiyordu. Bir an, uzun simsiyah saçlarını cübbesinin başlığı zannettim.
“Sevgili Jane, geri döndün!” dedi neşeyle.
Olağanüstü bir zarafetle yanımıza gelince ağzım bir karış açık kaldı. Alice bile, ki onun hareketleri de dans eder gibiydi, onunla karşılaştırılamazdı.
Yüzünü görünce bir kez daha şaşırdım. Yüzü diğerlerinden çok farklıydı. Yanımıza gelirken tek başına değildi, bütün grup etrafını sarmıştı. Bazısı takip ediyor, bazısı da koruması gibi önünden yürüyordu. Yüzünün güzel mi çirkin mi olduğuna karar veremedim. Sanırım yüzünün şekli mükemmeldi. Ama o da, benim gibi, diğer vampirlerden farklıydı. Derisi transparan gibi ve bembeyazdı, aynı soğan derisine benziyordu ve çok hassas gözüküyordu. İçimde yanağına dokunmak için korkunçbir şevk uyandı? Gözleri kırmızıydı, etrafındakilerle aynıydı ama daha bulutlu bir rengi vardı.
Ahenkli adımlarla Jane’in yanına gitti, yüzünü kağıdımsı ellerinin arasına aldı, dolgun dudaklarını öptü ve uçarak bir adım geriye gtti.
“Evet, Sahip.” Jane gülümsedi, yüzü melek bir çocuk gibiydi. “Onu tekrar canlı geri getirdim, tam istediğini gibi.”
“Ah, Jane.” O da gülümsedi. “Sen mükemmelsin.”
Sisli bakışlarını bize çevirdi ve gülümsemesi daha da belirginleşti.
“Ve Alice’le Bella da burada!” diye neşelenerek elleriyle alkış yaptı. “Bu harika bir sürpriz! Mükemmel!”
İsimlerimizi bu kadar laubali söylemesine şaşkınlıkla bakakaldım, sanki onun eski birer arkadaşıydık ve ziyaretine gelmiştik.
İri refakatçimize baktı. “Felix, bana bir iyilik yap ve abime misafirlerimiz olduğunu ilet. Eminim bunu kaçırmak istemeyecektir.”
“Tabii, efendim.” Felix başını salladı ve geldiğimiz yöne dönerek gözden kayboldu.
“Görüyor musun, Edward?” Tuhaf vampir Edward’a döndü ve azarlayan bir büyükbaba havasında gülümsedi. “Sana ne söylemiştim? Dün sana istediğini vermediğim için mutlu değil misin?”
“Evet Aro, mutluyum,” diye onayladı. Belime sarılı kolu, belimi daha da fazla sıktı.
“Mutlu sonlara bayılıyorum.” Aro derin bir nefes aldı. “Oldukça nadir rastlıyoruz. Ama bütün hikayeyi istiyorum. Bu nasıl oldu? Alice?” Meraklı ve bulutlu gözlerini Alice’e çevirdi. “Kardeşin senin hata ypmayacağını düşünüyordu ama belli ki bir hata olmuş.”
“Ah, ben hata yapmaktan oldukça uzağım,” dedi Alice, hayran bırakan gülümsemesiyle. Oldukça rahat gözüküyordu ama elleri yumruk gibi sıkılıydı. “Bugün de gördüğüm gibi, çıkarttığım sorunların çaresine hemen bakabiliyorum.”
“Çok alçakgönüllüsün,” dedi Aro azarlarcasına. “Senin bazı garip kahramanlıklarını gördüm ve kabul eteliyim ki senin yeteneğin gibisini hiç görmedim. Muhteşem!”
Alice, Edward’ bir bakış attı. Aro bunu kaçırmadı.
“Üzgünüm, henüz doğru düzgün tanıştırılmadık, değil mi? Gerçi seni çoktan tanıyormş gibiyim. Kardeşin bizi dün bir şekilde tanıştırdı. Gördüğün gibi, kardeşinin bazı yeteneklerini paylaşıyorum, sadece sınırlarım onunkiler adar geniş değil.” Aro başını salladı, sesi kıskançlık doluydu.
“Ve oldukça da güçlü,” diye ekledi Edward. Sonra Alice’e bakarak kısaca anlatmaya başladı, “Aro’nun, düşünceleri okuyabilmek için fiziksel dokunmaya ihtiyacı var ama benden daha çoğunu duyuyor. Biliyorsun, ben o an kafandan ne geçiyorsa onu duyabiliyorum. Aro ise aklından gelmiş geçmiş her şeyi okuyabiliyor.”
Alice hafifçe kaşını kaldırdı ve Edward başını eğdi.
Aro bunu da kaçırmamıştı.
Aro omzunun üzerinden baktı ve diğer herkesin kafası da aynı yöne döndü.
En yavaş dönen bendim. Felix arkadaydı ve arkasından iki siyah cübbeli adam geliyordu. İkisi de Aro’ya çok benziyordu, hatta bir tanesinin saçları aynıydı, öteki adamın saçları şaşırtıcı derecede beyazdı ve omuzlarına kadar iniyordu. Yüzleri tıpatıp aynıydı, kağıt kadar ince tenliydiler.
Carlisle’ın tablosundaki üçlü tamamdı, üç yüzyıl önce o resim yapıldığından bu yana hiç değişmemişlerdi.
“Marcus, Caius bakın!” Aro şarkı gibi mırıldandı. “Bella hayatta ve Alice de onunla beraber burada! Sizce de bu harika değil mi?”
İki adam da, sanki harika kelimesi bu duruma pek uygun değilmiş gibi ona baktılar. Koyu saçlı adam oldukça sıkılmış görünüyordu, sanki Aro’nun bu coşkusundan bıkmış gibiydi.
Onların bu ilgisizliği Aro’nun keyfini kaçırmaya yetmedi.
“Haydi hikayeyi dinleyelim.” Aro neredeyse o hafif sesiyle şarkı söyler gibiydi.
Beyaz saçlı yaşlı vampir arkaya doğru birkaç adım atarak tahtadan tahta oturdu. Ötekisi de Aro’nun yanında durdu ve elini uzattı. İlk önce Aro’nun elini tutacağını zannettim. Ama sadece Aro’nun avucuna okundu ve sonra geri çekti. Aro siyah kaşını kaldırdı.
Edward homurdandı ve Alice merakla ona baktı.
“Teşekkürler Marcus,” dedi Aro. “Bu oldukça enteresan.”
O an Marcus’un, Aro’ya dokunarak düşüncelerini dinlettiğini fark ettim.
Marcus pek ilgileniyormuş gibi gözükmüyordu. Aro’dan uzaklaşarak başkasının yanına gitti, bu Caius olamlıydı. Duvarın dibine oturdu. İki vampir onlara katıldı, daha önceden tahmin ettiğim gibi korumalarıydı. İki yazlık elbiseli kadın, Caius’un yanına oturdular. Korumaya ihtiyacı olan vamir fikri bana oldukça saçma geliyordu.
Aro bir alkış tuttu. “Harika,” dedi. “Tam anlamıyla harika.”
Alice’in hayal kırıklığına uğramış gibi bir hali vardı. Edward ona döndü ve kısık sesle, çabucak her şeyi anlattı. “Marcus ilişkileri görüyor. Bizimkinin yoğunluğu onu şaşırtmış.”
Aro gülümsedi. “Çok güzel,” dedi. Sonra bize döndü. “Marcus’u şaşırtmanın biraz zaman aldığını söylemeliyim.”
Marcus’un ölü gibi görünen yüzüne baktım ve buna inandım.
“Sadece anlamak çok zor, şu an bile,” Aro derin düşüncelere dalmış gibi konuşuyordu. Edward’ın belime dolanmış koluna baktı. Aro’nun karışık düşüncelerini takip etmekte zorlanıyordum. “Ona nasıl bu kadar yakın durabiliyorsun?”
“Büyük bir çaba göstermem gerekiyor,” dedi Edward sakince.
“Ama yine de, la tua cantante! Ne büyük ziyan!”
Edward gülümsedi ama bu gülümseyişi hiç içten değildi. “Ben daha çok bir bedel gibi bakıyorum.”
Aro kuşkuluydu. “Oldukça yüksek bir bedel.”
“Her şeyin bir bedeli var.”
Aro kahkaha attı. “Eğer onu senin anılarında koklamasaydım, hiç kimsenin kanının bu kadar kuvvetli olduğunu düşünmezdim. Ben bile hiç böyle bir şey hissetmedim. Böyle bir yetenek için her şeyi yapmaya hazır bir sürü insan var ve..”
“Boşa çaba harcamayı,” dedi Edward, sesi vahşiydi.
Aro tekrar güldü. “Ah sevgili dostum Carlisle’ı nasıl özledim! Bana onu hatırlatıyorsun, gerçi o senin kadar sinirli değil.”
“Carlisle, birçok konuda beni gölgede bırakır.”
“endine hakim olma konusunda birisinin onu yenebileceğini hiç düşünmemiştim, ama onu utandıracak derecede iyisin.”
“Zor,” Edward sabırsızlanmaya başlamıştı. Ön hazırlıklardan yorulmuş gibi bir hali vardı. Bu beni daha da korkutuyordu, sırada neyin olduğunu hayal etmeye korkuyordm.
“Başarısından çok memnunum,” dedi Aro. “Onunla ilgili sende gördüğüm anılar benim için güzel bir hediye. Aslında beni bu kadar… mutlu etmesine şaşırıyorum, seçtiği bu alışılmışın dışındaki yolun başarısı. Zamanını boşa harcayacağını düşünüyordum. Kendine özgü öngörüsünü paylaşmak isteyen başka kişiler bulmakla ilgili planıyla dalga geçiyordum. Ama yanıldığım için mutluyum.”
Edward cevap vermedi.
“Ama senin kendini bu derece tutabilmen!” Aro derin bir iç çekti. “Böyle büyük bir gücün mümkün olduğunu bilmiyordum. Kendini siren sesine alıştırmak, hem de sadece bir kere değil, tekrar tekrar… Eğer kendim hissetmiyor olsaydım, inanmazdım.”
Edward Aro’nun ona karşı olan hayranlığına hiç tepki vermedi. Bu ifadeyi iyi biliyordum. Bütün bunların altında ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Düzenli nefes alıp vermek için çabalıyordum.
“Sana ne kadar çekici geldiğini bilmek…” Aro güldü. “Beni susatmaya yetiyor.”
Edward gerilmişti.
“Rahatsız olmana gerek yok,” dedi Aro, tekrar güvenini tazelemeye çalışarak. “Ona bir zararım olmaz. Ama sadece merak ediyordum, özellikle de bir konuyu.” Bana ilgiyle baktı. “Sorabilir miyim?”
“Sor ona,” dedi Edward düz bir sesle.
“Tabii, ne kadar kabaım!” dedi Aro. “Bella.” Artık direk benimle konuşuyordu. “Senin Edward’ın yeteneğindeki tek istisna olmana hayret ediyorum. Böyle bir şeyin meydana gelmesi çok enteresan! Merak ediyorum, ikimizin yetenekleri de birçok yönden aynı, eper benim denememe izin verirse, deneyebilir miyim?”
Gözlerim korkuyla parlıyordu. Aro’nun kibarca sormasına karşısında başka bir seçeneğim olmadığını biliyordum. Onun bana dokunacak olması beni ürkütüyordu ve aynı şekilde onun garip tenine dokunacak olmak da iğrenç bir düşünceydi.
Edward cesaret verircesine başını salladı. Ya Aro’nun beni incitmeyeceğinden emindi, ya da ortada başka bir seçenek yoktu. Hangisi olduğunu bilemiyordum.
Aro’ya döndüm ve elimi yavaşça öne doğru uzattım. Elim titriyordu.
Yaklaştı, ifadesinin güvenilir olmasına dikkat ettiğini fark ettim. Ama kağıdımsı yüzü çok garipti, yabancı ve korkutucuydu, güven vermekten oldukça uzaktı. Yüzündeki bakış kelimelerinden daha dostçaydı.
Aro uzandı, sanki elimi sıkar gibi tuttu ve dayanıksız gibi gözken teniyle bana dokundu. Sertti ama kırılgan gibiydi. Mermerden ziyade tortu gibiydi ve tahmin ettiğimden daha da soğuktu.
Tiril tiril gözleriyle bana gülümsedi. Ondan başka yere bakmama imkan yoktu. Garip garip bana bakıyordu.
Aro’nun yüzü değişti. Kendine güven gitti ve yerine şüphe oturdu ama bu duyguyu hemen arkadaşça bir ifadenin altına sakladı.
“Oldukça enteresan,” dedi elimi bırakarak.
Gözlerim Edward’a döndü.
Aro düşünceli bir ifadeyle yürüdü. Bir dakika kadar sessiz kaldı, gözleri üçümüz arasında gidip geliyordu. Sonra aniden başını salladı.
“Bir ilk,” dedi kendisine. “Acaba bizim yeteneklerimize karşı bağışıklık mı kazanmış… Jane, hayatım?”
“Hayır!” dedi Edward. Alice kolunu tuttu. Edward Alice’i itti. Minik Jane, Aro’ya gülümsedi. “Efendim?”
Edward hırlıyordu, Aro’ya kötü kötü bakıyordu. Oda sessizleşti, herkes inanamayarak ona bakıyordu. Sanki çok ayıp bir şeyler yapıyor gibiydi. Felix’in umutla ileriye doğru bir adım attığını gördüm. Fakat Aro ona bakınca Felix olduğu yerde kaldı.
Sonra Jane’le konuşmaya devam etti. “Canım merak ediyorum acaba Bella sana karşı da bağışıklık kazanmış mı?”
Aro’yu Edward’ın kızgın hırlamalarının arasından zorlukla duyabliyordum. Caius bir hayalet gibi bize yaklaştı.
Jane, güzel bir gülümsemeyle bize döndü.
“Sakın!” diye bağırdı Alice, Edward kıza yaklaşırken.
Daha ben tepki bile veremeden ve hiç kimse aralarına giremeden Edward yerdeydi.
Hiç kimse dokunmamıştı ama taş zeminin üzerinde acıyla yatıyordu. Korkuyla onu izliyordum.
Jane gülümseyerek ona bakıyordu. İşte o an her şeyi anladım. Alice bana bazı ürkütücü yeteneklerden bahsetmişti, neden herkes Jane’e saygı duyuyordu ve neden Edward o bana bir şey yapamadan önüme atlamıştı, hepsini şimdi anlıyordum.
“Dur!” diye feryat ettim, sesim sessizlik içinde yankı yapmıştı. İleriye atlayarak aralarına girdim. Ama Alice kollarını bana doladı ve çırpınışlarıma aldırmadan beni tuttu. Edward, hiç ses çıkarmadan yerde yatıyordu. Başım çatlayacak gibiydi.
“Jane,” diye seslendi Aro. Jane hala mutlulukla gülümsüyordu ama gözlerinde soru işaretleri vardı.
Aro kafasını bana çevirdi.
Jane gülümseyerek bana döndü.
Onunla göz göze gelmek istemiyordum. Edward’ın Alice’in kollarının arasında anlamsızca çırpınmasını izliyordum.
“O iyi,” dedi Alice. Edward ayağa kalktı. Korku dolu gözleri benimkiyle buluştu. İlk önce, korkusunun az önce yaşadıklarından olduğunu zannettim. Ama sonra Jane’e ve bana baktı, artık rahatlamıştı.
Ben de Jane’e baktım. Artık gülümsemiyordu. Gözlerini bana dikmiş, bakıyordu. Ürkmüştüm, canımın acıyacağı anı bekliyordum.
Hiçbir şey olmadı.
Edward tekrar yanıma yaklaştı. Alice’in koluna dokundu ve Alice onu serbest bıraktı.
Aro gülmeye başladı. “Bu harika!”
Jane öfkeyle tıslamaya başladı. İleriye eğildi ve fırlamak için hazırlandı.
“Hayatım, lütfen kendine gel,” dedi Aro sakinleştirici bir tonda. Omzuna hafifçe dokundu. “Hepimizi mahcup etti.”
Jane’in üst dudağı yukarı ıvrıldı ve keskin dişleri ortaya çıktı. Hala bana bakıyordu.
Aro tekrar kahkaha attı. “Çok cesursun, Edward. Bir keresinde Jane’den bunu bana yapmasını istedim. Sırf meraktan.” Kafasını hayretle salladı.
Edward iğrenmiş gibi bakıyordu.
“Ee, şimdi ne yapıyoruz?” dedi Aro.
Edward ve Alice gerginleştiler. Bekledikleri bölüm gelmişti. Titremeye başladım.
“Acaba fikrini değiştirecek bir şeyler buldun mu?” diye sordu Aro, Edward’a umutla bakarak. “Yeteneğini minik şirketimizde kullanabilirdik.”
Edward çekindi. Göz ucuyla, Felix ve Jane’in yüzlerini ekşittiğini görebiliyordum.
Edward konuşmadan önce kelimeleri tarttı. “Hiç… sanmıyorum.”
“Alice?” diye sordu Aro, hala umutluydu. “Belki sen aramıza katılmak istersin?”
“Hayır, teşekkürler,” dedi Alice.
“Peki ya sen Bella?” Aro tek kaşını kaldırdı.
Edward kulağıma hafifçe tısladı. Aro’ya boş boş baktım. Şaka mı yapıyordu? Ya da bana yemeğe kalıp kalmayacağımı mı soruyordu?
Beyaz saçlı Caius sessizliği bozdu.
“Ne?” dedi Aro, sesi artık fısıltı halinde değil dümdüz çıkıyordu.
“Caius, ondaki potansiyeli gördüğüne eminim,” dedi Aro onu azarlayıcı bir ses tonuyla. “Jane ve Alec’den bu yana, beklenen yeteneği bulamamıştık. Bizden birisi olduğunu düşünebiliyor musun?”
Caius iğneleyici bir ifadeyle başka tarafa baktı. Jane’in gözleri, bu kıyaslamadan dolayı öfkeyle dolmuştu.
Edward, kızgın bir halde arkamda duruyordu.
“Hayır teşekkürler,” dedim. Sesim daha çok bir fısıltı gibi çıkmıştı.
Aro derin bir iç çekti. “Bu çok kötü oldu. Ne büyük bir ziyan.”
Edward tısladı. “Katıl ya da öl, hepsi bu mu? Bu odaya getirilmeden önce daha farklı bir şeyler ummuştum.”
Sesindeki ton beni şaşırttı. Kızgındı ama yine de kelimelerini düzgünce seçmiş gibi konuşuyordu.
“Tabii ki değil,” dedi Aro şaşkınlıkla. “Biz burada, başka bir sebepten ötürü toplanmıştık Edward, Heidi’nin geri dönmesini bekliyorduk. Sizi beklemiyorduk.”
“Aro,” diye tısladı Caius. “Ama kanun onları suçlu buuyor.”
Edward, Caius’a döndü. “Ne gibi?” dedi. Caius’un tek düşündüğünü biliyor olmalıydı ama onun ağzından duymak istediği belliydi.
Caius iskeletimsi parmağını bana çevirdi. “Çok fazla biliyor. Bizim sırlarımızı ona verdin.” Sesi incecikti.
“Burada birkaç insan var,” diye hatırlattı Edward. Onun tatlı resepsiyonistten bahsettiğini biliyordum.
Caius’un yüzü buruştu.
“Evet,” dedi. “Ama bize faydalı olmaları bittiği anda, yemeğimiz olurlar. Sizin planınız bu değil. Eğer bizim sırlarımızı birilerine anlatırsa, onu yok etmeye hazır mısın? Sanmıyorum,” dedi.
“Yapmam-“ diye başladım. Sonra Caius’un bu gibi bakışıyla sustum.
“Onu bizden biri yapmak gibi bir niyetiniz de yok.” diye devam etti. “Bu nedenle savunmasız. Hayatıyla ödeyecek. İsterseniz siz gidebilirsiniz.”
Edward dişlerini gösterdi.
“Ben de böyle düşünmüştüm,” dedi Caius. Sesinde memnunluğa benzer bir ifade vardı. Felix hevesle eğildi.
“Eğer…” diye araya girdi Aro. Konuşmanın gittiği yönden pek memnun olmamıştı. “Eğer ona ölümsüzlüğü vermek istersen?”
Edward dudaklarını buruşturdu. “Eğer yaparsam?”
Aro tekrar mutlulukla gülümsedi. “O zaman eve gitmekte özgür olursunuz ve arkadaşım Carlisle’a selam söylersiniz.”
Caius’un siniri geçti ve rahatladı.
Edward dudaklarını vahşice sıktı. Gözlerime baktı, bende ona baktım.
“Yap lütfen,” diye fısıldadım. “Lütfen.”
Bu gerçekten de iğrenç bir fikir miydi? Sanki mideme bir tekme yemiş gibi hissediyordum.
Edward, acı çeker gibi bana baktı.
Ve sonra Alice aramıza girdi, Aro’ya doğru ilerledi. Ona bakmak için döndük.
Aro, ortaya gelerek Alice’le buluştu ve elini tuttu.
Başını eğerek gözlerini kapattı. Konsantre olmuştu. Alice hareketsizdi, yüzü ifadesizdi. Edward’ın dişlerinin gıcırdadığını duydum.
Hiç kimse kıpırdamadı. Aro, Alice’in elini tutarken donmuş gibiydi. Saniyeler geçti, giderek daha çok geriliyordum. Acaba daha ne kadar zaman böyle bekleyecektik?
Bir acı dolu dakika daha geçti ve Aro’nun sesi sessizliği bozdu.
Güldü, kafası hala eğikti. Yavaşça başını kaldırdı, gözleri heyecan doluydu. “Bu çok etkileyici!”
Alice kuru kuru gülümsedi. “Beğendiğine sevindim.”
“Senin gördüğün şeyleri görmek, özellikle de henüz olmamış olanları!” Başını merakla salladı.
“Ama olacaklar,” diye hatırlattı Alice sakin bir sesle.
“Evet, evet bu yeterli. Kesinlikle bir sorun yok.”
Caius biraz hayal kırıklığına uğramıştı.
“Aro,” dedi Caius.
“Sevgili Caius,” diye gülümsedi Aro. “Sinirlenme. Olacakları düşün! Bize bugün katılmadılar ama her zaman için böyle bir ihtimal var. Genç Alice’in bizim evimize katacağı neşeye bak… bunun haricinde Bella’nın neye dönüşeceğini çok merak ediyorum!”
Aro ikna olmuş gibiydi. Alice’in öngörülerinin ne kadar kişisel olduğunun farkında değil miydi? Bir gün benim değiştireceğini düşünüp, ertesi gün bu fikrini değiştirebilirdi. Milyonlarca minik karar, onun kararları ve daha başkaları.
Ve gerçekten de Alice’in istemesi önemli miydi? Vampi olmam ne gibi bir fark yaratacaktı? Bu fikir Edward’a tiksindirici geliyordu. Onun için ölüm, benim sonsuza kadar etrafında olmamdan daha mı iyiydi? İçimin karardığını hissetti.
“O zaman biz özgür mü olacağız?” dedi Edward.
“Evet, evet,” dedi Aro mutlulukla. “Ama lütfen tekrar ziyaretimize gelin. Oldukça büyüleyiciydi!”
“Ve biz sizi ziyaret edeceğiz,” diye söz verdi Caius. “Kendi verdiğiniz sözü tuttuğunuza emin olmak için. Sizin yerinizde olsaydım bunu daha fazla ertelemezdim. Kimseye ikinci bir şans vermeyiz.”
Edward’ın çenesi gerildi ama başını salladı.
Caius budalaca gülümsedi ve Marcus’un kıpırdamadan oturduğu yere gitti.
Felix hafifçe inledi.
“Ah Felix.” Aro gülümsedi. Heide her an burada olur. Sabırlı ol.”
“Hımm.” Edward’ın sesiydi bu. “O zaman biz bir an önce gitsek iyi olur.”
“Evet,” diye onayladı Aro. “Bu çok iyi bir fikir. Yalnız lütfen, eğer sizin için de bir sakıncası yoksa, havanın kararmasını bekleyin.”
“Tabii ki,” dedi Edward. Kaçmadan önce günün bitmesini beklemek tüylerimi diken diken etmişti.
“Burada,” diye ekleri Aro, Felix’e bir parmağıyla emir vererek. Felix ileriye geldi ve Aro’nun gri cübbesini alıp Edward’a uzattı. “Bunu al. Biraz göze çarpıyorsun.”
Edward uzun cübbeyi aldı ama başlığını kapatmadı.
Aro derin bir iç çekti. “Sana yakıştı.”
Edward gülümsedi ama sonrasında tekrar yüzü asıldı.
“Teşekkürle Aro. Aşağıda bekleyeceğiz.”
“Hoşça kalın, genç arkadaşlarım,” dedi Aro. Gözleri ışıl
“Haydi gidelim,” dedi Edward aceleyle.
Demetri onu takip etmemiz için eliyle işaret yaptı ve geldiğimiz yönden gitmeye başladık.
Edward beni kendisine çekti. Alice dibimde duruyordu, yüz hatları sertti.
“O kadar hızlı değil,” diye mırıldandı.
Korku dolu gözlerle ona baktım ama o sadece üzgün gibiydi. Tam o sırada, girişteki odadan gelen gürültülü, kaba sesleri duydum.
“Ama bu çok nadir bir ey,” dedi bir adam.
“Ortaçağa özgü,” dedi tiz bir kadın sesi.
Büyük bir kalabalık, minik kapıya doğru yaklaşıyordu. Demetri yer açmamız için bize işaret etti. Onlar geçsin diye soğuk duvara dayandık.
En öndeki çift, konuşmalarından Amerikalı oldukları anlaşılıyordu, paha biçercesine etraflarına bakınıyorlardı.
“Hoş geldiniz sayın misafirler! Volterra’ya hoş geldiniz!” Aro’nun şarkı söyler gibi konuşmasını duyabiliyordum.
Diğerleri, krk ya da daha fazlaydılar, çiftin hemen arkasından girdiler. Bazıları turist gibi etraflarına bakınıyorlardı. Hatta birkaçı fotoğraf bile çekti. Diğerlerinin kafası karışmış gibiydi, sanki onları bu odaya getiren hikayenin artık bir anlamı yok gibiydi. Aralarında kısa boylu, koyu tenli kadın gözüme çarptı. Boynunun etrafında tespih vardı ve ucundaki hacı eliyle sıkı sıkı kavramıştı. Diğerlerine nazaran daha yavaş yürüyordu, birisine dokunarak anlamadığım bir dilde sorular soruyordu. Kimse onu anlamıyordu ve sesi panikten daha da artıyordu.
Edward yüzümü göğsüne dayadı ama çok geçti. Çoktan anlamıştım.
Bir boşluk olur olmaz Edward beni hızla kapıya doğru itti. Yüzümdeki korkunç ifadeyi tahmin edebiliyordum ve gözyaşlarım sicim gibi akmaya başlamıştı.
Gösterişli koridor sessizdi. Heykel gibi duran, güzel kadın dışında kimse yoktu. Bize merakla baktı, özellikle de bana.
“Evine hoş geldin Heidi,” diye selamladı Demetri kadını.
Heidi boş boş gülümsedi. Bana Rosalie’yi hatırlatmıştı, aslında hiç benzer bir yanları yoktu, sadece o da, bu kadın kadar güzeldi. Başka bir tarafa bakamıyordum.
Güzelliğini ortaya çıkartacak kıyafetler giymişti. İnanılmaz uzun bacaklarında koyu külotlu çorap vardı ve mini eteğinin altında mükemmel görünüyorlardı. Üstündeki bluz, uzun kollu ve boğazlıydı ama üzerinde yapışacak kadar dardı. Kırmızı bir yağmurluk giyiyordu. Uzun kırmızı kahve saçları parlıyordu ve gözleri mordu; muhtemelern kırmzı gözlerinin üzerine taktığı mavi lnslerden dolayı böyle gözüküyordu.
“Demetri,” diye karşılık verdi ipeksi bir sesle. Gözleri benim yüzüm ve Edward’ın gri cübbesi arasında gidip geliyordu.
“İyi avlanmışsın,” dedi Demetri. İşte o zaman onun sadece bir avcı değil, aynı zamanda bir yem olduğunu anladım.
“Teşekkürler.” Gülümsemesi nefes kesiciydi. “Sen gelmiyor musun?”
“Bir dakika içinde. Bana da birkaç tane ayır.”
Heidi başını salladı ve kapıdan geçmeden önce bir kez daha merakla bana baktı.
Edward’a yetişmek için koşmam gerekiyordu. Ama yine de, daha biz holün sonundaki gösterişli kapıya varmadan başlayan çığlıkları duymadan çıkmayı başaramamıştık.