Twilight 3.Bölüm
3. Garip Bir Olay
Sabahleyin gözlerimi açtığımda farklı bir şey vardı.
Işık! Hâlâ ormandaki bulutlu bir günün gri – yeşil ışığı vardı ama bu kez daha berraktı sanki. Penceremi kaplayan bir sis bulutunun olmadığını fark ettim.
Dışarı bakmak için yatağımdan fırladım ve korkuyla homurdandım.
Kalın bir kar tabakası avluyu ve kamyonetimi örtmüştü, yol bembeyazdı. Ama en kötüsü bu değildi. Önceki gün yağan yağmur buza dönüşmüştü; ağaçların dallarının ucuna şahane şekiller oluşmuş; yol ise ölümcül bir buz tabakasına dönüşmüştü. Ben düz yolda bile düşen bir tiptim; yatağıma dönmem en güvenlisi olacaktı.
Charlie ben aşağı inmeden işe gitmişti. Aslında Charlie’yle yaşamak pek çok yönden tek başıma yaşamaktan farksızdı benim için; yalnız kalmaktan çok yalnızlığın tadını çıkarıyordum.
Bir kâse mısır gevreği ve karton kutudan bir bardak portakal suyu aldım. Okula gitmek için sabırsızlanıyordum ve bu beni korkutuyordu. Bu sabırsızlığın uyarıcı öğrenme ortamından ya da yeni arkadaşlarımla görüşecek olmaktan kaynaklanmadığını biliyorum. Kendime karşı dürüst olmam gerekirse, heyecanlıydım çünkü Edward Cullen’ı görecektim. Bu çok aptalcaydı.
Önceki günkü salakça, utanç verici konuşmamdan sonra ondan uzak durmam gerekiyordu. Ayrıca ondan şüpheleniyordum; neden gözleri konusunda yalan söylüyordu? Bana karşı sergilediği düşmanca davranışlarından hala korkuyordum; ve o hala kusursuz yüzü gözümün önüne geldiğinde dilim tutuluyordu. İkimiz ayrı dünyaların insanlarıydık. Bu yüzden onu görme konusunda bu kadar hevesli olmamalıydım.
Düşüp bir yerimi kırmamak için tüm dikkatimi yola verdim. Tam kamyonetime yaklaştığım sırada dengemi kaybettim ama son anda dikiz aynasına tutunup düşmemeyi başardım. Bugün kâbustan farksın olacaktı.
Okula doğru yol alırken, kaza yapma korkumu ve Edward Cullen konusundaki tatsız spekülasyonlarımı kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım. Eric ve Mike’ı, buradaki oğlanlardan bana ne kadar farklı davrandığını düşündüm. Phonex’te nasılsam burada da öyleydim. Belki eski okulumdaki oğlanlar benim ergenlik dönemime tanık oldukları ve o dönemdeki çirkin hallerimi bildikleri için beni hala öyle sanıyorlardı. Belki de yeniliklerin pek olmadığı bir yerde yeni olduğum için böyle bir ilgi görüyordum. Neden ne olursa olsun, Mike’ın bir köpek yavrusunu andıran davranışları ve Eric’le aralarındaki rekabet ben rahatsız ediyordu. Belki beni yok saymalarını tercih ederdim.
Kamyonet yolu kaplayan siyah buzun üzerinde giderken sıkıntı çekmiyordu. Yine de, Main Caddesi’nde bir hasara neden olmamak için arabayı yavaş kullanıyordum. Kamyonetten indiğimde neden pek sıkıntı yaşamadığımı anladım. Gözüme gümüş rengi bir şey çarpınca, dikkatle tutunarak, lastikleri kontrol etmek için kamyonun arka tarafına geçtim. Tekerleklere baklava şeklinde ince zincirler takılmıştı. Charlie kamyonuma kar zincirleri takmak için kaçta kalkmıştı kim bilir? Birden boğazıma bir şey düğümlendi. İlgi görmeye alışkın değildim ve Charlie’nin bu beklenmedik ilgisi beni şaşırtmıştı.
Kamyonetin arkasında durmuş, zincirlerin yarattığı duygusal dalgalanmayla mücadele etmeye çalışırken, garip bir ses duydum.
Son derece tiz bir sesti, bu ve gidere yükseliyordu. Başımı kaldırıp baktığımda donup kaldım.
Aynı anda pek çok şey gördüm. Hiçbir şey filmlerdeki gibi ağır çekimde hareket etmiyordu. Aksine, beynime hücum eden adrenalin kafamın daha hızlı çalışmasına neden oldu. Aynı anda bir dürü şeyi ayrıntılarıyla görebildim.
Edward Cullen dört araba ileride durmuş, bana dehşetle bakıyordu. Yüzü, aynı dehşet ifadesini taşıyan bir sürü yüz arasında hemen göze çarpıyordu. Ancak en önemlisi, lacivert bir minibüs fren yüzünden lastikleri kilitlenmiş bir halde park yerinden dönerek kayıyordu. Birazdan kamyonetimin arka köşesine çarpacaktı ve ben ikisinin arasında duruyordum. Gözlerimi kapatacak zamanım bile yoktu.
Minibüsün kamyonetime çarpmasıyla çıkan garip sesi duymadan hemen önce, bir şey bana sertçe çarptı, ancak bu darbe beklediğim yönden gelmemişti. Başımı buzlu yere çarptım, beni yere yapıştıran sert soğuk bir şey hissettim. Kamyonetimi yanına park ettiğim taba rengi arabanın arkasında kaldırımda yatıyordum. Başka ne olduğunu anlayacak fırsatım olmadı çünkü minibüs hâlâ hareket ediyordu. Büyük bir gürültüyle kamyonetin arkasında döndü ve yine kayarak üstüme geldi.
Alçak sesle edilen bir küfür duyunca yanımda biri olduğunu fark ettim; bu sesi tanımamak imkânsızdı. İki uzun, beyaz el beni korumak için önüme uzandı. Minibüs yüzüme birkaç santim uzaklıkta durdu. İri eller, şans eseri minibüsün gövdesinin yan tarafındaki oyuğa girmişti.
Sonra eller o kadar hızlı hareket etti ki görmek imkânsızdı. Bir eli minibüsün gövdesinin alt tarafını kavradı. Bir şey beni sürüklüyordu; bacaklarım taba-rengi arabanın lastiklerine değene kadar oyuncak bebek gibi çekti beni. Metalik bir gürültü kulaklarını tırmaladı, camı patlayan minibüs bir saniye önce bacaklarımın bulunduğu yere yerleşti.
Çığlıklar başlamadan bir saniye önce derin bir sessizlik oldu. O müthiş karışıklık içinde, bir sürü insanın adımı bağırdığını duyabiliyordum. Ancak Edward Cullen’ın kısık ve telaşlı sesini bütün bağırışlardan net duydum.
“Bella? İyi misin?”
“İyiyim.” Sesim garipti. Oturmaya çalıştım ve beni kendi bedeninin yan tarafına sımsıkı bastırdığını hissettim.
“Dikkat et,” diye uyardı beni, ben kalkmaya çalışırken. “Sanırım başını çok sert vurdun.”
O an sol kulağımdaki şiddetli ağrıyı fark ettim. “Ah,” dedim şaşkınlıkla.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Garip ama, kahkahasını bastırmaya çalışır gibiydi.
“Nasıl…”sesim hafifledi. Kafamı toplamaya, mantıklı düşünmeye çalıştım. “Nasıl o kadar hızlı yetiştin?”
“Tam senin yanında duruyordum Bella,” dedi, sesi yine ciddileşmişti.
Yine oturmaya çalıştım; bu kez bana izin verdi. Bileğimi sıkan elini gevşetti; dar alanın elverdiği ölçüde benden uzaklaştı. Onun ilgili, masum yüzüne baktım; altın rengi gözlerinin gücü yine aklımı başımdan aldı. Ona ne soruyordum?
Derken bizi buldular. Gözlerinden yaşlar süzülen bir sürü insan birbirlerine ve bize sesleniyorlardı.
“Hareket etme,” diye talimat verdi biri.
“Tyler’ı minibüsten çıkarın!”diye bağırdı bir başkası. Etrafta müthiş bir koşuşturma vardı. Ayağa kalkmaya çalıştım ama Edward’ın soğuk eli omzumu tutup bastırdı.
“Bir süre böyle kal.”
“Ama çok soğuk,” diye yakındım. Bıyık altından gülmesi beni şaşırttı. Her şeyin bir yeri vardı.
“Sen ötedeydin,” diye hatırladım. Gülümsemesi bir anda kayboldu. “Arabanın yanındaydın.”
Yüzündeki ifade sertleşti. “Hayır, değildim.”
“Seni gördüm.” Etrafta tam bir karmaşa hâkimdi. Kaza yerine gelen yetişkinlerin boğuk seslerini duyabiliyordum. Ancak ben inatla tartışmamızı sürdürmeye çalışıyordum; ben haklıydım, o da bunu itiraf edecekti.
“Bella, beni senin yanında duruyordum ve seni yoldan çektim.” Çok önemli bir şey söylermiş gibi, gözlerinin o müthiş, etkileyici gücünü bana yöneltti.
“Hayır,” dedim başımı kaldırarak.
Gözerlindeki altın parladı. “Bella, lütfen.”
“Neden?” diye sordum.
“Bana güven,” diye yalvardı yumuşak bir sesle.
Artık siren seslerini duyabiliyordum. “Bana her şeyi daha sonra anlatacağına söz verir misin?”
“Peki,” diye homurdandı aniden öfkelenerek.
Bende öfkeyle tekrarladım. “Peki.”
Sedyeyi getirebilmek için minibüsü altı sağlık görevlisi ve iki öğretmen – Bay Varner ve Koç Clapp – itip bizden uzaklaştırdı. Edward kendisi için getirilen sedyeye uzanmayı kesinlikle reddetti, bende aynı şey yapmak istedim ama hain Edward onlara başımı çarptığımı ve büyük olasılıkla şok geçirdiğimi söyledi. Bana boyunluk taktıklarında utancımdan ölecektim. Hemen bütün okul orada durmuş, benim ambulansa bindirilişimi izliyordu.
Edward ambulansın ön tarafına binmişti. Çok sinir bozucuydu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, beni oradan götürmelerine fırsat kalmadan Şef Swan geldi.
Sedyede beni görünce, “Bella!” diye bağırdı panik içinde.
“Ben çok iyiyim Char…baba.” İçimi çektim. “Bir şeyim yok.”
Benim söylediğime inanmayıp en yakınındaki sağlık görevlisine sordu. Beynimde dönüp duran karmaşık imgeleri yorumlamak için babamı duymazdan geldim.
Beni arabanın yanından kaldırdıklarında taba rengi arabanın tamponundaki derin çukuru görmüştüm. Tam Edward’ın omuzlarına uyarak genişlikte uyacak bir çukurdu bu. Kendimi arabaya siper etmiş ve arabanın kaportasının içine çökmesini sağlayacak bir güç sergilemişti sanki.
Ailesi de oradaydı; olup bitenleri uzaktan izliyordu. Yüzlerinde hoşnutsuzlukla öfke karşımı ifadeler vardı; ancak hiçbiri kardeşinin sağlığından endişe etmiyor gibiydi.
Gördüklerimi açıklayabilecek mantıklı bir çözüm düşünmeye çalıştım; benim deli olduğum varsayımını çürütecek bir çözüm.
Doğal olarak hastaneye giderken bir polis arabası da bize eşlik etti. Beni otobüsten indirirken, kendimi aptal gibi hissettim. İşin kötüsü, Edward hastane kapısından yürüyerek girmişti. Dişlerimi gıcırdattım.
Beni açık renk uzun perdelerle birbirinden ayrılmış bir sıra yatağın bulunduğu acil servis odasına yerleştirdiler. Bir hemşire koluma tansiyon aleti taktı ve dilimin altına da bir termometre yerleştirdi. Kimse etrafımdaki perdeyi çekip mahremiyetimi korumayı akıl etmediği için, o aptal boyunluğu daha fazla takmak zorunda olmadığını düşündüm. Hemşire gider gitmez boyunluğu çıkarttım ve yatağın altına attım.
Hastanede yine bir telaş yaşandı; yanıma başka bir sedye getirdiler. Devlet yönetimi dersinden arkadaşım olan Tyler Crowley idi bu; başı kan içinde kalmış bandajlarla sımsıkı sarılıydı.
Benden yüz kat kötü görünüyordu. Ama endişeyle bana bakıyordu.
“Bella, çok üzgünüm!”
“Ben iyiyim Tyler. Sen berbat görünüyorsun, iyi misin?”
Biz konuşurken hemşireler kanlı sargıları çıkarmaya başladılar. Tyler’ın alnındaki ve sol yanağındaki kesikler ortaya çıktı.
Beni duymamış gibiydi. “Seni öldüreceğimi sandım! Çok hızlı gidiyordum, buza çarptım, sonra…”
Hemşirelerden biri yüzüne dokununca sıçradı.
“Üzülme, çarpmadın bana.”
“Nasıl o kadar hızlı çekildin yolumdan? Bir an önümde gördüm seni sonra yok oldun.”
“Şey…. Beni Edward çekti.”
Kafası karışmıştı. “Kim?”
“Edward Cullen, o sırada yanımda duruyordu.” Hiçbir zaman yalan söylemeyi beceremedim. Yine pek inandırıcı değildi söylediğim.
“Cullen mı? Onu görmedim… Tanrım, her şey o kadar hızlı oldu ki… O iyi mi?”
“İyi sanırım. O da burada sedyeye yatmayı kabul etmedi.”
Deli olmadığımı biliyordum. Peki ne olmuştu? Gördüklerimi açıklamanın hiçbir yolu yoktu.
Başımın röntgenini çekmek için beni tekerlekli sandalyeyle götürdüler. Onlara hiçbir şeyimin olmadığını söyledim. Haklıydım. Sarsıntı bile geçirmemiştim. Gidip gidemeyeceğimi sordum. Hemşire önce doktorla konuşmam gerektiğini söyledi. Acil serviste hapsolmuştum. Tyler’ın özürlerinden ve bunu telafi edeceğine dair yeminlerinden sıkılmıştım. Defalarca iyi olduğumu söylememe ve onu ikna etmeye çalışmama rağmen, kendi, kendine işkence etmeye devam etti. Sonunda gözlerimi kapattım ve onu duymazdan geldim. O da pişmanlık içinde mırıldanmayı sürdürdü.
“Uyuyor mu?” diye sordu müzik gibi bir ses. Hemen gözlerimi açtım.
Edward ayakucumda durmuş, sırıtıyordu.
Ona baktım.
“Edward, gerçekten çok üzgünüm…”diye başladı Tyler.
Edward onu susturmak için elini kaldırdı.
“Kan yok, kırık çıkık yok,” dedi, kusursuz dişlerini göstererek güldü. Tyler’ın yatağının kenarına oturdu, yüzü bana dönüktü. Yine sırıttı.
“Heyet kararı nedir?” diye sordu.
“Ben iyiyim ama gitmeme izin vermiyorlar,” diye yakındım. “Neden seni de bizim gibi sedyeyle taşımadılar?”
“Tanıdığınız kişiler önemli,” diye cevap verdi. “Ama üzülmeyin, sizi kurtarmaya geldim.”
O sırada köşeden bir doktor çıktı. Tabi benim ağızım açık kaldı. Genç ve sarışındı… Gördüğüm film yıldızlarından daha yakışıklıydı. Ama solgun ve yorgun görünüyordu, gözlerinin altında halkalar vardı. Babamın tanından onun Edward’ın babası olduğunu anlamıştım.
“Bayan Swan,” dedi Doktor Cullen tatlı bir sesle. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
“İyiyim,” dedim, bunun son olmasını umarak.
Başımın üstündeki ışığı açıp röntgenime baktı.
“Röntgenlerin iyi görünüyor,”dedi. “Başın acıyor mu? Edward kafanı çok sert çarptığını söyledi.”
“İyiyim,”diye tekrarladım içimi çekerek. Bu arada Edward’a da ters ters baktım.
Parmaklarıyla yavaşça dokunarak kafamı muayene etti. İrkildiğimi fark etti.
“Acıyor mu?” diye sordu.
“Çok değil.” Canımın daha çok yandığı zamanlar olmuştu.
Birden bir kıkırdama duydum. Başımı çevirince Edward’ın ukala gülümsemesiyle karşılaştım. Gözlerimi kıstım.
“Baban bekleme odasında. Artık onunla eve gidebilirsin. Ama başın dönerse ya da görme ile ilgili bir sorun olursa buraya dön.”
“Okula gidemez miyim?” diye sordum, Charlie’nin ilgili davranmaya çalışan halini düşünerek.
“Bence bugün dinlenmelisin.”
Edward’a baktım. “O da okula gidecek mi?”
“Biri okuldakilere iyi haber vermeli.” dedi Edward ukala bir tavırla.
“Gerçi neredeyse bütün okul bekleme odasında,” dedi Doktor Cullen.
“Ah, hayır!” diye inledim ellerimle yüzümü kapatarak.
Doktor Cullen kaşlarını kaldırdı. “Kalmak mı istiyorsun?”
“Hayır, hayır,” diyerek yataktan fırladım. Çok hızlı kalkmıştım, birden sendeledim. Doktor Cullen beni tuttu. Endişeli görünüyordu.
“Ben iyiyim,” dedim. Denge problemlerimin başımı vurmamla ilgili olmadığını söylememe gerek yoktu.
“Ağrı kesici olarak Tylenol al,” dedi, doğrulmama yardım ederken.
“Fazla ağrımıyor,” dedim.
“Çok şanslıymışsın,” dedi Doktor Cullen, taburcu kâğıdımı havalı bir şekilde imzalarken gülümsedi.
“Edward yanımda olduğu için çok şanslıydım,” dedim Edward’a sert bir bakış fırlatarak.
“Ah evet,” dedi Doktor Cullen, hemen önündeki kâğıtlarla ilgilenmeye koyuldu. Sonra Tyler’a baktı ve onun yatağının başına gitti. İçgüdülerim bana onun da işin içinde olduğunu söylüyordu.
“Korkarım sen burada daha fazla kalmak zorundasın,” dedi Tyler’a ve onun kesiklerini incelemeye başladı.
Doktor arkasını döner dönmez Edward’ın yanına gittim.
“Seninle konuşabilir miyiz?” dedim dişlerim arasından. Bir adım geri çekildi ve dişlerini sıktı.
“Baban seni bekliyor,” diye tısladı.
Doktor Cullen ve Tyler’a baktım.
“Sakıncası yoksa seninle yalnız konuşmak istiyorum,” diye ısrar ettim.
Bana baktı, arkasını döndü ve hızla odadan çıktı. Ona yetişmek için neredeyse koşmak zorunda kaldım. Köşeyi döndüğümüzde dönüp bana baktı.
“Ne istiyorsun?” diye sordu öfkeyle. Gözlerinde buz gibi bir ifade vardı.
Onun bu kötü tavrı ürkmeme neden oldu. Sözcükler ağzımdan düşündüğüm gibi sert çıkmadı. “Bana bir açıklama borçlusun,”diye hatırlattım ona.
“Hayatını kurtardım, sana hiçbir şey borçlu değilim.”
Sesindeki öfke geri çekilmeme neden oldu “Söz vermiştin”
“Bella, başını vurdun sen. Neden söz ettiğini bilmiyorsun.” Kırıcı konuşuyordu.
Ona öfkeyle baktım. “Kafamda hiçbir şey yok benim.”
“Benden ne istiyorsun, Bella?”
“Gerçeği bilmek istiyorum,” dedim. “Senin bunu neden yaptığını bilmek istiyorum.”
“Ne olduğunu sanıyorsun?” dedi.
Sertçe söylemişti bunu.
“Bildiğim tek şey senin o sırada yanımda olmadığın, Tyler da seni görmemiş, bu yüzden sakın bana başını çok hızlı çarptın deme. O minibüs az kalsın ikimizi de ezecekti, ama ezmedi, ellerinde minibüste bir oyuk açtın. Öbür arabada da oyuk açtım ama kendin yaralanmadın. Minibüsün bacaklarımı ezecekti ama sen minibüsü kaldırdın…” Bunun kulağa çılgınca geldiğini biliyordum, devam edemedim. O kadar öfkelenmiştim ki gözlerimin dolduğunu hissettim; dişlerimi sıkarak gözyaşlarımı geri göndermeye çalıştım.
Şaşkınlık içinde bana bakıyordu. Yüzünde gergin ve savunmacı bir ifade vardı.
“Minibüsü üzerinden kaldırdığımı mı düşünüyorsun?” Aklımın başımda olup olmadığını sorguluyor gibiydi ama bu yalnızca daha çok şüphelenmemi sağladı. Yetenekli bir aktör tarafından başarıyla seslendirilen iyi bir replikti sanki.
Dişlerimi sıkarak başımı salladım.
“Buna kimse inanmaz, biliyorsun.” Şimdi sesinde alay vardı.
“Kimse söylemeyeceğim,” dedim tane tane konuşarak; öfkemi dikkatle kontrol ediyordum.
Yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi. “O zaman bunu ne önemi var?”
“Benim için önemli,” diye üsteledim. “Ben yalan söylemeyi sevmem. Bunu yapıyorsam iyi bir nedeni olmalıdır.”
“Sadece bana teşekkür edip her şeyi unutamaz mısın?”
“Teşekkür ederim,” dedim ama beklenti içindeydim.
“Bunun peşini bırakmayacaksın değil mi?”
“Hayır.”
“O halde… Umarım hayal kırıklığı canını sıkmaz.”
Sessizlik içinde ters ters birbirimize bakıyorduk. İlk konuşan ben oldum, dikkatimi toplamaya çalışıyordum. Onun şahane yüzü yine aklımı başımdan alabilirdi. Yok edici bir meleğe bakmaktan farksız bir şeydi bu.
“Neden beni kurtardın?” dedim buz gibi bir tavırla.
Durdu. Çarpıcı yüzü bir anda kırılgan bir ifadeye büründü.
“Bilmiyorum,” diye fısıldadı.
Sonra arkasını döndü ve yürüdü.
Öyle sinirlenmiştim ki bir süre hareketsiz kaldım. Sonunda yavaş yavaş koridorun sonundaki çıkışa doğru yürüdüm.
Bekleme odası korktuğumdan daha kötüydü. Forks’ta tanıdığım herkes orada durmuş bana bakıyordu sanki. Charlie yanıma geldi.
“Bir şeyim yok,” dedim asık suratla. Hala öfkeliydim, konuşacak halim yoktu.
“Doktor ne dedi?”
“Doktor Cullen beni muayene etti, iyi olduğumu ve eve gidebileceğimi söyledi.” İçimi çektim. Mike, Jessica ve Eric oradaydı ve bize doğru geliyorlardı. “Haydi, gidelim,” dedim.
Charlie, kolunu belime koydu, aslında bana pek dokunduğu söylenemezdi; birlikte cam kapıya doğru yürüdük. Arkadaşlarıma aptal aptal el salladım, benim için endişelenmemelerini sağlamak istiyordum. İlk defa polis arabasına bineceğim için sevindim.
Sessizce yol alıyorduk. Aklım o kadar karışıktı ki, Charlie’nin varlığını bile farkında değildim. Koridordaki konuşma sırasında Edward’ın savunmaya geçmesi, tanık olduğum ve inanmakta güçlük çektiğim olayları kanıtlar gibiydi.
Eve vardığımızda Charlie nihayet konuştu.
“Şey. Sanırım Renee’yi araman gerek.” Suçlu suçlu başını öne eğdi.
Afallamıştım. “Anneme söyledin mi?”
“Üzgünüm!”
Polis arabasından inerken kapıyı çarptım.
Annem deliye dönmüştü tabii. Onu sakinleştirmek için en az otuz kez iyi olduğumu söylemek zorunda kaldım. Bana eve dönmem için yalvardı, o sırada evin boş olduğunu unutmuştu. Ama onun yalvarışlarına direnmek düşündüğümden daha kolay oldu. Edward’ın yarattığı gizem ben yiyip bitiriyordu. Onun hakkında takıntılı hale gelmiştim. Aptal aptal aptal! Normal, aklı başında olan her insan Forks’tan kaçmaya can atardı ama ben pek hevesli değildim.
O gece erken yatmam gerektiğine kara verdim. Charlie beni endişeli gözlerle izlemeye devam ediyordu ve bu artık sinirlerime dokunmaya başlamıştı. Banyoya uğrayıp üç tane Tylenol aldım. Bunlar işime yaradı, ağrılarım hafifleyince uykuya daldım.
O gece ilk kez Edward Cullen’ı rüyamda gördüm.
3. Garip Bir Olay
Sabahleyin gözlerimi açtığımda farklı bir şey vardı.
Işık! Hâlâ ormandaki bulutlu bir günün gri – yeşil ışığı vardı ama bu kez daha berraktı sanki. Penceremi kaplayan bir sis bulutunun olmadığını fark ettim.
Dışarı bakmak için yatağımdan fırladım ve korkuyla homurdandım.
Kalın bir kar tabakası avluyu ve kamyonetimi örtmüştü, yol bembeyazdı. Ama en kötüsü bu değildi. Önceki gün yağan yağmur buza dönüşmüştü; ağaçların dallarının ucuna şahane şekiller oluşmuş; yol ise ölümcül bir buz tabakasına dönüşmüştü. Ben düz yolda bile düşen bir tiptim; yatağıma dönmem en güvenlisi olacaktı.
Charlie ben aşağı inmeden işe gitmişti. Aslında Charlie’yle yaşamak pek çok yönden tek başıma yaşamaktan farksızdı benim için; yalnız kalmaktan çok yalnızlığın tadını çıkarıyordum.
Bir kâse mısır gevreği ve karton kutudan bir bardak portakal suyu aldım. Okula gitmek için sabırsızlanıyordum ve bu beni korkutuyordu. Bu sabırsızlığın uyarıcı öğrenme ortamından ya da yeni arkadaşlarımla görüşecek olmaktan kaynaklanmadığını biliyorum. Kendime karşı dürüst olmam gerekirse, heyecanlıydım çünkü Edward Cullen’ı görecektim. Bu çok aptalcaydı.
Önceki günkü salakça, utanç verici konuşmamdan sonra ondan uzak durmam gerekiyordu. Ayrıca ondan şüpheleniyordum; neden gözleri konusunda yalan söylüyordu? Bana karşı sergilediği düşmanca davranışlarından hala korkuyordum; ve o hala kusursuz yüzü gözümün önüne geldiğinde dilim tutuluyordu. İkimiz ayrı dünyaların insanlarıydık. Bu yüzden onu görme konusunda bu kadar hevesli olmamalıydım.
Düşüp bir yerimi kırmamak için tüm dikkatimi yola verdim. Tam kamyonetime yaklaştığım sırada dengemi kaybettim ama son anda dikiz aynasına tutunup düşmemeyi başardım. Bugün kâbustan farksın olacaktı.
Okula doğru yol alırken, kaza yapma korkumu ve Edward Cullen konusundaki tatsız spekülasyonlarımı kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım. Eric ve Mike’ı, buradaki oğlanlardan bana ne kadar farklı davrandığını düşündüm. Phonex’te nasılsam burada da öyleydim. Belki eski okulumdaki oğlanlar benim ergenlik dönemime tanık oldukları ve o dönemdeki çirkin hallerimi bildikleri için beni hala öyle sanıyorlardı. Belki de yeniliklerin pek olmadığı bir yerde yeni olduğum için böyle bir ilgi görüyordum. Neden ne olursa olsun, Mike’ın bir köpek yavrusunu andıran davranışları ve Eric’le aralarındaki rekabet ben rahatsız ediyordu. Belki beni yok saymalarını tercih ederdim.
Kamyonet yolu kaplayan siyah buzun üzerinde giderken sıkıntı çekmiyordu. Yine de, Main Caddesi’nde bir hasara neden olmamak için arabayı yavaş kullanıyordum. Kamyonetten indiğimde neden pek sıkıntı yaşamadığımı anladım. Gözüme gümüş rengi bir şey çarpınca, dikkatle tutunarak, lastikleri kontrol etmek için kamyonun arka tarafına geçtim. Tekerleklere baklava şeklinde ince zincirler takılmıştı. Charlie kamyonuma kar zincirleri takmak için kaçta kalkmıştı kim bilir? Birden boğazıma bir şey düğümlendi. İlgi görmeye alışkın değildim ve Charlie’nin bu beklenmedik ilgisi beni şaşırtmıştı.
Kamyonetin arkasında durmuş, zincirlerin yarattığı duygusal dalgalanmayla mücadele etmeye çalışırken, garip bir ses duydum.
Son derece tiz bir sesti, bu ve gidere yükseliyordu. Başımı kaldırıp baktığımda donup kaldım.
Aynı anda pek çok şey gördüm. Hiçbir şey filmlerdeki gibi ağır çekimde hareket etmiyordu. Aksine, beynime hücum eden adrenalin kafamın daha hızlı çalışmasına neden oldu. Aynı anda bir dürü şeyi ayrıntılarıyla görebildim.
Edward Cullen dört araba ileride durmuş, bana dehşetle bakıyordu. Yüzü, aynı dehşet ifadesini taşıyan bir sürü yüz arasında hemen göze çarpıyordu. Ancak en önemlisi, lacivert bir minibüs fren yüzünden lastikleri kilitlenmiş bir halde park yerinden dönerek kayıyordu. Birazdan kamyonetimin arka köşesine çarpacaktı ve ben ikisinin arasında duruyordum. Gözlerimi kapatacak zamanım bile yoktu.
Minibüsün kamyonetime çarpmasıyla çıkan garip sesi duymadan hemen önce, bir şey bana sertçe çarptı, ancak bu darbe beklediğim yönden gelmemişti. Başımı buzlu yere çarptım, beni yere yapıştıran sert soğuk bir şey hissettim. Kamyonetimi yanına park ettiğim taba rengi arabanın arkasında kaldırımda yatıyordum. Başka ne olduğunu anlayacak fırsatım olmadı çünkü minibüs hâlâ hareket ediyordu. Büyük bir gürültüyle kamyonetin arkasında döndü ve yine kayarak üstüme geldi.
Alçak sesle edilen bir küfür duyunca yanımda biri olduğunu fark ettim; bu sesi tanımamak imkânsızdı. İki uzun, beyaz el beni korumak için önüme uzandı. Minibüs yüzüme birkaç santim uzaklıkta durdu. İri eller, şans eseri minibüsün gövdesinin yan tarafındaki oyuğa girmişti.
Sonra eller o kadar hızlı hareket etti ki görmek imkânsızdı. Bir eli minibüsün gövdesinin alt tarafını kavradı. Bir şey beni sürüklüyordu; bacaklarım taba-rengi arabanın lastiklerine değene kadar oyuncak bebek gibi çekti beni. Metalik bir gürültü kulaklarını tırmaladı, camı patlayan minibüs bir saniye önce bacaklarımın bulunduğu yere yerleşti.
Çığlıklar başlamadan bir saniye önce derin bir sessizlik oldu. O müthiş karışıklık içinde, bir sürü insanın adımı bağırdığını duyabiliyordum. Ancak Edward Cullen’ın kısık ve telaşlı sesini bütün bağırışlardan net duydum.
“Bella? İyi misin?”
“İyiyim.” Sesim garipti. Oturmaya çalıştım ve beni kendi bedeninin yan tarafına sımsıkı bastırdığını hissettim.
“Dikkat et,” diye uyardı beni, ben kalkmaya çalışırken. “Sanırım başını çok sert vurdun.”
O an sol kulağımdaki şiddetli ağrıyı fark ettim. “Ah,” dedim şaşkınlıkla.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Garip ama, kahkahasını bastırmaya çalışır gibiydi.
“Nasıl…”sesim hafifledi. Kafamı toplamaya, mantıklı düşünmeye çalıştım. “Nasıl o kadar hızlı yetiştin?”
“Tam senin yanında duruyordum Bella,” dedi, sesi yine ciddileşmişti.
Yine oturmaya çalıştım; bu kez bana izin verdi. Bileğimi sıkan elini gevşetti; dar alanın elverdiği ölçüde benden uzaklaştı. Onun ilgili, masum yüzüne baktım; altın rengi gözlerinin gücü yine aklımı başımdan aldı. Ona ne soruyordum?
Derken bizi buldular. Gözlerinden yaşlar süzülen bir sürü insan birbirlerine ve bize sesleniyorlardı.
“Hareket etme,” diye talimat verdi biri.
“Tyler’ı minibüsten çıkarın!”diye bağırdı bir başkası. Etrafta müthiş bir koşuşturma vardı. Ayağa kalkmaya çalıştım ama Edward’ın soğuk eli omzumu tutup bastırdı.
“Bir süre böyle kal.”
“Ama çok soğuk,” diye yakındım. Bıyık altından gülmesi beni şaşırttı. Her şeyin bir yeri vardı.
“Sen ötedeydin,” diye hatırladım. Gülümsemesi bir anda kayboldu. “Arabanın yanındaydın.”
Yüzündeki ifade sertleşti. “Hayır, değildim.”
“Seni gördüm.” Etrafta tam bir karmaşa hâkimdi. Kaza yerine gelen yetişkinlerin boğuk seslerini duyabiliyordum. Ancak ben inatla tartışmamızı sürdürmeye çalışıyordum; ben haklıydım, o da bunu itiraf edecekti.
“Bella, beni senin yanında duruyordum ve seni yoldan çektim.” Çok önemli bir şey söylermiş gibi, gözlerinin o müthiş, etkileyici gücünü bana yöneltti.
“Hayır,” dedim başımı kaldırarak.
Gözerlindeki altın parladı. “Bella, lütfen.”
“Neden?” diye sordum.
“Bana güven,” diye yalvardı yumuşak bir sesle.
Artık siren seslerini duyabiliyordum. “Bana her şeyi daha sonra anlatacağına söz verir misin?”
“Peki,” diye homurdandı aniden öfkelenerek.
Bende öfkeyle tekrarladım. “Peki.”
Sedyeyi getirebilmek için minibüsü altı sağlık görevlisi ve iki öğretmen – Bay Varner ve Koç Clapp – itip bizden uzaklaştırdı. Edward kendisi için getirilen sedyeye uzanmayı kesinlikle reddetti, bende aynı şey yapmak istedim ama hain Edward onlara başımı çarptığımı ve büyük olasılıkla şok geçirdiğimi söyledi. Bana boyunluk taktıklarında utancımdan ölecektim. Hemen bütün okul orada durmuş, benim ambulansa bindirilişimi izliyordu.
Edward ambulansın ön tarafına binmişti. Çok sinir bozucuydu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, beni oradan götürmelerine fırsat kalmadan Şef Swan geldi.
Sedyede beni görünce, “Bella!” diye bağırdı panik içinde.
“Ben çok iyiyim Char…baba.” İçimi çektim. “Bir şeyim yok.”
Benim söylediğime inanmayıp en yakınındaki sağlık görevlisine sordu. Beynimde dönüp duran karmaşık imgeleri yorumlamak için babamı duymazdan geldim.
Beni arabanın yanından kaldırdıklarında taba rengi arabanın tamponundaki derin çukuru görmüştüm. Tam Edward’ın omuzlarına uyarak genişlikte uyacak bir çukurdu bu. Kendimi arabaya siper etmiş ve arabanın kaportasının içine çökmesini sağlayacak bir güç sergilemişti sanki.
Ailesi de oradaydı; olup bitenleri uzaktan izliyordu. Yüzlerinde hoşnutsuzlukla öfke karşımı ifadeler vardı; ancak hiçbiri kardeşinin sağlığından endişe etmiyor gibiydi.
Gördüklerimi açıklayabilecek mantıklı bir çözüm düşünmeye çalıştım; benim deli olduğum varsayımını çürütecek bir çözüm.
Doğal olarak hastaneye giderken bir polis arabası da bize eşlik etti. Beni otobüsten indirirken, kendimi aptal gibi hissettim. İşin kötüsü, Edward hastane kapısından yürüyerek girmişti. Dişlerimi gıcırdattım.
Beni açık renk uzun perdelerle birbirinden ayrılmış bir sıra yatağın bulunduğu acil servis odasına yerleştirdiler. Bir hemşire koluma tansiyon aleti taktı ve dilimin altına da bir termometre yerleştirdi. Kimse etrafımdaki perdeyi çekip mahremiyetimi korumayı akıl etmediği için, o aptal boyunluğu daha fazla takmak zorunda olmadığını düşündüm. Hemşire gider gitmez boyunluğu çıkarttım ve yatağın altına attım.
Hastanede yine bir telaş yaşandı; yanıma başka bir sedye getirdiler. Devlet yönetimi dersinden arkadaşım olan Tyler Crowley idi bu; başı kan içinde kalmış bandajlarla sımsıkı sarılıydı.
Benden yüz kat kötü görünüyordu. Ama endişeyle bana bakıyordu.
“Bella, çok üzgünüm!”
“Ben iyiyim Tyler. Sen berbat görünüyorsun, iyi misin?”
Biz konuşurken hemşireler kanlı sargıları çıkarmaya başladılar. Tyler’ın alnındaki ve sol yanağındaki kesikler ortaya çıktı.
Beni duymamış gibiydi. “Seni öldüreceğimi sandım! Çok hızlı gidiyordum, buza çarptım, sonra…”
Hemşirelerden biri yüzüne dokununca sıçradı.
“Üzülme, çarpmadın bana.”
“Nasıl o kadar hızlı çekildin yolumdan? Bir an önümde gördüm seni sonra yok oldun.”
“Şey…. Beni Edward çekti.”
Kafası karışmıştı. “Kim?”
“Edward Cullen, o sırada yanımda duruyordu.” Hiçbir zaman yalan söylemeyi beceremedim. Yine pek inandırıcı değildi söylediğim.
“Cullen mı? Onu görmedim… Tanrım, her şey o kadar hızlı oldu ki… O iyi mi?”
“İyi sanırım. O da burada sedyeye yatmayı kabul etmedi.”
Deli olmadığımı biliyordum. Peki ne olmuştu? Gördüklerimi açıklamanın hiçbir yolu yoktu.
Başımın röntgenini çekmek için beni tekerlekli sandalyeyle götürdüler. Onlara hiçbir şeyimin olmadığını söyledim. Haklıydım. Sarsıntı bile geçirmemiştim. Gidip gidemeyeceğimi sordum. Hemşire önce doktorla konuşmam gerektiğini söyledi. Acil serviste hapsolmuştum. Tyler’ın özürlerinden ve bunu telafi edeceğine dair yeminlerinden sıkılmıştım. Defalarca iyi olduğumu söylememe ve onu ikna etmeye çalışmama rağmen, kendi, kendine işkence etmeye devam etti. Sonunda gözlerimi kapattım ve onu duymazdan geldim. O da pişmanlık içinde mırıldanmayı sürdürdü.
“Uyuyor mu?” diye sordu müzik gibi bir ses. Hemen gözlerimi açtım.
Edward ayakucumda durmuş, sırıtıyordu.
Ona baktım.
“Edward, gerçekten çok üzgünüm…”diye başladı Tyler.
Edward onu susturmak için elini kaldırdı.
“Kan yok, kırık çıkık yok,” dedi, kusursuz dişlerini göstererek güldü. Tyler’ın yatağının kenarına oturdu, yüzü bana dönüktü. Yine sırıttı.
“Heyet kararı nedir?” diye sordu.
“Ben iyiyim ama gitmeme izin vermiyorlar,” diye yakındım. “Neden seni de bizim gibi sedyeyle taşımadılar?”
“Tanıdığınız kişiler önemli,” diye cevap verdi. “Ama üzülmeyin, sizi kurtarmaya geldim.”
O sırada köşeden bir doktor çıktı. Tabi benim ağızım açık kaldı. Genç ve sarışındı… Gördüğüm film yıldızlarından daha yakışıklıydı. Ama solgun ve yorgun görünüyordu, gözlerinin altında halkalar vardı. Babamın tanından onun Edward’ın babası olduğunu anlamıştım.
“Bayan Swan,” dedi Doktor Cullen tatlı bir sesle. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
“İyiyim,” dedim, bunun son olmasını umarak.
Başımın üstündeki ışığı açıp röntgenime baktı.
“Röntgenlerin iyi görünüyor,”dedi. “Başın acıyor mu? Edward kafanı çok sert çarptığını söyledi.”
“İyiyim,”diye tekrarladım içimi çekerek. Bu arada Edward’a da ters ters baktım.
Parmaklarıyla yavaşça dokunarak kafamı muayene etti. İrkildiğimi fark etti.
“Acıyor mu?” diye sordu.
“Çok değil.” Canımın daha çok yandığı zamanlar olmuştu.
Birden bir kıkırdama duydum. Başımı çevirince Edward’ın ukala gülümsemesiyle karşılaştım. Gözlerimi kıstım.
“Baban bekleme odasında. Artık onunla eve gidebilirsin. Ama başın dönerse ya da görme ile ilgili bir sorun olursa buraya dön.”
“Okula gidemez miyim?” diye sordum, Charlie’nin ilgili davranmaya çalışan halini düşünerek.
“Bence bugün dinlenmelisin.”
Edward’a baktım. “O da okula gidecek mi?”
“Biri okuldakilere iyi haber vermeli.” dedi Edward ukala bir tavırla.
“Gerçi neredeyse bütün okul bekleme odasında,” dedi Doktor Cullen.
“Ah, hayır!” diye inledim ellerimle yüzümü kapatarak.
Doktor Cullen kaşlarını kaldırdı. “Kalmak mı istiyorsun?”
“Hayır, hayır,” diyerek yataktan fırladım. Çok hızlı kalkmıştım, birden sendeledim. Doktor Cullen beni tuttu. Endişeli görünüyordu.
“Ben iyiyim,” dedim. Denge problemlerimin başımı vurmamla ilgili olmadığını söylememe gerek yoktu.
“Ağrı kesici olarak Tylenol al,” dedi, doğrulmama yardım ederken.
“Fazla ağrımıyor,” dedim.
“Çok şanslıymışsın,” dedi Doktor Cullen, taburcu kâğıdımı havalı bir şekilde imzalarken gülümsedi.
“Edward yanımda olduğu için çok şanslıydım,” dedim Edward’a sert bir bakış fırlatarak.
“Ah evet,” dedi Doktor Cullen, hemen önündeki kâğıtlarla ilgilenmeye koyuldu. Sonra Tyler’a baktı ve onun yatağının başına gitti. İçgüdülerim bana onun da işin içinde olduğunu söylüyordu.
“Korkarım sen burada daha fazla kalmak zorundasın,” dedi Tyler’a ve onun kesiklerini incelemeye başladı.
Doktor arkasını döner dönmez Edward’ın yanına gittim.
“Seninle konuşabilir miyiz?” dedim dişlerim arasından. Bir adım geri çekildi ve dişlerini sıktı.
“Baban seni bekliyor,” diye tısladı.
Doktor Cullen ve Tyler’a baktım.
“Sakıncası yoksa seninle yalnız konuşmak istiyorum,” diye ısrar ettim.
Bana baktı, arkasını döndü ve hızla odadan çıktı. Ona yetişmek için neredeyse koşmak zorunda kaldım. Köşeyi döndüğümüzde dönüp bana baktı.
“Ne istiyorsun?” diye sordu öfkeyle. Gözlerinde buz gibi bir ifade vardı.
Onun bu kötü tavrı ürkmeme neden oldu. Sözcükler ağzımdan düşündüğüm gibi sert çıkmadı. “Bana bir açıklama borçlusun,”diye hatırlattım ona.
“Hayatını kurtardım, sana hiçbir şey borçlu değilim.”
Sesindeki öfke geri çekilmeme neden oldu “Söz vermiştin”
“Bella, başını vurdun sen. Neden söz ettiğini bilmiyorsun.” Kırıcı konuşuyordu.
Ona öfkeyle baktım. “Kafamda hiçbir şey yok benim.”
“Benden ne istiyorsun, Bella?”
“Gerçeği bilmek istiyorum,” dedim. “Senin bunu neden yaptığını bilmek istiyorum.”
“Ne olduğunu sanıyorsun?” dedi.
Sertçe söylemişti bunu.
“Bildiğim tek şey senin o sırada yanımda olmadığın, Tyler da seni görmemiş, bu yüzden sakın bana başını çok hızlı çarptın deme. O minibüs az kalsın ikimizi de ezecekti, ama ezmedi, ellerinde minibüste bir oyuk açtın. Öbür arabada da oyuk açtım ama kendin yaralanmadın. Minibüsün bacaklarımı ezecekti ama sen minibüsü kaldırdın…” Bunun kulağa çılgınca geldiğini biliyordum, devam edemedim. O kadar öfkelenmiştim ki gözlerimin dolduğunu hissettim; dişlerimi sıkarak gözyaşlarımı geri göndermeye çalıştım.
Şaşkınlık içinde bana bakıyordu. Yüzünde gergin ve savunmacı bir ifade vardı.
“Minibüsü üzerinden kaldırdığımı mı düşünüyorsun?” Aklımın başımda olup olmadığını sorguluyor gibiydi ama bu yalnızca daha çok şüphelenmemi sağladı. Yetenekli bir aktör tarafından başarıyla seslendirilen iyi bir replikti sanki.
Dişlerimi sıkarak başımı salladım.
“Buna kimse inanmaz, biliyorsun.” Şimdi sesinde alay vardı.
“Kimse söylemeyeceğim,” dedim tane tane konuşarak; öfkemi dikkatle kontrol ediyordum.
Yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi. “O zaman bunu ne önemi var?”
“Benim için önemli,” diye üsteledim. “Ben yalan söylemeyi sevmem. Bunu yapıyorsam iyi bir nedeni olmalıdır.”
“Sadece bana teşekkür edip her şeyi unutamaz mısın?”
“Teşekkür ederim,” dedim ama beklenti içindeydim.
“Bunun peşini bırakmayacaksın değil mi?”
“Hayır.”
“O halde… Umarım hayal kırıklığı canını sıkmaz.”
Sessizlik içinde ters ters birbirimize bakıyorduk. İlk konuşan ben oldum, dikkatimi toplamaya çalışıyordum. Onun şahane yüzü yine aklımı başımdan alabilirdi. Yok edici bir meleğe bakmaktan farksız bir şeydi bu.
“Neden beni kurtardın?” dedim buz gibi bir tavırla.
Durdu. Çarpıcı yüzü bir anda kırılgan bir ifadeye büründü.
“Bilmiyorum,” diye fısıldadı.
Sonra arkasını döndü ve yürüdü.
Öyle sinirlenmiştim ki bir süre hareketsiz kaldım. Sonunda yavaş yavaş koridorun sonundaki çıkışa doğru yürüdüm.
Bekleme odası korktuğumdan daha kötüydü. Forks’ta tanıdığım herkes orada durmuş bana bakıyordu sanki. Charlie yanıma geldi.
“Bir şeyim yok,” dedim asık suratla. Hala öfkeliydim, konuşacak halim yoktu.
“Doktor ne dedi?”
“Doktor Cullen beni muayene etti, iyi olduğumu ve eve gidebileceğimi söyledi.” İçimi çektim. Mike, Jessica ve Eric oradaydı ve bize doğru geliyorlardı. “Haydi, gidelim,” dedim.
Charlie, kolunu belime koydu, aslında bana pek dokunduğu söylenemezdi; birlikte cam kapıya doğru yürüdük. Arkadaşlarıma aptal aptal el salladım, benim için endişelenmemelerini sağlamak istiyordum. İlk defa polis arabasına bineceğim için sevindim.
Sessizce yol alıyorduk. Aklım o kadar karışıktı ki, Charlie’nin varlığını bile farkında değildim. Koridordaki konuşma sırasında Edward’ın savunmaya geçmesi, tanık olduğum ve inanmakta güçlük çektiğim olayları kanıtlar gibiydi.
Eve vardığımızda Charlie nihayet konuştu.
“Şey. Sanırım Renee’yi araman gerek.” Suçlu suçlu başını öne eğdi.
Afallamıştım. “Anneme söyledin mi?”
“Üzgünüm!”
Polis arabasından inerken kapıyı çarptım.
Annem deliye dönmüştü tabii. Onu sakinleştirmek için en az otuz kez iyi olduğumu söylemek zorunda kaldım. Bana eve dönmem için yalvardı, o sırada evin boş olduğunu unutmuştu. Ama onun yalvarışlarına direnmek düşündüğümden daha kolay oldu. Edward’ın yarattığı gizem ben yiyip bitiriyordu. Onun hakkında takıntılı hale gelmiştim. Aptal aptal aptal! Normal, aklı başında olan her insan Forks’tan kaçmaya can atardı ama ben pek hevesli değildim.
O gece erken yatmam gerektiğine kara verdim. Charlie beni endişeli gözlerle izlemeye devam ediyordu ve bu artık sinirlerime dokunmaya başlamıştı. Banyoya uğrayıp üç tane Tylenol aldım. Bunlar işime yaradı, ağrılarım hafifleyince uykuya daldım.
O gece ilk kez Edward Cullen’ı rüyamda gördüm.