DİKİŞLER
Sakin kalmayı başarabilen tek kişi Carlisle idi. Yüzyıllardır acil serviste edindiği tecrübesi, sessiz ve ikna edici ses tonundan belli ediyordu.
“Emmett, Rose, hemen Jasper’ı dışarıya çıkartın.”
Emmett, ilk defa gülümsemeden kafasını sağladı.”Haydi Jasper.”
Jasper, Emmett’ın kuvvetli kollarında bir kere daha çırpındı, kendi etrafında döndü ve tehditkâr bir şekilde erkek kardeşine dişlerini gösterdi.
Bana doğru emekleyerek gelen Edward’ın yüzü kemik kadar beyazdı, savunma pozisyonu almıştı. Sımsıkı kapanmış dişlerinin arasından kısık bir hırıltı çıktı. Sanki nefes almıyor gibiydi.
Rosalie’nin güzel yüzünde kendini beğenmiş bir tavır vardı, Jasper’ın önüne geçti ve keskin dişleriyle arasına bir mesafe koyarak Emmett’a yardım etti. Esme bir yandan tek eliyle kapıyı açmış, diğer eliyle de ağzını ve burnunu kapatmış duruyordu.
Esme’ nin kalp şeklindeki yüzü utançla kızardı.”Çok üzgünüm Bella,” dedi ağlamaklı bir sesle ve dışarıya çıkanları takip etti.”
“Müsaade et, Edward,”diye mırıldandı Carlisle.
Bir saniye geçti ve Edward yavaşça başını sallayarak kenara çekildi. Carlisle yanıma diz çöktü ve koluma bakmak için eğildi. Yüzümdeki şok ifadesini hissedebiliyordum. İfademi değiştirmeye çalıştım.
“Bunu al Carlisle,” dedi Alice, bir havlu uzatarak. Başını salladı.”Yaranın içinde oldukça fazla cam var.” Uzandı ve beyaz masa örtüsünden uzun, ince bir parça kumaş koparttı. Kumaşı, dirseğimin üzerinden kolumun etrafına doladı ve turnike yaptı. Kanın kokusu başımı döndürdü. Kulaklarım çınlıyordu.
“Bella,” dedi Carlisle yumuşak bir ses tonuyla.”Seni hastaneye mi götüreyim yoksa burada tedavi etmemi mi istersin?”
“Burada lütfen,” diye fısıldadım. Eğer beni hastaneye götürürse, olanları Charlie’ye açıklamam oldukça güç olurdu.”Çantanı getireyim,” dedi Alice.
“Onu mutfak masasına taşıyalım,” dedi Carlisle, Edward’a. Edward beni kaldırdı. Carlisle kanın durması için koluma baskı uyguluyordu.”Kendini nasıl hissediyorsun, Bella?” diye sordu Carlisle,”İyiyim.”Sesimin pürüzsüz çıktığına sevindim. Edward’ın yüzü taş kesilmişti. Alice, Carlisle’in siyah çantasını çoktan getirmişti. Küçük ama parlak bir masa lambası duvardaki fişe takılıydı. Edward beni yumuşakça sandalyeye oturttu, Carlisle da başka bir sandalye çekti ve hiç vakit kaybetmeden işe koyuldu. Edward başımda dikilmiş duruyordu. Hala beni korumaya çalışıyor ve nefes almıyordu.”Edward, içeriye git,” dedim.”Dayanabilirim,” diye direndi. Ama çenesi kaskatı kesilmişti ve gözleri susuzluktan yanıyordu. Direniyordu. Bu, özellikle onun için, çok daha zor bir durumdu.”Kahraman olmana gerek yok,” dedim. “Carlisle, senin yardımın olmadan beni iyileştirebilir. Git biraz hava al.” Tam o sırada Carlisle koluma dokununca ağzımdan minik bir inilti çıktı. “Kalıyorum,” dedi.
“Neden bu kadar mazoşistsin?” diye mırıldandım. Carlisle arayı bulmaya karar vermişti.”Edward, bence git ve daha ileri gitmeden Jasper’ı bul. Eminim şu an çok üzgündür. Senden başka kimseyi dinleyeceğini zannetmiyorum.”
“Evet,” diye onayladım.”Git ve Jasper’ı bul.” “Faydalı bir şeyler yapabilirsin,” diye ekledi Alice. Edward’ın gözleri, bizim işbirliğimizi görünce kısıldı ama sonunda başıyla onayladı ve mutfaktaki arka kapıdan dışarıya çıktı. Parmağımı kestiğimden beri nefes almadığından emindim. Giderek kolumu bir hissizlik sarıyordu. Ama en azından batma acısı bitmişti ve bu acı bana yaralarımı unutturmuştu. Dikkatlice Carlisle’in yüzüne bakıyor ve böylece elleriyle bana ne yaptığını görmeme engel oluyordum. Koluma eğildiğinde saçları parlak ışığın altında altın gibi parlıyordu. Midemdeki bulanmaların azaldığını hissediyordum. Artık hiç acı yoktu, sadece yumuşak bir his vardı. Bebek gibi davranmaya gerek yoktu. Eğer benimle aynı hizada olmasaydı, Alice’in kendini bırakıp mutfağın kapısından sıvıştığını göremezdim. “ Evet herkes gitti,” dedim ve derin bir nefes aldım. “En azından odada kimse kalmadı.”
Carlisle, “Senin hatan değildi,” diyerek beni rahatlatmaya çalıştı. “Herkesin başına gelebilirdi.”
“Gelebilirdi?” diye tekrarladım. “Ama böyle şeyler genelde bir tek benim başıma geliyor.” Gülümsedi.
Herkes böylesine tepkiler verirken, onun bu derece rahat olması bana çok iyi geliyordu. Yüzünde tek bir endişe belirtisi bile yoktu. Hızlı ve kendinden emin hareketlerle işini yapıyordu. Bizim sessizce nefes alış verişlerimizin haricinde duyulan tek ses, yumuşakça pıt pıt pıt diye masanın üzerine damlayan kanın sesiydi.
“Bunu nasıl yapabiliyorsun?” diye sordum merakla. “Alice ve Esme bile...” Sesim gittikçe azalıyordu, kafamı merakla iki tarafa sallıyordum. Gerçi diğerleri de, tıpkı Carlisle’in yaptığı gibi, geleneksel vampir diyetinden vazgeçmişlerdi ama bir tek Carlisle kanımın kokusunu çok az hissediyordu ve buna karşı koyarken de hiç acı çekmiyordu. Bu göründüğünden çok daha zor olmalıydı. “ Senelerdir süren egzersizlerim sayesinde,” dedi. “ Artık kokuyu oldukça az duyuyorum.” “Sence eğer hastaneden uzun süre tatil iznine ayrılsaydın daha mı zor olurdu? Hiç etrafında kan olmasaydı?” “Belki de.” Omuzlarını silkti ama elleri sabit bir şekilde işini yapmaya devam ediyordu. “Hiçbir zaman uzun bir tatile ihtiyaç duymadım.” Bana bakıp gülümsedi. “İşimi çok seviyorum.”
Pıt, pıt, pıt. Kolumdan çıkan cam parçalarını görünce şaşırdım. Üst üste çıkarttığı cam parçalarına bakmamak için kendimi zor tutuyordum ama bu kusmama çalışmalarıma pek de yardımcı olmayacakmış gibi görünüyordu. “ Bu işin en çok nesini seviyorsun?” diye sordum merakla. Çünkü bana oldukça anlamsız geliyordu. Bir insan yıllarca direnip aslını inkâr ederek nasıl bu noktaya gelebilirdi? Onunla konuşmak istememin bir başka sebebi de onu lafa tutmaktı. Konuşarak midemin bulantısını unutuyordum. Bana cevap verirken koyu gözleri oldukça sakin ve düşünceli görünüyordu. “Hmm. En çok sevdiğim, gelişmiş yeteneklerin sayesinde ölme olasılığı yüksek olan birilerinin hayatını kurtarmak. Bunu bilmek oldukça mutlu ediyor, yeteneklerim sağ olsun, varlığım sayesinde bazı insanların hayatı normalinden daha iyi. Hatta bu kan kokusuna karşı olan hassasiyetim bazı teşhisleri koymama yardımcı oluyor.” Bütün cam parçalarını çıkarttığından emin olmak için koluma iyice baktı. Sonra çantasını alt üst etti ve yeni aletler çıkarttı, gözümde iğne ve dikiş ipliğini canlandırmamaya çalıştım.
“Senin hatan, olmayan şeyleri kendine yüklemek için fazla çaba göstermen,” dedim. Bir yandan kolumda çekilmeler hissediyordum. “Demek istediğim, sen bunu istemedin. Bu şekilde yaşmayı sen seçmedin ve iyi olmak için bu kadar çok çalışmana da gerek yok.” “ Kendime bir şeyler yüklediğimi düşünmüyorum,” dedi hafifçe. “ Hayattaki her şey gibi, sadece bana verilenlerle neler yapmam gerektiğini seçtim.” “Kulağa çok basit geliyor.” Kolumu tekrar muayene etti. “İşte bu kadar,” dedi iğneyi çekerek. “ Bitti.” Büyük kulak pamuğunu şurup renkli sıvının içine batırdı ve yaramın üzerini sildi. Koku oldukça garipti ve başımın dönmesine sebep oldu. Şurup derimin üzerinde bir leke bıraktı.
Carlisle, yaramın üzerine bir tane daha gazlı bezi yerleştirdi. “Ne yapman gerektiği bu kadar belliyken neden başka bir iş yapmayı düşünesin ki?” Dudaklarını muzip bir gülümseme aldı. “Edward sana hikâyeyi anlatmadı mı? “Evet ama senin ne düşündüğünü anlamaya çalışıyorum...” Yüzü tekrar ciddileşti, düşünceleri benimkilerle aynı mı diye merak ettim. Acaba ben ne düşünürdüm, tabii onun yerinde olmayı hiç istemezdim, ama ya ben olsaydım? “Biliyorsun babam bir papazdı,” masayı dikkatlice temizlerken derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Islak bir gazlı bezle her yeri sildi ve bu işlemi birkaç kez tekrarladı. Alkol kokusu burnumu yaktı. “Dünyaya sert bir bakış açısı vardı. Değişmeden önce bu bakış açısını hep sorgulardım.”Carlisle bütün kirli gazlı bezleri ve cam parçaları boş bir kristal tabağın içine koydu. Ne yaptığı anlamadım, hatta bir kibrit çaktığında bile hâlâ ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Yanan kibriti alkole batırılmış kumaşların üzerine atınca bir anda çıkan alevlerden korkup yerimden sıçradım.
“Özür dilerim,” dedi. “Bu yeterli olacaktır... Ve ben, babamın kadere olan inancına katılmıyordum. Ama hiçbir zaman, doğduğumdan beri neredeyse dört yüzyıl geçti, Tanrı’nın bazı şekillerde var olduğuna dair bir şüphem yoktu. Aynadaki yansıma bile,” Konuşmamızın gittiği noktaya şaşırmıştım ve ifademi saklamak için kolumdaki sargı bezlerini inceliyormuş gibi yaptım. Diğer bütün konuların yanında, din tartışmayı beklediğim son konuydu. Kendi hayatım inançlardan oldukça yoksundu. Carlisle, Lutheryan*(Lutheryanizm, eski bir Augustinusçu kesiş olan Alman teolog Martin Luther’ in yazınları temelli bir Hristiyan mezhebidir. Protestan Reform Hareketi sonucu ortaya çıkmıştır.) mezhebine inanıyordu, çünkü kendi ailesi öyleydi, ama pazarları nehre gidip balık tutarak ibadet ederdi. Renée birkaç kere kiliyse gitmeyi denedi ama genellikle tenis, çömlekçilik, yoga ve fransızca derslerini tercih ediyordu.
“Eminim bütün bu duyduklarının bir vampirden geliyor olması sana biraz tuhaf geliyordur.” Her zaman bu kelimeyi rahatça kullanmalarını bilmeme rağmen her duyduğumda şoka giriyor olmama güldü. “Ama hâlen bu hayatın bir anlamı olmasını umut ediyorum, bizim için bile. Çok uzun olduğunu kabul etmeliyim. Belki aptalca, ama umarım denediğimiz için biz de bir şeyler kazanabiliriz.” “Aptalca olduğunu sanmıyorum,” diye mırıldandım. Hiç kimsenin, buna tanrı da dâhildi, Carlisle’dan etkilenmeyeceğini düşünemiyordum. Ayrıca, Edward’ın dâhil olacağı bir cennetin olması için neler vermezdim. “Ve başka kimsenin de bunun aptalca olduğunu düşüneceğini zannetmiyorum.” “Aslında, bana katılan ilk kişi sensin.” “Diğerleri seninle aynı fikri paylaşmıyor mu?” diye sordum, özellikle birini düşünerek. Carlisle benim kimi kastettiğimi tahmin ederek “Edward bir noktaya kadar bana katılıyor. Tanrı ve cennet var… Cehennem de. Ama hayattan sonra bizim için bir şey yok.”
Carlisle’in sesi oldukça yumuşaktı, lavabonun üzerindeki büyük camdan dışarıya karanlığa doğru baktı. “Anladın mı? Bizim ruhlarımızı kaybettiğimizi düşünüyor.”
İşte o an aklıma, bu öğlen Edward’ın söyledikleri geldi; eğer ölmek istiyorsan ya da bize göre her ne ise.Kafamda bir ışık çaktı. “Esas problem bu, değil mi?” diye sordum. “Bu yüzden bana karşı böyle davranıyor.” Carlisle yavaş konuştu. “Oğluma bakıyorum. Gücü, merhameti… Sadece umut ediyor, kaderinden daha fazlasını bekliyor. Nasıl olur da Edward için bir yer olamaz?” Heyecanlı bir şekilde kafamı salladım. “Ama eğer öyle olduğuna inanıyorsan…” Gözlerinde anlaşılmaz bir ifadeyle bana ve devam etti, “Eğer öyle olduğuna inansaydın. Ruhunu ondan alabilir miydin?” Eğer Edward için ruhumu riske atıp atmayacağımı sorsaydı, cevabım çok aşikârdı. Ama Edward’ın ruhunu riske atabilir miydim? Dudaklarımı mutsuzca kıpırdattım. Bu hiç adil bir takas olmazdı. “Problemi anladın mı?” Kafamı salladım, çenemdeki inatçı kasılmanın farkındaydım. Carlisle derin bir iç çekti. “ Bu benim seçimim,” diye ısrar ettim. “Onun da seçimi.” Benim tartışmaya başlayacağımı görünce elini kaldırdı. “Sana bunu yapmaktan sorumlu olan o olsa da.” “Bunu yapabilecek tek kişi o değil.” Carlisle’a şüpheli bir bakış attım.
Aniden bir kahkaha attı ve ortamı yumuşattı. “Ah! Hayır! Bunu onunlaberaber kararlaştıracaksın.” Sonra tekrar içini çekti. “İşte bir tek bundan emin değilim. Sanırım, diğer yönlerden, yapabildiğimin en iyisi yaptım. Ama diğerlerini bu hayata mahkûm etmek doğru mu? Buna karar veremiyorum.” Cevap vermedim. Eğer Carlisle yalnız olan varlığını değiştirmek için direnseydi, benim hayatım nasıl olurdu diye hayal ettim… Tüylerim ürperdi.
“Benim aklımı çelen Edward’ın annesiydi.” Carlisle’ın sesi neredeyse bir fısıltı halinde çıkmıştı. Camdan karanlığa doğru görmeyen gözlerle bakıyordu. “Onun annesi mi?” Edward’a ne zaman ailesini sorsam, bana yalnızca çok uzun zaman önce öldüklerini ve hafızasından neredeyse silindiklerini söylerdi. Ama Carlisle’ın hafızası, oldukça tazeydi. “Evet. İsmi Elizabeth’di. Elizabeth Masen. Babasının adı Edward’dı. Maalesef o hiç kendine gelemedi. Virüsün ilk ortaya çıktığı zaman öldü. Ama Elizabeth’in şuuru neredeyse son anına kadar açıktı. Edward tıpkı ona benziyor, aynı değişik bronz tona sahip gözleri de neredeyse aynı yeşillikte.” “Gözleri yeşil miydi?” diye mırıldandım, bir yandan kafamda resmetmeye çalışarak.
“Evet…” Carlisle’ın aklı yüzyıllar öncesine gitmişti. “Elizabeth oğlu hakkında oldukça endişeliydi. Hasta yatağında oğlunu emzirmeye çalışarak kendi hayatını riske atmıştı. İlk oğlu ölür diye düşündüm çünkü annesinden çok daha kötü bir durumdaydı. Annesinin sonu çok çabuk geldi. Güneş battıktan hemen sonraydı ve ben, bütün gün çalışan doktorların yerini almak için yeni gelmiştim. Yapılması gereken çok iş vardı ve benim dinlenmeye ihtiyacım yoktu. Evde karanlıkta saklanıp uyuyormuş gibi yaparken insanların ölüyor olduğunu düşünmekten nefret ediyordum.” “İlk önce Elizabeth’i ve oğlunu kontrol etmeye gittim. Onlara giderek bağlanıyordum. Ateşi kontrol edilemiyordu ve artık zayıf vücudu daha fazla savaşamıyordu.”
“Örtüsünün altından bana bakarken çok da zayıf görünmüyordu.” “Oğlumu kurtar!’ diye emretti.” “Gücümün elverdiği her şeyi yaparım,’ diye söz verdim ve elini tuttum. Ateşi oldukça yüksekti, muhtemelen benim ellerimin ne kadar soğuk olduğunu düşünmeyecek kadar sıcaktı.” “Yapmalısın,” diye ısrar etti, elimi oldukça güçlü sıkıyordu. Gözleri sertti, aynı bir taş gibi, aynı bir zümrüt gibi. ‘Gücünün elverdiği her şeyi yapmalısın. Diğerlerinin yapmadığını Edward için sen yapmalısın.’
“Beni korkutmuştu. Delici gözleriyle bana bakınca bir an benim sırrımı bildiğini düşündüm. Vücudunu iyice ateş bastı ve şuuru bir daha yerine gelmedi. Bana verdiği emirden bir saat sonra da öldü.” “Kendime bir arkadaş yaratmak için onlarca yıl harcadım. Sadece bir tane yaratık, beni çok iyi bilen biri, benim olmaya çalıştığımdan daha iyi biri.” “Edward orada yatıyordu, ölmek üzereydi. Sadece saatleri kalmıştı. Yanında yatan annesinin yüzü huzursuzdu, öldükten sonra bile huzura erememişti.”
Carlisle olanları tekrar yaşıyor gibiydi. Yüzyıllar geçmesine rağmen hatıraları oldukça netti. Öyle canlı anlatıyordu ki, kafamda canlandırabiliyordum. Hastanedeki umutsuzluğu, ölümün ağırlığını hissedebiliyordum. Edward ateşten yanıyordu, hayatı saatin her tıklayışında kayıp gidiyordu… Tekrar ürperdim ve görüntüyü kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım. “Elizabeth’in sözleri kafamda yankılanıyordu. Ne yapabileceğimi nerden tahmin ediyordu? Birisi oğlu için bunu ister miydi?”
“Yıllarca süren karar verme aşamasından sonra, gelip geçici bir hevesle hareket ettim. Önce annesini morga götürdüm ve sonra onun için tekrar geldim. Hiç kimse onun hâlâ nefes alabildiğinin farkında değildi. Yeteri kadar insan yoktu, hiç kimse hastaların yarısının neye ihtiyacı olduğunu takip edemiyordu. Morg boştu, en azından insanlar yaşıyordu. Onu arka kapıdan kaçırdım, evime kadar çatıların üzerinden geçerek gittik.” “Ne yapılması gerektiğinden emin değildim. Olduğundan daha acı ve daha zordu.” “Gerçi yeteri kadar üzgün değildim. Edward’ı kurtardığım için asla üzgün değildim.” Bu ana geri dönerken kafasını salladı. Bana gülümsedi. “Sanırım seni şimdi eve götürmeliyim.”
“Ben götürürüm,” dedi Edward. Karanlık yemek odasından gelmişti. Yavaşça yanımıza yaklaştı. Yüzü pürüzsüzdü ve düşüncelerini belli etmiyordu, ama gözlerinde başka bir şey vardı, gizlemekte güçlük çektiği bir şey. Midemde bir spazm hissettim.
“Carlisle beni götürür,” dedim. Bluzuma baktım, açık mavi koton kumaş, kolumdan damlayan kanla kırmızıya dönmüştü. Sağ omzum kalın, pembe bir tabakayla kaplanmıştı.
“İyiyim,” dedi Edward, sesinde duygudan eser yoktu. “Üzerini değiştirmen gerek. Charlie seni böyle görünce kalp krizi geçirir. Alice’e söylerim sana bir şeyler getirir,” dedi ve mutfak kapısından çıkıp gitti. Endişeyle Carlisle’a baktım. “Çok üzgün.”
“Evet,” diye bana katıldı. “Bu gece, özellikle en korktuğu geceydi. Bizim yüzümüzden hayatının tehlikede olması.” “Bu onun hatası değil.” “Senin de hatan değil.” Bu konuda ona katılmıyordum. Carlisle elimi tuttu ve masadan kalkmama yardım etti. Onu salona doğru takip ettim. Esme geri geldi, düştüğüm yeri siliyordu. Çamaşır suyu dökmüş, kan kokusunu gidermeye çalışıyordu. “Esme, bırak ben yapayım.” Yüzümün kızardığını hissedebiliyordum.”Yaptım bile,” dedi ve gülümseyerek bana baktı. “Kendini nasıl hissediyorsun?” “İyiyim,” dedim. “Carlisle, diğer doktorumdan çok daha hızlı dikti.” İkisi de kıkırdadı. Alice ve Edward arka kapıdan içeriye girdiler. Alice bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı ama Edward arkada durdu.
“Haydi,” dedi Alice. “Sana daha az korkunç bir kıyafet vereyim.” Bana Esme’nin bir bluzunu verdi, üzerimdekiyle aynı renkteydi. Charlie’nin fark edemeyeceğine emindim. Uzun beyaz bandaj, pıhtılaşmış kan lekeleri olmayınca çok da ürkütücü görünmüyordu. Hem Charlie beni bandajla görmeye alışıktı.
“Alice,” diye fısıldadım, arka kapıya doğru yürürken. “Evet?” O da sesini kısık tutmuş, bana merakla bakıyordu. “Ne kadar kötü?” Öylesine bir fısıltıyla konuşuyordum ki sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değildim. Yukardaydık, kapı kapalıydı, ama yine de beni duyabilirdi. Yüzü gerildi. “Henüz emin değilim.” “Jasper nasıl?” Derin bir iç çekti. “Yaptığına çok üzüldü. Kendisini zayıf hissetmek onun için daha büyük bir üzüntü.” “Onun suçu değil. Lütfen ona sinirlenmediğimi iletir misin? Hem de hiç kızgın değilim.” “Tabii ki.”
Edward ön kapıda bekliyordu. Ben merdivenin en alt basamağına ulaştığımda, hiçbir kelime etmeden kapıyı açıp bekledi. “Eşyalarını al!” diye seslendi Alice. İki paketi aldı, birisi yarım açılmıştı, fotoğraf makinem piyanonun altındaydı. Alice bunları alıp sağlam kolumun altına sıkıştırdı. “Bana daha sonra teşekkür edersin.” Esme ve Carlisle sessizce iyi geceler dilediler. İkisinin de, aynı benim gibi, hissiz oğullarına hızlı bir bakış attıklarını fark ettim.
Dışarıda olmak çok iyi geldi. Edward benimle yürürken oldukça sessizdi. Bana yolcu kapısını açtı ve hiç şikâyet etmeden bindim. Arabanın ön panelinde büyük kırmızı bir kurdele vardı, yeni araba teybim hemen altında duruyordu. Kurdeleyi çıkarttım ve yere attım. Edward şoför koltuğuna geçerken de kurdeleyi ayağımla koltuğun altına doğru ittim. Ne bana ne de yeni teybime baktı. İkimiz de açma düğmesine basmadık ve her nasılsa sessizlik, motor sesinin gürültüsüyle daha da pekişti. Kıvrılan şeritler ve karanlıkta hızla yol almaya başladık. Sessizlik beni çıldırtıyordu.
“Bir şeyler söyle,” dedim en sonunda otobana doğru giderken. “Ne söylememi istiyorsun?” diye sordu. Aramıza koyduğu mesafe beni huzursuz ediyordu. “Beni affettiğini söyle.” Bu sözlerim, Edward’ın yüzüne bir hayat belirtisi getirdi ve sinirle gerildi. “Seni affetmek mi? Ne için?” “Eğer biraz daha dikkatli olsaydım, hiçbir şey olmazdı.” “Bella, sadece kâğıtla parmağını kestin, bunun için ölüm cezasını çarptırılacak değilsin ya.” “Ama yine de benim hatam.” Bu sözlerim bardağı taşıran son damla oldu.
“Senin hatan mı? Eğer parmağını Mike Newton’un evinde kesseydin, yanında Jessica, Angela ve diğer normal arkadaşların olsaydı, başına gelebilecek en kötü şey ne olurdu? Belki parmağını saracak bandaj bulamazlardı. Eğer takılıp cam tabakların içine düşseydin, o zaman bile, en kötüsü ne olabilirdi? En fazla seni acil servise götürürlerken arabalarının koltuklarını kan lekesi yapardın. Mike Newton, senin koluna dikiş atarlarken elini tutardı, seni öldürmek istemezdi. Sakın bunları kendi suçun gibi gösterme, Bella. Bu sadece kendimden daha çok nefret etmeme sebep olur.” “Nasıl oldu da Mike Newton bu konuşmanın içine girebildi?” diye sordum hayretle. “Mike Newton bu konuşmanın içine girdi çünkü Mike Newton senin için daha sağlıklı birisi olur,” diye bağırdı. “Mike Newton’la beraber olmaktansa ölmeyi tercih ederim,” diye kızdım. “Senin haricinde başkasıyla olmaktansa ölmeyi tercih ederim.” “Lütfen olayı dramatize etme.” “O zaman sen de saçmalama.”
Cevap vermedi. Ön camdan dışarıya bakıyordu, ifadesi donuktu. Bu geceyi kurtarmak için ne yapabilirim diye beynimle savaşıyordum. Evimin önüne yanaştığımızda, hâlen aklıma bir şey gelmemişti. Motoru durdurdu, ama elleri hâlâ direksiyonu sıkı sıkı kavramış bir halde duruyordu. “Bu gece bizde kalır mısın?” diye sordum. “Eve gitmeliyim.” İstediğim en son şey benim için pişmanlık duymasıydı. “Doğum günüm için,” diye ısrar ettim. “İkisini birden isteyemezsin. Ya insanların doğum gününü kutlamasına izin verme, ya da izin ver. Birinden birini seç.” Sesi katıydı ama en azından az önceki sesi kadar ciddi değildi. Rahatlayıp derin bir iç çektim.
“Tamam, doğum günümü kutlamana karar verdim. Yukarıda görüşürüz.” Arabadan indim ve arka taraftan paketlerimi aldım. Kaşlarını çatmış duruyordu. “Onları almana gerek yok.” “Almak istiyorum,” diye cevap verdim. Acaba ters bir psikoloji mi deniyordu? “Hayır istemiyorsun. Carlisle ve Esme senin için para harcadı.” “Sanırım bununla yaşayabilirim.” Hediyeleri biçimsizce iyi olan kolumun altına sıkıştırdım ve kapıyı arkamdan kapattım. Çok geçmeden kamyonetten inip yanıma geldi. “Bırak en azından ben taşıyayım,” dedi ve elimden paketleri aldı. “Odanda olacağım.”
Gülümsedim. “Teşekkürler.” “Doğum günün kutlu olsun.” Derin bir iç çekti ve eğilip beni öptü. Parmak ucumda yükseldim ve öpücüğünün normalden uzun sürmesini sağlamaya çalıştım. Geriye çekildi, en güzel gülümsemesiyle güldü ve karanlığın içinde kayboldu. Maç hâlâ devam ediyordu, ön kapıya varır varmaz spikerin bağıra bağıra konuştuğunu duydum. “Bell?” diye seslendi Charlie. “Evet baba,” dedim köşeyi döndüğümde. Yaralı kolumu kendime doğru çektim. “Nasıl geçti?” “Alice biraz ileriye kaçmıştı. Çiçekler, doğum günü pastası, mumlar, hediyeler…” “Sana ne almışlar?” “Kamyonetime araba teybi.” Ve bir sürü bilinmeyen hediyeler. “Vayyy.” “Evet bence de,” diyerek ona katıldım. “Ben yatayım.”
“Tamam, sabaha görüşürüz.” El salladım. “Görüşürüz.” “Koluna ne oldu?” bir an kıpkırmızı oldum ve kendime lanet ettim. “Bir yere takıldım. Önemli bir şey yok.” “Bella,” diyerek kafasını iki tarafa salladı. “İyi geceler, baba.”
Böyle zamanlar için pijamalarımı sakladığım banyoya doğru alelacele koşturdum. Birbirine uyan pijama üstümle altımı giydim, eskiden giydiğim kalın pijamaları artık giymiyordum. Üzerimi değiştirirken dikişlerimin acımasından korktum. Tek elimle yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve odama gittim. Edward yatağımın ortasında oturuyor, gümüş paketli hediyelerden biriyle oynuyordu. “Selam,” dedi. Sesi, mutsuz ve çekingendi. Yatağa gittim, elinden hediyeleri aldım ve kucağına oturdum. “Selam,” diyerek sert göğsüne yaslandım. “Hediyelerimi şimdi açabilir miyim?” “Bu heyecan da nerden çıktı şimdi?” diye sordu merakla. “Beni meraklandırdın.” Uzun dikdörtgen kutuyu aldım. Carlisle ve Esme’den geliyor olmalıydı. “İzin ver ben yapayım” dedi. Elimden hediyeyi aldı ve gümüş paketi tek bir hareketle açtı. Beyaz dikdörtgen kutuyu bana verdi. “Sence kapağını açabilecek miyim?” diye mırıldandım ama bu sözlerimi umursamadı. Kutunun içinde uzun, kalın bir kâğıt vardı. Ne olduğunu anlamam bir dakika sürdü.
“Jacksonville’e mi gidiyoruz?” Heyecanlanmıştım. Hediye, ikimiz için bir çift uçak biletiydi. “Öyle görünüyor.” “İnanamıyorum. Renée sevinçten çıldıracak. Senin için problem olur mu? Güneşli bir yer ve bütün gün içeride oturman gerekecek.” “Sanırım idare edebilirim,” dedi ve bir an kaşlarını çattı. “Eğer bu hediyeye bu şekilde sevineceğini bilseydim, kutuyu Carlisle ve Esme’nin önünde açmanı isterdim. Şikâyet edeceğini düşünmüştüm.” “Aslında gerçekten de hiç gerek yoktu. Ama benimle geliyor olman çok güzel.” Kıkırdadı. “Şimdi keşke hediye için para harcasaymışım diyorum. Böylesine makul olabileceğin aklımın ucundan geçmemişti. Biletleri kenara koydum ve onun hediyesine uzandım. Paketi aldı ve ilk hediye gibi bunu da benim için açtı. Süslü bir CD kutusu ve boş gümüş bir CD verdi. “Nedir bu?” diye sordum şaşkınlıkla. Hiçbir şey söylemedi, CD’yi aldı ve yatağın kenarındaki CD çalara uzandı. Düğmeye bastı, sessizce bekledik. Sonra müzik başladı.
Sessizce dinledim. Tepkimi beklediğini biliyordum ama konuşamıyordum. Yanaklarımdan aşağıya gözyaşları inmeye başladı ve gözümü silmek için elimi kaldırdım. “Kolun acıyor mu?” diye sordu kaygılı bir ses tonuyla. “Hayır kolum değil. Harika bu Edward. Bana bu kadar çok sevebileceğim başka bir şey veremezdin. İnanamıyorum.” Dinlemek için sustum. Onun müziğiydi, onun besteleriydi. CD’deki ilk parça benim ninnimdi.
“Sana bir piyano almama izin vermeyeceğini düşündüm, aslında burada çalabilirdim.” “Haklısın.” “Kolun nasıl?” “Fena değil.” Doğruyu söylemek gerekirse, bandajın altında yanmaya başlamıştı. Buz istedim. Aslında buz yerine elini koyabilirdim ama bu beni ele verirdi. “Sana ağrı kesici getireyim.” “Hiçbir şey istemiyorum,” dememe rağmen beni kucağından indirdi ve kapıya yürüdü. “Charlie,” dedim sessizce. Edward’ın sıkça benle kaldığından Charlie’nin haberi yoktu. Eğer bilseydi, herhalde felç geçirirdi. Ama kendimi hiç suçlu gibi hissetmiyordum çünkü hiçbir şey yapmıyorduk. Edward ve kuralları…
“Beni fark etmez.” Sessizce kapıdan çıktı. Sonra geri geldi ve kapı çarpmasın diye yavaşça kapattı. Elinde banyodan getirdiği bir bardak su ve bir şişe ilaç vardı. İlaçları bana uzattığında hiç itiraz etmeden içtim, itiraz etsem kaybedeceğimi biliyordum. Üstelik kolum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Ninnim, yumuşak ve samimi bir tonda arka planda çalmaya devam ediyordu. “Geç oldu,” dedi Edward. Beni tek koluyla kucakladı ve diğer koluyla örtüyü açtı. Sonra beni yatağın üzerine yatırdı ve yorganı üzerime örttü. Yanıma uzandı, üşümemem için battaniyenin üzerine uzandı ve kolunu etrafıma sardı. Başımı omzuna dayadım ve mutlulukla iç çektim. “Tekrar teşekkürler,” diye fısıldadım. “Bir şey değil.”
Ninnimin sesi gittikçe azaldı ve bir süre sessizlik oldu. Bir başka şarkı çalmaya başladı. Esme’nin en sevdiği şarkıydı. “Ne düşünüyorsun?” diye fısıldadım. Bir an çekindi. “Doğru ve yanlış hakkında düşünüyordum.” Omuriliğimden aşağıya bir ürperti geldi. “Senin doğum günümü yok saymanı söylediğimi hatırladın mı?” Aklını başka tarafa çevirdiğimi fark etmesin diye hızlıca sormuştum. “Evet,” diye onayladı dikkatlice. “Hala benim doğum günüm ve beni bir daha öpmeni istiyorum.” “Bu gece çok arzulusun.” “Evet öyleyim ama yapmak istemiyorsan lütfen yapma,” dedim, incinmiştim.
Kahkaha attı ve sonra bir iç çekti. “Yapmak istemeyip de yapacaksam Tanrı bizi korusun.” Sesinde değişik bir çaresizlik vardı. Elini çenemin altına koyup yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Öpücük her zamanki gibi başladı, Edward her zaman ki gibi dikkatliydi ve kalbim her zamanki gibi hızla çarpıyordu. Sonra sanki bir şeyler değişti. Bir anda dudakları daha kaçınılmaz oldu, boştaki eli saçımı kavradı ve yüzümü kendi yüzüne dayadı. Benim elim de onun saçlarına dolanmıştı ama onun sınırlarını aşmama rağmen ilk defa beni durdurmadı. Vücudunun soğukluğu ince battaniyenin üzerinden hissediliyordu ama yine de kendimi ona doğru istekle bastırdım. Haşin bir şekilde durdu ve beni nazik ve sağlam elleriyle itti. Yastığımın üzerine düştüm, nefes nefese kaldım, başım dönüyordu. Hafızama kolayca hatırlayamadığım bir şey takıldı. “Üzgünüm,” dedi nefesi kesilmişti. “Sınırı aştım.” “Umurumda değil.” Hızla soluyordum. Karanlıkta kaşlarını çatarak bana baktı. “Uyumaya çalış, Bella.”
“Hayır beni tekrar öpmeni istiyorum.” “Kendime olan hâkimiyetimi fazla hafife alıyorsun.” “Seni en çok heyecanlandıran nedir? Vücudum mu, kanım mı?” Zor bir soruydu.
“Her ikisi de.” Bu lafın üzerine gülümsedi, sonra tekrar ciddileşti. “Şimdi neden şansını zorlamayı bırakıp yatmıyorsun?” “Tamam,” dedim ve ona yanaştım. Kendimi gerçekten yorgun hissediyordum. Birçok yönden uzun bir gün olmuştu. Kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Sanki yarın her şey daha kötü olacaktı. Aptalca bir önseziydi, yarın daha kötü ne olabilirdi ki?
Biraz sinsice, yaralı kolumu omzuna koydum ve soğuk teninin yanmamı azaltmasını bekledim. Vücudunun soğukluğu ilk defa işe yaramıştı.
Yarı uykulu bir halde dururken beni öperken hafızama ne takıldığını hatırladım. Geçen baharda, beni James’le bırakıp giderken, Edward bana güle güle öpücüğü vermişti, ne zamandı bilmiyorum ya da birbirimizi görüp görmediğimizden emin değildim. O öpücükte de hatırlayamadığım aynı acı vardı. Bilinçsizce titredim, sanki bir kâbus görüyordum.
Sakin kalmayı başarabilen tek kişi Carlisle idi. Yüzyıllardır acil serviste edindiği tecrübesi, sessiz ve ikna edici ses tonundan belli ediyordu.
“Emmett, Rose, hemen Jasper’ı dışarıya çıkartın.”
Emmett, ilk defa gülümsemeden kafasını sağladı.”Haydi Jasper.”
Jasper, Emmett’ın kuvvetli kollarında bir kere daha çırpındı, kendi etrafında döndü ve tehditkâr bir şekilde erkek kardeşine dişlerini gösterdi.
Bana doğru emekleyerek gelen Edward’ın yüzü kemik kadar beyazdı, savunma pozisyonu almıştı. Sımsıkı kapanmış dişlerinin arasından kısık bir hırıltı çıktı. Sanki nefes almıyor gibiydi.
Rosalie’nin güzel yüzünde kendini beğenmiş bir tavır vardı, Jasper’ın önüne geçti ve keskin dişleriyle arasına bir mesafe koyarak Emmett’a yardım etti. Esme bir yandan tek eliyle kapıyı açmış, diğer eliyle de ağzını ve burnunu kapatmış duruyordu.
Esme’ nin kalp şeklindeki yüzü utançla kızardı.”Çok üzgünüm Bella,” dedi ağlamaklı bir sesle ve dışarıya çıkanları takip etti.”
“Müsaade et, Edward,”diye mırıldandı Carlisle.
Bir saniye geçti ve Edward yavaşça başını sallayarak kenara çekildi. Carlisle yanıma diz çöktü ve koluma bakmak için eğildi. Yüzümdeki şok ifadesini hissedebiliyordum. İfademi değiştirmeye çalıştım.
“Bunu al Carlisle,” dedi Alice, bir havlu uzatarak. Başını salladı.”Yaranın içinde oldukça fazla cam var.” Uzandı ve beyaz masa örtüsünden uzun, ince bir parça kumaş koparttı. Kumaşı, dirseğimin üzerinden kolumun etrafına doladı ve turnike yaptı. Kanın kokusu başımı döndürdü. Kulaklarım çınlıyordu.
“Bella,” dedi Carlisle yumuşak bir ses tonuyla.”Seni hastaneye mi götüreyim yoksa burada tedavi etmemi mi istersin?”
“Burada lütfen,” diye fısıldadım. Eğer beni hastaneye götürürse, olanları Charlie’ye açıklamam oldukça güç olurdu.”Çantanı getireyim,” dedi Alice.
“Onu mutfak masasına taşıyalım,” dedi Carlisle, Edward’a. Edward beni kaldırdı. Carlisle kanın durması için koluma baskı uyguluyordu.”Kendini nasıl hissediyorsun, Bella?” diye sordu Carlisle,”İyiyim.”Sesimin pürüzsüz çıktığına sevindim. Edward’ın yüzü taş kesilmişti. Alice, Carlisle’in siyah çantasını çoktan getirmişti. Küçük ama parlak bir masa lambası duvardaki fişe takılıydı. Edward beni yumuşakça sandalyeye oturttu, Carlisle da başka bir sandalye çekti ve hiç vakit kaybetmeden işe koyuldu. Edward başımda dikilmiş duruyordu. Hala beni korumaya çalışıyor ve nefes almıyordu.”Edward, içeriye git,” dedim.”Dayanabilirim,” diye direndi. Ama çenesi kaskatı kesilmişti ve gözleri susuzluktan yanıyordu. Direniyordu. Bu, özellikle onun için, çok daha zor bir durumdu.”Kahraman olmana gerek yok,” dedim. “Carlisle, senin yardımın olmadan beni iyileştirebilir. Git biraz hava al.” Tam o sırada Carlisle koluma dokununca ağzımdan minik bir inilti çıktı. “Kalıyorum,” dedi.
“Neden bu kadar mazoşistsin?” diye mırıldandım. Carlisle arayı bulmaya karar vermişti.”Edward, bence git ve daha ileri gitmeden Jasper’ı bul. Eminim şu an çok üzgündür. Senden başka kimseyi dinleyeceğini zannetmiyorum.”
“Evet,” diye onayladım.”Git ve Jasper’ı bul.” “Faydalı bir şeyler yapabilirsin,” diye ekledi Alice. Edward’ın gözleri, bizim işbirliğimizi görünce kısıldı ama sonunda başıyla onayladı ve mutfaktaki arka kapıdan dışarıya çıktı. Parmağımı kestiğimden beri nefes almadığından emindim. Giderek kolumu bir hissizlik sarıyordu. Ama en azından batma acısı bitmişti ve bu acı bana yaralarımı unutturmuştu. Dikkatlice Carlisle’in yüzüne bakıyor ve böylece elleriyle bana ne yaptığını görmeme engel oluyordum. Koluma eğildiğinde saçları parlak ışığın altında altın gibi parlıyordu. Midemdeki bulanmaların azaldığını hissediyordum. Artık hiç acı yoktu, sadece yumuşak bir his vardı. Bebek gibi davranmaya gerek yoktu. Eğer benimle aynı hizada olmasaydı, Alice’in kendini bırakıp mutfağın kapısından sıvıştığını göremezdim. “ Evet herkes gitti,” dedim ve derin bir nefes aldım. “En azından odada kimse kalmadı.”
Carlisle, “Senin hatan değildi,” diyerek beni rahatlatmaya çalıştı. “Herkesin başına gelebilirdi.”
“Gelebilirdi?” diye tekrarladım. “Ama böyle şeyler genelde bir tek benim başıma geliyor.” Gülümsedi.
Herkes böylesine tepkiler verirken, onun bu derece rahat olması bana çok iyi geliyordu. Yüzünde tek bir endişe belirtisi bile yoktu. Hızlı ve kendinden emin hareketlerle işini yapıyordu. Bizim sessizce nefes alış verişlerimizin haricinde duyulan tek ses, yumuşakça pıt pıt pıt diye masanın üzerine damlayan kanın sesiydi.
“Bunu nasıl yapabiliyorsun?” diye sordum merakla. “Alice ve Esme bile...” Sesim gittikçe azalıyordu, kafamı merakla iki tarafa sallıyordum. Gerçi diğerleri de, tıpkı Carlisle’in yaptığı gibi, geleneksel vampir diyetinden vazgeçmişlerdi ama bir tek Carlisle kanımın kokusunu çok az hissediyordu ve buna karşı koyarken de hiç acı çekmiyordu. Bu göründüğünden çok daha zor olmalıydı. “ Senelerdir süren egzersizlerim sayesinde,” dedi. “ Artık kokuyu oldukça az duyuyorum.” “Sence eğer hastaneden uzun süre tatil iznine ayrılsaydın daha mı zor olurdu? Hiç etrafında kan olmasaydı?” “Belki de.” Omuzlarını silkti ama elleri sabit bir şekilde işini yapmaya devam ediyordu. “Hiçbir zaman uzun bir tatile ihtiyaç duymadım.” Bana bakıp gülümsedi. “İşimi çok seviyorum.”
Pıt, pıt, pıt. Kolumdan çıkan cam parçalarını görünce şaşırdım. Üst üste çıkarttığı cam parçalarına bakmamak için kendimi zor tutuyordum ama bu kusmama çalışmalarıma pek de yardımcı olmayacakmış gibi görünüyordu. “ Bu işin en çok nesini seviyorsun?” diye sordum merakla. Çünkü bana oldukça anlamsız geliyordu. Bir insan yıllarca direnip aslını inkâr ederek nasıl bu noktaya gelebilirdi? Onunla konuşmak istememin bir başka sebebi de onu lafa tutmaktı. Konuşarak midemin bulantısını unutuyordum. Bana cevap verirken koyu gözleri oldukça sakin ve düşünceli görünüyordu. “Hmm. En çok sevdiğim, gelişmiş yeteneklerin sayesinde ölme olasılığı yüksek olan birilerinin hayatını kurtarmak. Bunu bilmek oldukça mutlu ediyor, yeteneklerim sağ olsun, varlığım sayesinde bazı insanların hayatı normalinden daha iyi. Hatta bu kan kokusuna karşı olan hassasiyetim bazı teşhisleri koymama yardımcı oluyor.” Bütün cam parçalarını çıkarttığından emin olmak için koluma iyice baktı. Sonra çantasını alt üst etti ve yeni aletler çıkarttı, gözümde iğne ve dikiş ipliğini canlandırmamaya çalıştım.
“Senin hatan, olmayan şeyleri kendine yüklemek için fazla çaba göstermen,” dedim. Bir yandan kolumda çekilmeler hissediyordum. “Demek istediğim, sen bunu istemedin. Bu şekilde yaşmayı sen seçmedin ve iyi olmak için bu kadar çok çalışmana da gerek yok.” “ Kendime bir şeyler yüklediğimi düşünmüyorum,” dedi hafifçe. “ Hayattaki her şey gibi, sadece bana verilenlerle neler yapmam gerektiğini seçtim.” “Kulağa çok basit geliyor.” Kolumu tekrar muayene etti. “İşte bu kadar,” dedi iğneyi çekerek. “ Bitti.” Büyük kulak pamuğunu şurup renkli sıvının içine batırdı ve yaramın üzerini sildi. Koku oldukça garipti ve başımın dönmesine sebep oldu. Şurup derimin üzerinde bir leke bıraktı.
Carlisle, yaramın üzerine bir tane daha gazlı bezi yerleştirdi. “Ne yapman gerektiği bu kadar belliyken neden başka bir iş yapmayı düşünesin ki?” Dudaklarını muzip bir gülümseme aldı. “Edward sana hikâyeyi anlatmadı mı? “Evet ama senin ne düşündüğünü anlamaya çalışıyorum...” Yüzü tekrar ciddileşti, düşünceleri benimkilerle aynı mı diye merak ettim. Acaba ben ne düşünürdüm, tabii onun yerinde olmayı hiç istemezdim, ama ya ben olsaydım? “Biliyorsun babam bir papazdı,” masayı dikkatlice temizlerken derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Islak bir gazlı bezle her yeri sildi ve bu işlemi birkaç kez tekrarladı. Alkol kokusu burnumu yaktı. “Dünyaya sert bir bakış açısı vardı. Değişmeden önce bu bakış açısını hep sorgulardım.”Carlisle bütün kirli gazlı bezleri ve cam parçaları boş bir kristal tabağın içine koydu. Ne yaptığı anlamadım, hatta bir kibrit çaktığında bile hâlâ ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Yanan kibriti alkole batırılmış kumaşların üzerine atınca bir anda çıkan alevlerden korkup yerimden sıçradım.
“Özür dilerim,” dedi. “Bu yeterli olacaktır... Ve ben, babamın kadere olan inancına katılmıyordum. Ama hiçbir zaman, doğduğumdan beri neredeyse dört yüzyıl geçti, Tanrı’nın bazı şekillerde var olduğuna dair bir şüphem yoktu. Aynadaki yansıma bile,” Konuşmamızın gittiği noktaya şaşırmıştım ve ifademi saklamak için kolumdaki sargı bezlerini inceliyormuş gibi yaptım. Diğer bütün konuların yanında, din tartışmayı beklediğim son konuydu. Kendi hayatım inançlardan oldukça yoksundu. Carlisle, Lutheryan*(Lutheryanizm, eski bir Augustinusçu kesiş olan Alman teolog Martin Luther’ in yazınları temelli bir Hristiyan mezhebidir. Protestan Reform Hareketi sonucu ortaya çıkmıştır.) mezhebine inanıyordu, çünkü kendi ailesi öyleydi, ama pazarları nehre gidip balık tutarak ibadet ederdi. Renée birkaç kere kiliyse gitmeyi denedi ama genellikle tenis, çömlekçilik, yoga ve fransızca derslerini tercih ediyordu.
“Eminim bütün bu duyduklarının bir vampirden geliyor olması sana biraz tuhaf geliyordur.” Her zaman bu kelimeyi rahatça kullanmalarını bilmeme rağmen her duyduğumda şoka giriyor olmama güldü. “Ama hâlen bu hayatın bir anlamı olmasını umut ediyorum, bizim için bile. Çok uzun olduğunu kabul etmeliyim. Belki aptalca, ama umarım denediğimiz için biz de bir şeyler kazanabiliriz.” “Aptalca olduğunu sanmıyorum,” diye mırıldandım. Hiç kimsenin, buna tanrı da dâhildi, Carlisle’dan etkilenmeyeceğini düşünemiyordum. Ayrıca, Edward’ın dâhil olacağı bir cennetin olması için neler vermezdim. “Ve başka kimsenin de bunun aptalca olduğunu düşüneceğini zannetmiyorum.” “Aslında, bana katılan ilk kişi sensin.” “Diğerleri seninle aynı fikri paylaşmıyor mu?” diye sordum, özellikle birini düşünerek. Carlisle benim kimi kastettiğimi tahmin ederek “Edward bir noktaya kadar bana katılıyor. Tanrı ve cennet var… Cehennem de. Ama hayattan sonra bizim için bir şey yok.”
Carlisle’in sesi oldukça yumuşaktı, lavabonun üzerindeki büyük camdan dışarıya karanlığa doğru baktı. “Anladın mı? Bizim ruhlarımızı kaybettiğimizi düşünüyor.”
İşte o an aklıma, bu öğlen Edward’ın söyledikleri geldi; eğer ölmek istiyorsan ya da bize göre her ne ise.Kafamda bir ışık çaktı. “Esas problem bu, değil mi?” diye sordum. “Bu yüzden bana karşı böyle davranıyor.” Carlisle yavaş konuştu. “Oğluma bakıyorum. Gücü, merhameti… Sadece umut ediyor, kaderinden daha fazlasını bekliyor. Nasıl olur da Edward için bir yer olamaz?” Heyecanlı bir şekilde kafamı salladım. “Ama eğer öyle olduğuna inanıyorsan…” Gözlerinde anlaşılmaz bir ifadeyle bana ve devam etti, “Eğer öyle olduğuna inansaydın. Ruhunu ondan alabilir miydin?” Eğer Edward için ruhumu riske atıp atmayacağımı sorsaydı, cevabım çok aşikârdı. Ama Edward’ın ruhunu riske atabilir miydim? Dudaklarımı mutsuzca kıpırdattım. Bu hiç adil bir takas olmazdı. “Problemi anladın mı?” Kafamı salladım, çenemdeki inatçı kasılmanın farkındaydım. Carlisle derin bir iç çekti. “ Bu benim seçimim,” diye ısrar ettim. “Onun da seçimi.” Benim tartışmaya başlayacağımı görünce elini kaldırdı. “Sana bunu yapmaktan sorumlu olan o olsa da.” “Bunu yapabilecek tek kişi o değil.” Carlisle’a şüpheli bir bakış attım.
Aniden bir kahkaha attı ve ortamı yumuşattı. “Ah! Hayır! Bunu onunlaberaber kararlaştıracaksın.” Sonra tekrar içini çekti. “İşte bir tek bundan emin değilim. Sanırım, diğer yönlerden, yapabildiğimin en iyisi yaptım. Ama diğerlerini bu hayata mahkûm etmek doğru mu? Buna karar veremiyorum.” Cevap vermedim. Eğer Carlisle yalnız olan varlığını değiştirmek için direnseydi, benim hayatım nasıl olurdu diye hayal ettim… Tüylerim ürperdi.
“Benim aklımı çelen Edward’ın annesiydi.” Carlisle’ın sesi neredeyse bir fısıltı halinde çıkmıştı. Camdan karanlığa doğru görmeyen gözlerle bakıyordu. “Onun annesi mi?” Edward’a ne zaman ailesini sorsam, bana yalnızca çok uzun zaman önce öldüklerini ve hafızasından neredeyse silindiklerini söylerdi. Ama Carlisle’ın hafızası, oldukça tazeydi. “Evet. İsmi Elizabeth’di. Elizabeth Masen. Babasının adı Edward’dı. Maalesef o hiç kendine gelemedi. Virüsün ilk ortaya çıktığı zaman öldü. Ama Elizabeth’in şuuru neredeyse son anına kadar açıktı. Edward tıpkı ona benziyor, aynı değişik bronz tona sahip gözleri de neredeyse aynı yeşillikte.” “Gözleri yeşil miydi?” diye mırıldandım, bir yandan kafamda resmetmeye çalışarak.
“Evet…” Carlisle’ın aklı yüzyıllar öncesine gitmişti. “Elizabeth oğlu hakkında oldukça endişeliydi. Hasta yatağında oğlunu emzirmeye çalışarak kendi hayatını riske atmıştı. İlk oğlu ölür diye düşündüm çünkü annesinden çok daha kötü bir durumdaydı. Annesinin sonu çok çabuk geldi. Güneş battıktan hemen sonraydı ve ben, bütün gün çalışan doktorların yerini almak için yeni gelmiştim. Yapılması gereken çok iş vardı ve benim dinlenmeye ihtiyacım yoktu. Evde karanlıkta saklanıp uyuyormuş gibi yaparken insanların ölüyor olduğunu düşünmekten nefret ediyordum.” “İlk önce Elizabeth’i ve oğlunu kontrol etmeye gittim. Onlara giderek bağlanıyordum. Ateşi kontrol edilemiyordu ve artık zayıf vücudu daha fazla savaşamıyordu.”
“Örtüsünün altından bana bakarken çok da zayıf görünmüyordu.” “Oğlumu kurtar!’ diye emretti.” “Gücümün elverdiği her şeyi yaparım,’ diye söz verdim ve elini tuttum. Ateşi oldukça yüksekti, muhtemelen benim ellerimin ne kadar soğuk olduğunu düşünmeyecek kadar sıcaktı.” “Yapmalısın,” diye ısrar etti, elimi oldukça güçlü sıkıyordu. Gözleri sertti, aynı bir taş gibi, aynı bir zümrüt gibi. ‘Gücünün elverdiği her şeyi yapmalısın. Diğerlerinin yapmadığını Edward için sen yapmalısın.’
“Beni korkutmuştu. Delici gözleriyle bana bakınca bir an benim sırrımı bildiğini düşündüm. Vücudunu iyice ateş bastı ve şuuru bir daha yerine gelmedi. Bana verdiği emirden bir saat sonra da öldü.” “Kendime bir arkadaş yaratmak için onlarca yıl harcadım. Sadece bir tane yaratık, beni çok iyi bilen biri, benim olmaya çalıştığımdan daha iyi biri.” “Edward orada yatıyordu, ölmek üzereydi. Sadece saatleri kalmıştı. Yanında yatan annesinin yüzü huzursuzdu, öldükten sonra bile huzura erememişti.”
Carlisle olanları tekrar yaşıyor gibiydi. Yüzyıllar geçmesine rağmen hatıraları oldukça netti. Öyle canlı anlatıyordu ki, kafamda canlandırabiliyordum. Hastanedeki umutsuzluğu, ölümün ağırlığını hissedebiliyordum. Edward ateşten yanıyordu, hayatı saatin her tıklayışında kayıp gidiyordu… Tekrar ürperdim ve görüntüyü kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım. “Elizabeth’in sözleri kafamda yankılanıyordu. Ne yapabileceğimi nerden tahmin ediyordu? Birisi oğlu için bunu ister miydi?”
“Yıllarca süren karar verme aşamasından sonra, gelip geçici bir hevesle hareket ettim. Önce annesini morga götürdüm ve sonra onun için tekrar geldim. Hiç kimse onun hâlâ nefes alabildiğinin farkında değildi. Yeteri kadar insan yoktu, hiç kimse hastaların yarısının neye ihtiyacı olduğunu takip edemiyordu. Morg boştu, en azından insanlar yaşıyordu. Onu arka kapıdan kaçırdım, evime kadar çatıların üzerinden geçerek gittik.” “Ne yapılması gerektiğinden emin değildim. Olduğundan daha acı ve daha zordu.” “Gerçi yeteri kadar üzgün değildim. Edward’ı kurtardığım için asla üzgün değildim.” Bu ana geri dönerken kafasını salladı. Bana gülümsedi. “Sanırım seni şimdi eve götürmeliyim.”
“Ben götürürüm,” dedi Edward. Karanlık yemek odasından gelmişti. Yavaşça yanımıza yaklaştı. Yüzü pürüzsüzdü ve düşüncelerini belli etmiyordu, ama gözlerinde başka bir şey vardı, gizlemekte güçlük çektiği bir şey. Midemde bir spazm hissettim.
“Carlisle beni götürür,” dedim. Bluzuma baktım, açık mavi koton kumaş, kolumdan damlayan kanla kırmızıya dönmüştü. Sağ omzum kalın, pembe bir tabakayla kaplanmıştı.
“İyiyim,” dedi Edward, sesinde duygudan eser yoktu. “Üzerini değiştirmen gerek. Charlie seni böyle görünce kalp krizi geçirir. Alice’e söylerim sana bir şeyler getirir,” dedi ve mutfak kapısından çıkıp gitti. Endişeyle Carlisle’a baktım. “Çok üzgün.”
“Evet,” diye bana katıldı. “Bu gece, özellikle en korktuğu geceydi. Bizim yüzümüzden hayatının tehlikede olması.” “Bu onun hatası değil.” “Senin de hatan değil.” Bu konuda ona katılmıyordum. Carlisle elimi tuttu ve masadan kalkmama yardım etti. Onu salona doğru takip ettim. Esme geri geldi, düştüğüm yeri siliyordu. Çamaşır suyu dökmüş, kan kokusunu gidermeye çalışıyordu. “Esme, bırak ben yapayım.” Yüzümün kızardığını hissedebiliyordum.”Yaptım bile,” dedi ve gülümseyerek bana baktı. “Kendini nasıl hissediyorsun?” “İyiyim,” dedim. “Carlisle, diğer doktorumdan çok daha hızlı dikti.” İkisi de kıkırdadı. Alice ve Edward arka kapıdan içeriye girdiler. Alice bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı ama Edward arkada durdu.
“Haydi,” dedi Alice. “Sana daha az korkunç bir kıyafet vereyim.” Bana Esme’nin bir bluzunu verdi, üzerimdekiyle aynı renkteydi. Charlie’nin fark edemeyeceğine emindim. Uzun beyaz bandaj, pıhtılaşmış kan lekeleri olmayınca çok da ürkütücü görünmüyordu. Hem Charlie beni bandajla görmeye alışıktı.
“Alice,” diye fısıldadım, arka kapıya doğru yürürken. “Evet?” O da sesini kısık tutmuş, bana merakla bakıyordu. “Ne kadar kötü?” Öylesine bir fısıltıyla konuşuyordum ki sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değildim. Yukardaydık, kapı kapalıydı, ama yine de beni duyabilirdi. Yüzü gerildi. “Henüz emin değilim.” “Jasper nasıl?” Derin bir iç çekti. “Yaptığına çok üzüldü. Kendisini zayıf hissetmek onun için daha büyük bir üzüntü.” “Onun suçu değil. Lütfen ona sinirlenmediğimi iletir misin? Hem de hiç kızgın değilim.” “Tabii ki.”
Edward ön kapıda bekliyordu. Ben merdivenin en alt basamağına ulaştığımda, hiçbir kelime etmeden kapıyı açıp bekledi. “Eşyalarını al!” diye seslendi Alice. İki paketi aldı, birisi yarım açılmıştı, fotoğraf makinem piyanonun altındaydı. Alice bunları alıp sağlam kolumun altına sıkıştırdı. “Bana daha sonra teşekkür edersin.” Esme ve Carlisle sessizce iyi geceler dilediler. İkisinin de, aynı benim gibi, hissiz oğullarına hızlı bir bakış attıklarını fark ettim.
Dışarıda olmak çok iyi geldi. Edward benimle yürürken oldukça sessizdi. Bana yolcu kapısını açtı ve hiç şikâyet etmeden bindim. Arabanın ön panelinde büyük kırmızı bir kurdele vardı, yeni araba teybim hemen altında duruyordu. Kurdeleyi çıkarttım ve yere attım. Edward şoför koltuğuna geçerken de kurdeleyi ayağımla koltuğun altına doğru ittim. Ne bana ne de yeni teybime baktı. İkimiz de açma düğmesine basmadık ve her nasılsa sessizlik, motor sesinin gürültüsüyle daha da pekişti. Kıvrılan şeritler ve karanlıkta hızla yol almaya başladık. Sessizlik beni çıldırtıyordu.
“Bir şeyler söyle,” dedim en sonunda otobana doğru giderken. “Ne söylememi istiyorsun?” diye sordu. Aramıza koyduğu mesafe beni huzursuz ediyordu. “Beni affettiğini söyle.” Bu sözlerim, Edward’ın yüzüne bir hayat belirtisi getirdi ve sinirle gerildi. “Seni affetmek mi? Ne için?” “Eğer biraz daha dikkatli olsaydım, hiçbir şey olmazdı.” “Bella, sadece kâğıtla parmağını kestin, bunun için ölüm cezasını çarptırılacak değilsin ya.” “Ama yine de benim hatam.” Bu sözlerim bardağı taşıran son damla oldu.
“Senin hatan mı? Eğer parmağını Mike Newton’un evinde kesseydin, yanında Jessica, Angela ve diğer normal arkadaşların olsaydı, başına gelebilecek en kötü şey ne olurdu? Belki parmağını saracak bandaj bulamazlardı. Eğer takılıp cam tabakların içine düşseydin, o zaman bile, en kötüsü ne olabilirdi? En fazla seni acil servise götürürlerken arabalarının koltuklarını kan lekesi yapardın. Mike Newton, senin koluna dikiş atarlarken elini tutardı, seni öldürmek istemezdi. Sakın bunları kendi suçun gibi gösterme, Bella. Bu sadece kendimden daha çok nefret etmeme sebep olur.” “Nasıl oldu da Mike Newton bu konuşmanın içine girebildi?” diye sordum hayretle. “Mike Newton bu konuşmanın içine girdi çünkü Mike Newton senin için daha sağlıklı birisi olur,” diye bağırdı. “Mike Newton’la beraber olmaktansa ölmeyi tercih ederim,” diye kızdım. “Senin haricinde başkasıyla olmaktansa ölmeyi tercih ederim.” “Lütfen olayı dramatize etme.” “O zaman sen de saçmalama.”
Cevap vermedi. Ön camdan dışarıya bakıyordu, ifadesi donuktu. Bu geceyi kurtarmak için ne yapabilirim diye beynimle savaşıyordum. Evimin önüne yanaştığımızda, hâlen aklıma bir şey gelmemişti. Motoru durdurdu, ama elleri hâlâ direksiyonu sıkı sıkı kavramış bir halde duruyordu. “Bu gece bizde kalır mısın?” diye sordum. “Eve gitmeliyim.” İstediğim en son şey benim için pişmanlık duymasıydı. “Doğum günüm için,” diye ısrar ettim. “İkisini birden isteyemezsin. Ya insanların doğum gününü kutlamasına izin verme, ya da izin ver. Birinden birini seç.” Sesi katıydı ama en azından az önceki sesi kadar ciddi değildi. Rahatlayıp derin bir iç çektim.
“Tamam, doğum günümü kutlamana karar verdim. Yukarıda görüşürüz.” Arabadan indim ve arka taraftan paketlerimi aldım. Kaşlarını çatmış duruyordu. “Onları almana gerek yok.” “Almak istiyorum,” diye cevap verdim. Acaba ters bir psikoloji mi deniyordu? “Hayır istemiyorsun. Carlisle ve Esme senin için para harcadı.” “Sanırım bununla yaşayabilirim.” Hediyeleri biçimsizce iyi olan kolumun altına sıkıştırdım ve kapıyı arkamdan kapattım. Çok geçmeden kamyonetten inip yanıma geldi. “Bırak en azından ben taşıyayım,” dedi ve elimden paketleri aldı. “Odanda olacağım.”
Gülümsedim. “Teşekkürler.” “Doğum günün kutlu olsun.” Derin bir iç çekti ve eğilip beni öptü. Parmak ucumda yükseldim ve öpücüğünün normalden uzun sürmesini sağlamaya çalıştım. Geriye çekildi, en güzel gülümsemesiyle güldü ve karanlığın içinde kayboldu. Maç hâlâ devam ediyordu, ön kapıya varır varmaz spikerin bağıra bağıra konuştuğunu duydum. “Bell?” diye seslendi Charlie. “Evet baba,” dedim köşeyi döndüğümde. Yaralı kolumu kendime doğru çektim. “Nasıl geçti?” “Alice biraz ileriye kaçmıştı. Çiçekler, doğum günü pastası, mumlar, hediyeler…” “Sana ne almışlar?” “Kamyonetime araba teybi.” Ve bir sürü bilinmeyen hediyeler. “Vayyy.” “Evet bence de,” diyerek ona katıldım. “Ben yatayım.”
“Tamam, sabaha görüşürüz.” El salladım. “Görüşürüz.” “Koluna ne oldu?” bir an kıpkırmızı oldum ve kendime lanet ettim. “Bir yere takıldım. Önemli bir şey yok.” “Bella,” diyerek kafasını iki tarafa salladı. “İyi geceler, baba.”
Böyle zamanlar için pijamalarımı sakladığım banyoya doğru alelacele koşturdum. Birbirine uyan pijama üstümle altımı giydim, eskiden giydiğim kalın pijamaları artık giymiyordum. Üzerimi değiştirirken dikişlerimin acımasından korktum. Tek elimle yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve odama gittim. Edward yatağımın ortasında oturuyor, gümüş paketli hediyelerden biriyle oynuyordu. “Selam,” dedi. Sesi, mutsuz ve çekingendi. Yatağa gittim, elinden hediyeleri aldım ve kucağına oturdum. “Selam,” diyerek sert göğsüne yaslandım. “Hediyelerimi şimdi açabilir miyim?” “Bu heyecan da nerden çıktı şimdi?” diye sordu merakla. “Beni meraklandırdın.” Uzun dikdörtgen kutuyu aldım. Carlisle ve Esme’den geliyor olmalıydı. “İzin ver ben yapayım” dedi. Elimden hediyeyi aldı ve gümüş paketi tek bir hareketle açtı. Beyaz dikdörtgen kutuyu bana verdi. “Sence kapağını açabilecek miyim?” diye mırıldandım ama bu sözlerimi umursamadı. Kutunun içinde uzun, kalın bir kâğıt vardı. Ne olduğunu anlamam bir dakika sürdü.
“Jacksonville’e mi gidiyoruz?” Heyecanlanmıştım. Hediye, ikimiz için bir çift uçak biletiydi. “Öyle görünüyor.” “İnanamıyorum. Renée sevinçten çıldıracak. Senin için problem olur mu? Güneşli bir yer ve bütün gün içeride oturman gerekecek.” “Sanırım idare edebilirim,” dedi ve bir an kaşlarını çattı. “Eğer bu hediyeye bu şekilde sevineceğini bilseydim, kutuyu Carlisle ve Esme’nin önünde açmanı isterdim. Şikâyet edeceğini düşünmüştüm.” “Aslında gerçekten de hiç gerek yoktu. Ama benimle geliyor olman çok güzel.” Kıkırdadı. “Şimdi keşke hediye için para harcasaymışım diyorum. Böylesine makul olabileceğin aklımın ucundan geçmemişti. Biletleri kenara koydum ve onun hediyesine uzandım. Paketi aldı ve ilk hediye gibi bunu da benim için açtı. Süslü bir CD kutusu ve boş gümüş bir CD verdi. “Nedir bu?” diye sordum şaşkınlıkla. Hiçbir şey söylemedi, CD’yi aldı ve yatağın kenarındaki CD çalara uzandı. Düğmeye bastı, sessizce bekledik. Sonra müzik başladı.
Sessizce dinledim. Tepkimi beklediğini biliyordum ama konuşamıyordum. Yanaklarımdan aşağıya gözyaşları inmeye başladı ve gözümü silmek için elimi kaldırdım. “Kolun acıyor mu?” diye sordu kaygılı bir ses tonuyla. “Hayır kolum değil. Harika bu Edward. Bana bu kadar çok sevebileceğim başka bir şey veremezdin. İnanamıyorum.” Dinlemek için sustum. Onun müziğiydi, onun besteleriydi. CD’deki ilk parça benim ninnimdi.
“Sana bir piyano almama izin vermeyeceğini düşündüm, aslında burada çalabilirdim.” “Haklısın.” “Kolun nasıl?” “Fena değil.” Doğruyu söylemek gerekirse, bandajın altında yanmaya başlamıştı. Buz istedim. Aslında buz yerine elini koyabilirdim ama bu beni ele verirdi. “Sana ağrı kesici getireyim.” “Hiçbir şey istemiyorum,” dememe rağmen beni kucağından indirdi ve kapıya yürüdü. “Charlie,” dedim sessizce. Edward’ın sıkça benle kaldığından Charlie’nin haberi yoktu. Eğer bilseydi, herhalde felç geçirirdi. Ama kendimi hiç suçlu gibi hissetmiyordum çünkü hiçbir şey yapmıyorduk. Edward ve kuralları…
“Beni fark etmez.” Sessizce kapıdan çıktı. Sonra geri geldi ve kapı çarpmasın diye yavaşça kapattı. Elinde banyodan getirdiği bir bardak su ve bir şişe ilaç vardı. İlaçları bana uzattığında hiç itiraz etmeden içtim, itiraz etsem kaybedeceğimi biliyordum. Üstelik kolum beni rahatsız etmeye başlamıştı. Ninnim, yumuşak ve samimi bir tonda arka planda çalmaya devam ediyordu. “Geç oldu,” dedi Edward. Beni tek koluyla kucakladı ve diğer koluyla örtüyü açtı. Sonra beni yatağın üzerine yatırdı ve yorganı üzerime örttü. Yanıma uzandı, üşümemem için battaniyenin üzerine uzandı ve kolunu etrafıma sardı. Başımı omzuna dayadım ve mutlulukla iç çektim. “Tekrar teşekkürler,” diye fısıldadım. “Bir şey değil.”
Ninnimin sesi gittikçe azaldı ve bir süre sessizlik oldu. Bir başka şarkı çalmaya başladı. Esme’nin en sevdiği şarkıydı. “Ne düşünüyorsun?” diye fısıldadım. Bir an çekindi. “Doğru ve yanlış hakkında düşünüyordum.” Omuriliğimden aşağıya bir ürperti geldi. “Senin doğum günümü yok saymanı söylediğimi hatırladın mı?” Aklını başka tarafa çevirdiğimi fark etmesin diye hızlıca sormuştum. “Evet,” diye onayladı dikkatlice. “Hala benim doğum günüm ve beni bir daha öpmeni istiyorum.” “Bu gece çok arzulusun.” “Evet öyleyim ama yapmak istemiyorsan lütfen yapma,” dedim, incinmiştim.
Kahkaha attı ve sonra bir iç çekti. “Yapmak istemeyip de yapacaksam Tanrı bizi korusun.” Sesinde değişik bir çaresizlik vardı. Elini çenemin altına koyup yüzümü yüzüne yaklaştırdı. Öpücük her zamanki gibi başladı, Edward her zaman ki gibi dikkatliydi ve kalbim her zamanki gibi hızla çarpıyordu. Sonra sanki bir şeyler değişti. Bir anda dudakları daha kaçınılmaz oldu, boştaki eli saçımı kavradı ve yüzümü kendi yüzüne dayadı. Benim elim de onun saçlarına dolanmıştı ama onun sınırlarını aşmama rağmen ilk defa beni durdurmadı. Vücudunun soğukluğu ince battaniyenin üzerinden hissediliyordu ama yine de kendimi ona doğru istekle bastırdım. Haşin bir şekilde durdu ve beni nazik ve sağlam elleriyle itti. Yastığımın üzerine düştüm, nefes nefese kaldım, başım dönüyordu. Hafızama kolayca hatırlayamadığım bir şey takıldı. “Üzgünüm,” dedi nefesi kesilmişti. “Sınırı aştım.” “Umurumda değil.” Hızla soluyordum. Karanlıkta kaşlarını çatarak bana baktı. “Uyumaya çalış, Bella.”
“Hayır beni tekrar öpmeni istiyorum.” “Kendime olan hâkimiyetimi fazla hafife alıyorsun.” “Seni en çok heyecanlandıran nedir? Vücudum mu, kanım mı?” Zor bir soruydu.
“Her ikisi de.” Bu lafın üzerine gülümsedi, sonra tekrar ciddileşti. “Şimdi neden şansını zorlamayı bırakıp yatmıyorsun?” “Tamam,” dedim ve ona yanaştım. Kendimi gerçekten yorgun hissediyordum. Birçok yönden uzun bir gün olmuştu. Kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Sanki yarın her şey daha kötü olacaktı. Aptalca bir önseziydi, yarın daha kötü ne olabilirdi ki?
Biraz sinsice, yaralı kolumu omzuna koydum ve soğuk teninin yanmamı azaltmasını bekledim. Vücudunun soğukluğu ilk defa işe yaramıştı.
Yarı uykulu bir halde dururken beni öperken hafızama ne takıldığını hatırladım. Geçen baharda, beni James’le bırakıp giderken, Edward bana güle güle öpücüğü vermişti, ne zamandı bilmiyorum ya da birbirimizi görüp görmediğimizden emin değildim. O öpücükte de hatırlayamadığım aynı acı vardı. Bilinçsizce titredim, sanki bir kâbus görüyordum.