“O sosisi yiyecek misin?” diye sordu Paul Jacob’a, gözleri tabakta kalan son parçaya
kilitlenmişti.
Jacob dizlerime yaslanmış, şişe geçirilip ateşde pişirildiğinden üzerinde kabarcıklar olan sosisle
tabağında oynuyordu. İç geçirdikten sonra karnına vurdu. O kadar çok sosisli sandviç yemişti
ki onuncudan sonrasını sayamamıştım ama hala bir şekilde düzdü karnı. Bu arada dev
boyutlarda cips ve iki litre de alkolsüz birayı saymıyordum bile.
“Sanırım,” dedi Jake yavaşça. “Kusacak kadar çok yedim ama bence kendimi zorlayabilirim.
Eğlenceli olmayacak tabii.” Üzgün bir şekilde iç geçirdi gene.
Her ne kadar en az Jacob kadar tıka basa yemiş olsa da Paul öfkeyle baktı ve yumruklarını
sıktı.
“Kandırdım,” dedi Jacob gülerek. “Şaka yapıyordum Paul. Al hadi.”
Ev yapımı şişe takılı sosisi ona doğru fırlattı. Yere düşmesini bekliyordum ama Paul sorunsuz
bir şekilde, hiçbir zorluk çekmeden son anda yakaladı.
“Teşekkürler dostum,” dedi Paul, huysuzluğu bir anda yok olmuştu.
Kumların üzerinde yanan ateşden bir çıtırtı duyuldu. Turuncu bir duman siyah göğe doğru
yükselmişti. Komikti, güneşin battığını fark etmemiştim bile. İlk defa ne kadar geciktiğimi
merak ettim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım.
Quileuteler ile takılmak beklediğimden daha da rahattı.
Jacob ve ben motoru garaja bıraktığımızda pişman bir şekilde kaskın iyi bir fikir olduğunu ve
bunun önceden düşünmüş olması gerektiğini söyledi. Onunla ateşin yanına geldiğimizde diğer
kurt adamların beni bir hain gibi görüp görmediklerini merak ediyordum. Beni davet ettiği için
Jacob’a kızacaklar mıydı? Ya da partinin tadını kaçıracak mıydım?
Fakat Jacob beni ormandan çekiştirerek partinin yapılacağı kayalık yerin zirvesine
götürdüğünde – bu arada biz oraya vardığımızda yakılan ateş bulutların arkasına saklanmış
olan güneşten daha parlaktı – her şey güzel ve tatlı geçti.
“Selam, vampir kız!” diye selamladı Embry bağırarak.
Quil bir beşlik çakmak için ayağa fırladı ve beni yanağımdan öptü. Emily ise onun ve Sam’in
yanındaki soğuk kayaya oturduğumuzda elimi sıktı.
Birkaç takılma daha oldu – ki genelde Paul yaptı bunları – bunlar da kan emicilerin kokusunun
rüzgarla geldiği hakkındaydı, o zaman da bu koku başkasından geliyormuş gibi davrandım.
Sadece gençler yoktu partide, Billy de gelmişti ve tekerlekli sandalyesinin bulunduğu yer doğal
olarak çemberin başını oluşturmuştu. Onun hemen yanındaysa katlanır sandalyesiyle Quil’in gri
saçlı, ve narin görünümlü büyükbabası Yaşlı Quil vardı. Onun yanında Charlie’nin arkadaşı,
Harry’nin dul eşi olan Sue Clearwater ve onun iki çocuğu, Leah ile Seth, bulunuyordu. Bu beni
şaşırtmıştı, ama kesin olan şu ki artık üçü de bu sırrı paylaşıyordu. Billy’nin Quil ve Sue ile
konuşma şekline bakarak Sue’nun Harry’nin yerini aldığına karar verdim. Bu onun çocuklarını
otomatik olarak La Push’un gizli topluluğunun bir üyesi mi yapıyordu?
Sam ve Emily’nin tam karşısında oturan Leah için ne kadar zor bir durum olduğunu geçirdim
aklımdan. Güzel yüzü duygularını ele vermiyordu ama gözlerini bir an olsun yanan ateşten
ayırmamıştı. Leah’ın kusursuz yüzüne bakarken Emily’nin zarar görmüş yüzüyle kıyaslamaktan
kendimi alamadım. Acaba Leah Emily’nin yara izleri hakkında ne düşünüyordu, nasıl
olduklarını biliyor muydu? Ona göre bu adil mi olmuştu?
Küçük Seth Clearwater artık o kadar da küçük değildi. Kocaman ve mutlu gülümseyişi ile sırık
gibi uzamış boyu bana Jacob’ın önceki zamanlarını anımsatmıştı. Onun hayatı da bu
çocuklarınki gibi korkunç biçimde değişecek miydi? Onun ve ailesinin gelecekte burada
bulunmasına izin verilecek miydi?
Tüm sürü buradaydı; Sam ve onun Emily’si, Paul, Embry, Quil, Jared ve mühürlendiği kız olan
Kim.
Kim hakkındaki ilk izlenimim hoş bir kız olduğuydu, biraz utangaç ve sıradandı da. Geniş bir
yüzü, iri elmacık kemikleri ve onlarla uyumlu ufacık gözleri vardı.Ağzı ve burnu da standart
güzellik anlayışından farklı olarak fazlaca iriydi. İnce telli, düz siyah saçlarıysa kayalıklarda
eksik olmayan rüzgarda savruluyordu.
Bu benim ilk izlenimimdi. Fakat birkaç saat Jared ve Kim’i izledikten izledikten sonra artık
onun hakkındaki hiçbir şeyi sıradan bulmuyordum.
Jared kıza öyle bir bakıyordu ki! Sanki kör bir adamın ilk defa güneşi görmesi gibiydi. Bir
koleksiyoncunun daha önce keşfedilmemiş bir Da Vinci eserini bulmasına ya da bir annenin
yeni doğmuş çocuğunu ilk defa görmesine benziyordu bu bakış.
Onun meraklı gözlerinden dolayı kıza daha bir dikkatli bakmaya başladım. Teninin ateşin
aydınlattığı kısımlarının nasıl kırmızımsı göründüğünü, dolgun dudaklarının şeklini, upuzun
kirpiklerini ve aşağıya baktığında onların nasıl yanaklarına değdiğini fark ettim.
Kim’in teni bazen Jared’in ona gözünü dikip bakmasından dolayı utançtan kızarıyordu ama
gözlerini ondan uzak tutmakta da aynı şekilde zorlanıyordu.
Onları seyrederken Jacob’ın bana mühürlenmek hakkında söylediklerini daha iyi anladım –
fakat öyle bir adanmışlığa ve hayranlığa karşı koymak gerçekten zor.
Kim şu anda Jared’ın göğsüne başını yaslamış, Jared ise ona sarılmıştı. Ona şu anda ne kadar
sıcak bastığını sadece tahmin edebilirdim.
“Geç oluyor,” diye mırıldandım Jacob’a.
“Daha başlamadı ama,” diye fısıldadı – tabii grubun yarısı bizim konuşmalarımızı rahatça
duyacak kadar iyi kulaklara sahipti. “En iyi kısmı geliyor.”
“En iyi kısımda ne? Koca bir ineği mi yiyeceksin?”
Jacob gülmesini bastırmaya çalıştı. “Hayır. Son kısım. Biz her hafta yemek yemek için
buluşmuyoruz. Bu aslında bir konsül toplantısı. Quil hikayeleri ilk defa duyacak.Aslında onları
çoktan duydu ama doğru olduklarını bilmiyordu. Bu bir erkeği daha da dikkatli yapıyor. Kim
ve Seth’in de ilk seferleri ayrıca.
“Hikayeler mi?”
Sırtımı kayaya dayamıştım, Jacob hemen yanıma sıkıştı. Kolunu omzuma koydu ve kulağıma
doğru konuşmaya başladı.
“Bu hikayelerin her zaman efsaneler olduğunu düşünmüştük,” dedi. “Nasıl oluştuğumuzu
anlatan hikayeler. İlk hikaye ruh savaşçılar.”
Giriş tıpkı Jacob’ın anlattığı gibiydi. Yanan ateşin etrafındaki atmosfer ansızın değişmişti. Paul
ve Embry daha düzgün oturuyorlardı. Kim de Jared’ın onu dirseğiyle dürtüklemesi sonucu
oturuşunu düzeltmişti.
Emily eline bir not defteri ve kalem hazırladı, önemli bir derse gelmiş bir öğrenciye benziyordu.
Sam onun yanına doğru kaydı, böylece Quil ile birlikte aynı yöne doğru bakıyorlardı artık. O
an aniden fark ettim ki konsülün yaşlıları üç değil dört kişilerdi.
Leah Clearwater’ın yüzünde hala güzel ve duygusuz bir maske vardı ama gözlerini kapadı –
bunu yorgun olduğundan yapmamıştı, konsantre olmaya çalışıyor gibiydi. Kardeşi yaşlıların
tarafına doğru eğildi.
Ateş çatırdadı, küçük bir duman yığını daha geceye karıştı.
Billy boğazını temizledi ve oğlundan farklı olarak fısıldamadan derinden gelen tok bir sesle
konuşmaya başladı. Kelimeler ağzından büyük bir inançla dökülüyordu, sanki hepsini
yüreğinden söylüyor gibiydi ama içinde kolay farkedilmeyen bir ritim de barındırıyordu. Sanki
yazarı tarafından okunan bir şiirdi bu.
“Quileuteler başlangıçta bir avuç insanlardı,” dedi Billy. “Ve hala öyleyiz ama asla yok
olmadık. Çünkü kanımızda her zaman büyü vardı. Bu her zaman şekil değiştirme değildi – ki
bu sonradan gelmişti. Önceleri bizler ruh savaşçılardık.
Her zaman otoriter biri olduğunu bildiğim Billy Black’in sesinin daha evvel bu kadar azametli
olduğunu fark etmemiştim.
Emily’nin anlattığı hiçbir şeyi kaçırmamak istemesinden kağıda hızla yazıyordu.
“Başlangıçta bizim kabilemiz bu limana yerleşti, balıkçılıkta ve kayık yapımında beceri kazandı.
Fakat küçük bir kabileydik ve limanda balık boldu. Diğerleri bizim topraklarımıza göz diktiler
ve elimizde tutamayacak kadar azdık. Daha büyük bir kabile bize saldırdı ve biz de
kayıklarımıza atlayıp onlardan kaçtık.
“Kaheleha ilk ruh savaşçı değildi ama ondan öncesini hatırlamıyoruz. Kimin ilk olarak bu gücü
keşfettiğini ya da bu krizden önce nasıl kullanıldığını anımsamıyoruz. Kaheleha tarihimizdeki
ilk Ruh Şefiydi. Bu acil durumda Kaheleha topraklarımızı savunmak için büyülü gücünü
kullandı.
“O ve diğer savaşçılar kayıklardan ayrıldı – bedenen değil ama ruhen. Onların kadınları onların
bedenlerine ve kayıklara göz kulak oldu, onlarda limanımızı geri aldılar.
“Onlar fiziksel olarak düşman kabileye dokunamıyordu ama başka yöntemleri vardı. Hikayeler
bize düşman yerleşimlerine şiddetli rüzgarlar üflediğini söylüyor; rüzgarda korkunç bir şekilde
bağırıp çığlık atarak düşmanlarını korkuturlarmış. Hikayeler ayrıca bize hayvanların ruh
savaşçılarını görüp onları anladığını da söylüyor: hayvanlar onların emirlerine itaat edermiş.
“Kaheleha yanına ruh ordusunu almış ve işgalcilerden hıncını çıkarmış. Bu işgalci kabilenin
kocaman, tüylü bir köpek sürüsü varmış ve onları soğuk kuzey kısmında kızakları çekmek için
kullanırlarmış. Bu köpekleri sahiplerine karşı çevirmiş ve mağaralardan savaşçı yarasaları
çağırıp etraflarını sardırmış. Çığlık atan rüzgarı kullanmışlar ve köpeklerle onların aklını
karıştırmışlar. Köpekler ve yarasalar savaşı kazanmış. Hayatta kalanlar limanın lanetli
olduğunu söylemiş. Ruh savaşçıları köpekleri serbest bıraktığında hepsi özgür kalmışlar.
Quileuteler bedenlerine ve eşlerinin yanına zaferle geri dönmüşler.
“Yakınlardaki Hoh ve Makah kabileleri Quileuteler’le anlaşma yapmışlar. Bizim büyümüzle
uğraşmak istememişler. Onlarla barış içerisinde yaşamışız. Bir düşman tekrar ortaya çıktığında
ruh savaşçılar onları püskürtmüş.
“Nesiller geçmiş. Ve son Ruh Şefi Taha Aki gelmiş. Bilgeliği ve barışseverliği ile tanınırmış.
İnsanlar onun yönetimi altında güzel ve mutlu bir hayat yaşamışlar.
“Fakat adı Utlapa olan, mutsuz bir adam varmış.”
Ateşin çevresinden birinin bu ismi ıslıkladığını duydum, fakat ses o kadar alçaktı ki kimden
geldiğini anlamadım. Billy bunu görmezden geldi ve efsaneyi anlatmaya devam etti.
“Utlapa Şef Taha Aki’nin en güçlü ruh savaşçılarından biriymiş – güçlüymüş ama aynı
zamanda aç gözlüymüş. Halkının büyü gücünü kullanarak Hoh ve Makah kabilelerini
boyundurukları altına alıp bir imparatorluk kurması gerektiğini düşünüyormuş.
“Savaşçılar ne zaman ruh durumuna geçseler birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış.
Taha Aki, Utlapa’nın hayal ettiği şeyi görmüş ve ona çok sinirlenmiş. Utlapa’ya insanlarını
bırakıp gitmesi ve bir daha asla ruh durumuna geçmemesi emredilmiş. Utlapa güçlü bir
adammış ama şefin adamları sayıca ondan üstünmüş. Gitmekten başka çaresi yokmuş.
Kabilesinden kovulmasına öfkelenmiş ve ormana sığınmış, burada şeften intikamını alacağı
günü beklemiş.
“Barış içerisinde olsalarda şef halkını korumak için tetikte beklemiş. Sık sık dağlarda bulunan
gizli kalmış kutsal yere gidermiş. Bedenini arkasında bırakırmış, ormanı ve sahili baştan aşağıya
gözden geçirip bir tehlikenin yaklaşıp yaklaşmadığını kontrol edermiş.
“Taha Aki bir gün bu görevini yerine getirmek için yola çıktığında Utlapa onu takip etmiş.
Utlapa sadece şefi öldürmeyi planlıyormuş ama bu planın kusurları varmış. Ruh savaşçılarının o
daha kaçamadan onu yakalayıp ve işini bitireceklerinden eminmiş. Kayaların arkasında
saklanmış şefin bedeninden ayrılmak için hazırlanmasını seyrederken aklına başka bir plan
gelmiş.
“Taha Aki bu gizli yerde bedeninden ayrılmış ve rüzgarla birlikte uçarak insanlarını göz kulak
olmak için gitmiş.Utlapa şefin ruhunun uzaklaşmasını beklemiş.
“Taha Aki, Utlapa’nın ruh dünyasına giriş yaptığını anlamış ve onun kendisini öldürmek
istediğini de biliyormuş. Hemen gizli yere geri dönmüş ama rüzgar çok yavaş olduğu için
yetişememiş. Geri döndüğünde kendi bedeni ortada kaybolmuş. Utlapa’nın bedeni de orada
uzanıyormuş ama Utlapa, Taha Aki için bir kaçış yolu bırakmamış – kendi gırtlağını Taha
Aki’nin elleriyle kesmiş.
“Taha Aki kendi bedenini dağdan aşağıya kadar takip etmiş. Utlapa’ya bağırmış ama o sanki
rüzgar uğulduyormuş gibi onu görmezden gelmiş.
“Taha Aki, Utlapa’nın kendi kılığına girerek Quileuteler’in şefi olarak başlarına geçişini
izlemiş. Birkaç hafta Utlapa hiçbir şey yapmadan beklemiş ve herkesin onun Taha Aki
olduğuna inandığına emin olmuş. Sonrasında değişim başlamış – Utlapa’nın ilk kararı
savaşçıların ruh dünyasına geçmelerini yasaklamak olmuş. Bunun tehlikeli olduğunu söylemiş
ama aslında korkuyormuş. Taha Aki’nin orada tüm olanı biteni anlatmak için bekleyeceğini
biliyormuş.Utlapa, Taha Aki hemen kendi vücuduna geri döner diye ruh dünyasına girmeye
korkuyormuş. Ruh ordusuyla fethetme planları bu yüzden gerçekleşmesi imkansızmış, bundan
dolayı o da sadece kendi kabilesine hükmederek mutlu olmaya karar vermiş. Büyük bir sıkıntı
olmaya başlamış – Taha Aki’nin asla istemeyeceği ayrıcalıklar istemiş, savaşçılarıyla yanyana
yürümeyi reddetmiş, Taha Aki’nin eşi hayatta olmasına rağmen ikinci ve üçüncü eşini almış –
kabile tarihinde duyulmamış şeyler yapmış.Taha Aki bunları çaresizce öfke içerisinde izlemiş.
“Sonunda Taha Aki kabilesini Utlapa’dan kurtarmak için kendi bedenini öldürmeye karar
vermiş. Dağlardan devasa bir kurt getirmiş ama Utlapa askerlerinin arkasına saklanmış. Kurt
sahte şefini korumaya çalışan bir askeri öldürdüğünde Taha Aki büyük bir pişmanlık hissetmiş.
Kurda kendi yoluna gitmesini söylemiş.
“Tüm hikayeler bize ruh savaşçı olmanın ne kadar zor olduğunu anlatır. Bir kimsenin
bedeninden ayrılmasının rahatlatıcı değil korkunç olduğu söyler. Bu yüzden bu büyüyü sadece
ihtiyaç duyduklarında kullanırlarmış. Şefin bu yalnız yolculuğu her geçen gün daha da
zorlaşıyormuş. Vücutsuz olmak rahatsız edici, akıl karıştırıcı ve korkutucuymuş. Taha Aki’nin
vücudundan bu kadar uzun süre ayrı kalması büyük bir ızdırap haline gelmiş. Lanetlendiğini
hissediyormuş – atalarının orada onu beklediği o kutsal yere de göçemiyormuş, hiçliğin
ortasında çakılıp kalmış.
“Büyük kurt Taha Aki’nin ruhunu ağaçların arasında acı içerisinde ilerlerken takip etmiş. Kurt
devasaymış ve güzelmiş. Taha Aki bu suskun hayvanı aniden kıskanmış. En azından onun bir
bedeni, bir yaşamı varmış. Böyle bir bir boşluk içerisinde yaşamaktansa bir hayvan olarak
yaşamak daha iyiymiş.
“Ve sonra Taha Aki hepimizi değiştiren o kararı vermiş. Büyük kurttan bedenini kendisiyle
paylaşmasını istemiş. Kurt itaat etmiş. Taha Aki kurdun bedenine keyifle ve minnetle girmiş.
Tabii ki bu bir insan bedeni değilmiş ama ruh dünyasında kalmaktan daha iyiymiş.
“İnsan ve kurt aynı beden de limandaki köye geri dönmüş. İnsanlar korkuyla kaçışmış,
savaşçılar ortaya çıkmış. Savaşçılar ellerinde mızraklarıyla ona doğru koşmuşlar. Utlapa ise
güvenle bir yere sığınmış.
“Taha Aki savaşçılarına saldırmamış. Onların karşısında geri çekilmiş, gözleriyle konuşmaya
çalışmış ve halkının şarkılarını söylemeye çalışarak havlamayı denemiş. Savaşçılar bu kurdun
normal bir hayvan olmadığını, onda bir ruh etkisi olduğunu anlamaya başlamışlar.Yaşlı bir
asker olan Yut sahte şefinin emirlerine itaat etmemeye karar verip kurtla iletişim kurmaya
çalışmış.
“Yut ruh dünyasına geçtiği an Taha Aki de kurdun içerisinden çıkmış – hayvan uysalca onun
dönüşünü beklemiş – ve onunla konuşmuş. Yut hemen gerçeği anlamış ve gerçek şefi eve
döndüğü için mutlu olmuş.
“O anda Utlapa kurdun yenildiğini kontrol etmek üzere gelmiş. Yut’un yerde cansız şekilde
yattığını ve askerlerce çevrelendiğini görünce neler olduğunu anlamış. Bıçağını çıkarmış ve Yut
bedenine dönmeden önce onu öldürmek için harekete geçmiş.
“Hain” diye bağırmış ve savaşçılar ne yapmaları gerektiğini bilememiş. Şef ruhani yolculuğu
yasakladığından şefin kararına karşı çıkmak cezalandırmayı gerektirirmiş.
“Yut bedenine geri dönmüş ama Utlapa bıçağı onun boğazına dayamış ve eliyle ağzını
kapatmış. Taha Aki’nin vücudu güçlüymüş ve Yut ise yaşından dolayı güçsüzmüş. Yut
arkadaşlarını uyaramadan Utlapa onu sonsuza kadar susturmuş.
“Taha Aki, Yut’un ruhununu kendisine sonsuza kadar yasaklanmış olan son yolculuğuna
çıkışını izlemiş. Büyük bir öfke duymuş ve daha öncesinden çok daha güçlü olduğunu
hissetmiş. Tekrar büyük kurdun içine girmiş, Utlapa’nın kafasını koparmak istiyormuş. Fakat
kurdun içerisine girdiğinde büyük bir büyü olmuş.
“Taha Aki’nin öfkesi bir insanın öfkesiymiş. Halkına duyduğu sevgi ve ona zulmedenlere
duyduğu nefret bir kurdun bedeni için muazzam büyüklükteymiş, bir insan için de fazlaymış.
Kurt irkilmiş – savaşçılar ve Utlapa daha gözlerini hayretle açamadan – bir insana dönüşmüş.
“Bu yeni insan Taha Aki’nin bedenine hiç benzemiyormuş. Daha üstünmüş.Taha Aki’nin
ruhunun taptaze bir yorumlanışıymış. Hırsızı yakalamış ve ruhu çaldığı bedenden kaçamadan
onu parçalamış.
“İnsanlar neler olduğunu anladığında çok mutlu olmuşlar. Taha Aki hızla her şeyi düzeltmiş,
insanlarıyla çalışmış ve genç eşlerini ailelerinin yanına geri göndermiş. Koruduğu tek şey ruhani
yolculukların yasaklanması olmuş. Bir yaşamın çalınma ihtimalinin çok tehliki olduğunu
biliyormuş. Bundan sonra ruh savaşçılar olmayacakmış.
“O andan itibaren Taha Aki hem bir insandan hem de bir kurttan çok daha fazlası olmuş. Onu
Büyük Kurt Taha Aki ya da Ruh Adam Taha Aki demişler. Kabilesini yaşlanmadan yıllarca
yönetmiş.Bir tehlike olduğunda kurt olarak düşmanlarla mücadele etmiş. İnsanlar barış
içerisinde yaşamışlar. Taha Aki’nin pek çok oğlu olmuş ve bazıları da ergenlik çağına
geldiklerinde kurda dönüşebilme yeteneğine sahip olmuşlar. Kurtların hepsi birbirinden
farklıymış çünkü onlar ruh kurtlarmış ve insanın içerisinde bulunanı yansıtıyormuş.”
“Yani bu yüzden Sam tamamen siyah,” diye mırıldandı Quil sesini alçak tutmaya çalışarak ve
gülümsedi. “Siyah kalp, siyah post.”
Hikayeye kendimi kaptırmıştım, gerçeğe dönmek ve bu sönmeye yüz tutmuş ateşin başında
çember oluşturduğumuzu fark etmek beni çok şaşırtmıştı. Beni şaşırtan bir diğer şey ise bu
çemberin Taha Aki’nin büyük torunları tarafından yaratılmış olmasıydı.
Ateşin içerisinden bir kıvılcım havaya yükseldi, belli belirsiz bir şekil alıp sonra da söndü.
“Peki ya senin çikolata rengi kürkün neyi yansıtıyor?” diye fısıldaki Sam, Quil’e. “Ne kadar
tatlı olduğunu mu?”
Billy bu şakaları duymazdan geldi. “Oğullarından bazıları Taha Aki’yle savaşçı olmuşlar ve
yaşlanmamışlar. Diğerleri yani değişim geçirmek istemeyenler kurt adam sürüsüne katılmayı
reddetmiş. Onlar yaşlanmaya başlamış, ve kabile o zaman anlamış ki kurt adamlar eğer ruh
kurdunu istemezlerse diğer herkes gibi yaşlanıyorlarmış. Taha Aki üç insanın ömrü hayat
yaşamış. İlk iki eşinin ölümünden sonra üçüncü eşiyle evlenmiş ve kendi ruh eşini bulmuş.
Öbür eşlerini de sevmiş ama bu başkaymış. Ruh kurdunu bırakmaya karar vermiş böylece
eşiyle öldüğünde o da ölecekmiş.
“Bu büyünün bizim başımıza nasıl geldiğini anlatıyor ama bu hikayenin sonu değil...”
Yaşlı Quil Ateara’ya baktı, adam sandalyesinde doğruldu ve omuzlarını dikleştirdi. Billy bir
şişe suya uzandı ve başına dikti. Emily’nin kalemi bir an olsun durmadan yazmaya devam etti.
“Bu ruh savaşçıların hikayesiydi,” dedi Yaşlı Quil incecik sesiyle. “Anlatacağım hikaye ise
üçüncü eşin kendini feda etmesiyle ilgili.”
“Artık taşlı bir adam olan Taha Aki’nin ruh kurdunu bırakmasından yıllar sonra kuzeyden
Makah kabilesinde bir bela olmuş. Kabilelerinden pek çok kadın ortadan kaybolmuş ve bunun
için korktukları ve güvenmedikleri komşu kabilenin kurtlarını sorumlu tutmuşlar. Kurt adamlar
tıpkı atalarının yaptığı gibi birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış. Kendilerinin hiçbir
suçlarının olmadığını biliyorlarmış. Taha Aki Makah kabilesinin şefini yatıştırmaya çalıştıysa da
başarılı olamamış çünkü çok fazla korkmuş. Taha Aki bir savaşın başlamasını istemiyormuş.
Halkını savunmak için uzun süre savaşamazmış. En büyük kurt adam oğlu Taha Wi’yi savaş
başlamadan önce gerçek suçluyu bulması için görevlendirmiş.
“Taha Wi ve sürüden beş kurt daha Makah kabilesinden kayıpların izini sürmek için dağlarda
araştırma yapmaya gitmiş. Daha önce hiç karşılaşmadıkları bir şeyle karşılaşmışlar – tuhaf, tatlı
bir koku burunlarında bir acıya sebep olmuş.”
Jacob’ın yanında daha da ufalmıştım. Ağzının kenarının gülümseyişini bastırmak için seğirdiğini
gördüm, koluyla beni daha sıkı sarmıştı.
“Böyle bir kokuyu nasıl bir canlının bıraktığına dair bir fikirleri yokmuş,” diye devam etti Yaşlı
Quil. Titreyen sesi Billy’ninkine hiç benzemiyordu ama tuhaf, vahşi bir hava vardı
konuşmasında. Onun konuşması hızlandıkça benim de nabzım hızlanıyordu.
“Çok az insan kokusu ve biraz da insan kanı bulmuşlar. Bunun aradıkları düşman olduğuna
eminlermiş.
“Araştırma onları kuzey taraflarına doğru götürmüş, Taha Wi bu yüzden sürünün yarısını, genç
olanları, limana Taha Aki’ye rapor vermesi için yollamış.
“Taha Wi ve iki kardeşi geri dönmemiş.
“Genç olanlar büyüklerini aramış ama tek bulabildikleri sessizlik olmuş. Taha Aki oğulları için
yas tutmuş. Oğullarının ölümü için intikam almayı dilemiş ama artık çok yaşlıymış. Yas
kıyafetleri içerisinde Makah şefinin yanına gitmiş ve ona olanları anlatmış. Makah şefi onun
acısını anlamış ve iki kabile arasındaki gerilim sona ermiş.
“Bir yıl sonra iki Makah kızı aynı gece kaybolmuş. Makah kabilesi hemen Quileute kurtlarını
çağırmış ve onlarda tüm köyde daha önce buldukları o kokuyu almışlar. Kurtlar tekrar ava
gitmişler.
“Gidenlerden sadece biri geri dönebilmiş. Taha Aki’nin üçüncü eşinden olma en büyük oğlu,
sürüdeki en genç olan Yaha Uta’ymış. Beraberinde Quileute zamanında daha önce görülmemiş
olan bir şey getirmişti – tuhaf, soğuk ve taş gibi sert ceset parçalarıymış bunlar. Taha Aki’nin
kanından olanlar, hatta olmayanlar bile bu ceset parçalarından yayılan berbat kokuyu
alabiliyorlarmış.Bu Makah kabilesinin aradığı düşmanmış.
“Yaha Uta neler olduğunu anlatmış: o ve kardeşleri yaratığı bulmuşlar, insana benziyormuş
ama granit gibi sertmiş, yanında Makah kabilesinden iki kız da varmış. Kızlardan biri çoktan
ölmüş, bembeyaz olmuş kansız bir şekilde yerde yatıyormuş. Diğeri ise yaratığın kolları
arasındaymış, yaratık ağzını onun boynuna yapıştırmış. Bu korkunç sahneyle karşılaştıklarında
kız yaşıyormuş ama yaratığa yaklaştıkları an kızın vücudundaki tüm kanı emmiş ve cansız
bedenini yere bırakmış. Yaratığın beyaz dişleri kanla kaplanmış ve gözleri kıpkırmızı
parlıyormuş.
“Yaha Uta yaratığın nasıl güçlü olduğundan ve hızından bahsetmiş. Bazı kardeşleri onu hafife
aldıklarından hemen öldürülmüşler. Yaratık onları sanki oyuncak bebek gibi deşmiş. Yaha Uta
ve diğer kardeşleri ise daha ihtiyatlıymış. Beraber hareket ederek yaratığa her açnden saldırıp
manevra yapmasına engel olmuşlar. Kurt güçlerinin ve hızlarının son noktasına kadar gelmişler
ve bu daha önce başlarına hiç gelmemiş. Yaratık kaya kadar sert ve buz gibi soğukmuş. Sadece
dişlerinin ona zarar verebildiğini fark etmişler. Yaratık onlarla savaşırken parçalara ayrılmaya
başlamış.
“Fakat yaratık çok hızlı öğreniyormuş ve hemen onların hareket kabiliyetlerini çözmüş. Yaha
Uta’nın kardeşini ele geçirmiş. Yaha Uta yaratığın boynunda bir boşluk bulmuş ve saldırmış.
Dişleriyle yaratığın kafasını koparmış ama yaratığın elleri kardeşini sıkmaya devam etmiş.
“Yaha Uta kardeşini kurtarabilmek için yaratığı parçalara bölmüş ama artık çok geçmiş. Fakat
yaratık yenilmiş.
“Ya da öyle sanıyorlardı. Yaha Uta yaratıktan geriye kalan kokulu parçaları yaşlılara uzatmış.
Kopmuş bir el yaratığın granitten kolunun yanında uzanıyormuş. Yaşlılar çubuklarla bunları
dürterken parçalar birbirine değdiğinde el, kol parçasına doğru haraket etmiş. Parçalar tekrar
bir araya gelmeyi deniyormuş.
“Dehşete düşmüşler, yaşlılar geride kalan parçaları yakmışlar. Büyük bir duman yükselmiş,
iğrenç bir koku etrafa yayılmış. Geriye sadece küller kalana kadar yakmışlar, külleri parçalara
ayırıp çantalara koymuşlar ve uzaklara göndermişler – bazılarını okyanusa, bazılarını ormana
ve bazılarını da mağaraya atmışlar. Taha Aki bir çantayı boğazına sarmış, böylece yaratık
tekrar birleşmeye çalışırsa bunu anlayacakmış.”
Yaşlı Quil durdu ve Billy’e baktı. Billy boynundaki kalın deri sırımı çıkardı. Ucunda küçük bir
çanta vardı, yıllar rengini koyulaştırmıştı. Bazılarının nefesi kesilmişti. Ben de onlardan biri
olabilirdim.
“Ona Soğuk Olan, Kan İçici demişler ve onun tek olmadığından korkarak yaşamlarına devam
etmişler. Geriye sadece bir koruyucu kurt kalmış o da genç Yaha Uta’ymış.
“Uzun süre beklemelerine gerek kalmamış. Yaratığın arkadaşı, bir diğer kan içici olan
Quileuteler’den intikam almak için gelmiş.
“Hikayelerde anlatılana göre Soğuk Kadın insan gözünün o güne kadar gördüğü en güzel
şeymiş. Sabah köyle geldiğinde gün doğumunun kraliçesi gibi görünüyormuş; güneş onun
bembeyaz teni üzerinde parlıyormuş ve altın rengi saçları dizlerine kadar iniyormuş.
Olağanüstü güzel olan bembeyaz yüzünü simsiyah gözleri süslüyormuş. Bazıları onu
gördüğünde tapmak için dizleri üzerine çökmüşler.
“Kimsenin o güne kadar duymadığı tuhaf bir dilde, bağırarak bir şeyler sormuş. İnsanlar ona
nasıl cevap vereceklerini bilemediklerinden şaşkına dönmüşler. Topluluğun arasında Taha
Aki’nin kanını taşıyan küçük bir çocuk dışında kimse yokmuş. Çocuk annesine sokulmuş ve
koku onu rahatsız ettiği için çığlık atmaya başlamış. Konsüle doğru giden yaşlılardan biri
çocuğun sesini duymuş ve neler olduğunu anlamış. İnsanlara kaçmasını söylemiş. Kadın ilk
olarak onu öldürmüş.
“Soğuk Kadın’ın geldiği yönde yirmi kişi varmış. Sadece iki tanesi kurtulabilmiş, onlarda
yaratığın kana susamışlığından dolayı duraksamasından dolayı kaçabilmişler. Hemen
konsüldeki diğer yaşlılar, oğulları ve üçüncü eşiyle bulunan Taha Aki’nin yanına gitmişler.
“Yaha Uta olanları duyduğunda hemen ruh kurdu şeklini almış. Yalnız başına kan emiciyle
dövüşmeye gitmiş. Taha Aki, üçüncü eşi, oğulları ve yaşlılar onun arkasından gitmişler.
“Oraya vardıklarında yaratığı bulamamışlar ama saldırısının sonuçlarını görebilmişler.
Parçalanmış cesetler etraftaymış, bazıları hala kanıyormuş ve kadının ortaya çıktığı yerde etraf
kan gölüne dönmüş. Sonra çığlıklar duymuşlar ve limana doğru koşmuşlar.
“Bir grup Quileute kayıklarla kaçmaya çalışıyormuş. Yaratık ise onların arkasından sanki bir
köpek balığı gibi yüzmüş ve kayığın ön tarafını büyük bir kuvvetle koparmış. Kayık batarken,
yüzerek kaçmaya çalışanları yakalamış ve onları da parçalamış.
“Kıyı da büyük bir kurt görmüş, yüzenleri bırakmış. Süratle kurda doğru yüzmeye başlamış, o
kadar hızlıymış ki neredeyse görünmeyecekmiş. Yaha Uta’nın karşısına çıktığından üzerinden
sular damlıyormuş. Beyaz parmağını ona doğrultmuş ve anlaşılmaz bir soru daha sormuş. Yaha
Uta beklemiş.
“Bu yakın bir dövüşmüş. Yaratık arkadaşı gibi savaşçı değilmiş. Ama Yaha Uta yalnızmış –
yaratığın ilgisini dağıtacak kimse yokmuş.
“Yaha Uta dövüşü kaybettiğinde Taha Aki acıyla haykırmış. Öne doğru aksayarak çıkmış ve
eski haline, beyaz çizgili kurda dönüşmüş. Kurt yaşlıymış ama o Ruh Adam Taha Aki’ymiş ve
öfkesi onu kuvvetli yapmış. Dövüş tekrar başlamış.
“Taha Aki’nin üçüncü eşi oğlunun kendisinden önce öldüğünü görmüş. Ve şimdi de kocası
dövüşüyormuş ve onun da kazanması için umut yokmuş. Konsüle olanları anlatan tüm tanıkları
dediklerini hatırlamış. Yaha Uta’nın önceki yaratığı nasıl alt ettiğini duymuş ve kardeşinin
yaratığı oyalaması sayesinde kurtulduğunu biliyormuş.
“Üçüncü eş yanında duran oğullarından birinin belinden bıçağını almış. Hepsi daha çocukmuş
ve babaları ölürse sıranın onlara geleceğini biliyormuş.
“Üçüncü eş bıçağı havaya kaldırmış Soğuk Kadın’a doğru koşmaya başlamış. Soğuk Kadın
gülümsemiş, kurtla olan dövüşe olan ilgisini kaybetmiş. Zayıf bir kadından ya da bıçağın
teninde bir sıyrık bile açacağından korkmuyormuş, Taha Aki’ye ölümcül son vuruşunu yapmak
üzereymiş.
“Ve üçüncü eş Soğuk Kadın’ın beklmediği bir şey yapmış. Kan emicinin ayaklarının ucunda
dizleri üzerine düşmüş ve bıçağı kendi kalbine saplamış.
“Kan kadının parmaklarına ve Soğuk Kadın’a sıçramış. Kan içici üçüncü eşin bedeninden
yayılan taze kanın cazibesine karşı koyamamış. İçgüdüsel olarak kadına doğru dönmüş ve bir
saniyede susuzluğunu gidermiş.
“Taha Aki’nin dişleri yaratığın boynunu kavramış.
“Bu dövüşün sonu değilmiş ama Taha Aki artık yalnız değilmiş. Annelerinin ölümünü izleyen
genç oğullar henüz yetişkin olmamalarına rağmen ruh kurtlarına dönüşerek ileri doğru atılmış.
Babalarıyla beraber yaratığın işini bitirmişler.
“Taha Aki bir daha kabilesine geri dönmemiş. İnsan formuna da dönüşmemiş. Üçüncü eşinin
bedeninin yanında bir gün boyunca uzanmış, ona dokunmaya kalkan herkese havlamış ve sonra
da ormana gidip bir daha dönmemiş.
“Soğuk olanlarla o zamandan beri çok nadir sorun çıkarmış. Taha Aki’nin oğulları kabileyi
yerlerini oğulları alana kadar korumuş. Asla kabilede üçden fazla kurt olmamış. Bu kadarı
yeterliymiş. Zaman zaman kan içiciler bu topraklara gelseler de kurtları beklemedikleri için
şaşırmışlar. Bir kurt ölürse sayılarının azalacağını düşünerek asla ilk zamanlardaki gibi endişe
etmemişler. Soğuk olanlarla nasıl savaşmaları gerektiğini öğrenmişlerdi ve bu bilgi bir kurdun
aklından diğerine, ruhdan ruha ve babadan oğula aktarılmış.
“Zaman geçmiş ve Taha Aki’nin kanından gelenler artık yetişkin olduklarında kurda
dönüşmemişler. Sadece etrafta soğuk olan varsa kurtlar geri döndü. Soğuk olanlar her zaman
bir ya da iki kişi gelmişler, bu yüzden kurt adamlar sürüsü az kişiden oluşmuş.
“Sonra büyük bir topluluk geldi ve senin büyük büyükbaban onlarla savaşmak için hazırlandı.
Fakat onların lideri Ephraim Black’le sanki bir insan gibi konuştu ve Quileuteler’e zarar
vermeyeceğine dair söz verdi.Tuhaf altın sarısı gözleri söyledikleri gibi öncekilerden farklı
olduklarının kanıtıydı. Kurt adamlar sayıca azdı; soğuk olanların anlaşma teklif etmesi için bir
neden yoktu istese bu savaşı kazanabilirlerdi. Ephraim anlaşmayı kabul etti. Onlar kendi
taraflarında duracaktı ve diğerleri ile aralarına çizgi çekeceklerdi.
“Ve onların sayıları sürünün sayısının kabilenin bugüne dek gördüğü en yüksek sayıya
ulaşmasına neden oldu,” dedi Yaşlı Quil ve bir dakika boyunca siyah gözlerini kapadı, gözleri
kırışık ve sarkmış göz kapaklarının altında kalmıştı. Bana dinleniyor gibi görünmüştü. “Tabii ki
Taha Aki’nin zamanından hariç,” diye ekledi ve derin bir nefes verdi. “Ve böylece kabilemizin
oğulları bir kez daha bu yükü taşımaya ve babalarının yaptığı fedakarlıklar yapmaya başladı.
Uzun bir süre hepsi sessiz kaldı. Büyünün ve efsanenin anlattığı soydan gelenler ateşin
çevresinde hüzünlü gözlerle birbirlerine baktılar. Hepsi aynı durumdaydı.
“Yük mü,” alaycı ve alçak bir sesle, “Bence bu harika,” dedi Quil ve alt dudağını biraz sarkıttı.
Ateşin karşısında Seth Clearwater – kabilenin koruyucuları görevinden övündüğü için gözlerini
iyice açtı – başını onaylarcasına salldı.
Billy kıkırdadı, alçak sesle yapmıştı bunu ve görünüşe göre büyü ateşle birlikte sönmüştü.
Aniden yeniden bir arkadaş topluluğuna dönüşmüştük. Jared Quil’e bir taş attı ve o zıplayınca
herkes ona güldü. Herkes tekrar birbiriyle konuşup şakalaşmaya başladı.
Leah Clearwater gözlerini açmadı. Yanaklarında göz yaşı olduğunu sandığım ışıltılar gördüm
ama bir dakika sonra tekrar baktığımda yoktular.
Ne Jacob ne de ben konuştuk. Yanımda çok sakindi, derin nefes alıyordu, bir an uykuya
dalmak üzere olduğunu düşündüm.
Benim aklımsa çok uzaklardaydı. Yaha Uta’yı, diğer kurtları düşünmüyordum ya da Soğuk
Kadın’ı – onun nasıl göründüğünü kolayca gözümün önüne getirebilmiştim. Aslında tüm bu
büyünün tamamen dışında olan birini düşünüyordum. Tüm kabilenin hayatını kurtaran isimsiz
kadın, üçüncü eşin yüzünü aklımda canlandırmaya çalışıyordum.
Hiçbir özel yeteneği ve gücü olmayan sıradan bir kadındı. Fiziksel anlamda güçsüzdü ve
hikayedeki diğer tüm canavarlardan daha yavaştı. Fakat çözümün kendisi olmuştu. Kocasını,
oğullarını ve kabilesini kurtarmıştı.
Onun adını hatırlamış olmalarını diledim...
Bir şey kolumu salladı.
“Hadi, Bells,” dedi Jacob kulağıma. “Geldik.”
Gözlerimi kırptım, kafam karışmıştı çünkü ateş sönmüştü. Şaşkınlıkla karanlığa baktım,
etrafımdakileri anlamlandırmaya çalışıyordum. Artık kayalıklarda olmadığımı fark etmem bir
dakikamı aldı.Jacob ve ben yalnızdık. Hala onun kollarındaydım ama artık yerde
oturmuyorduk.
Jacob’ın arabasına nasıl gelmiştim peki?
“Ah, lanet olsun!” diye haykırdım uykuya daldığımı fark ederek.
“Ne kadar geç oldu? Of, nerede şu aptal telefon?” Ceplerime baktım heyecanla, ama
bulamadım.
“Sakin ol. Daha gece yarısı olmadı. Ve ayrıca çoktan onu aradım Bak – orada seni bekliyor.”
“Gece yarısı mı?” Aptal gibi tekrar ettim, hala aklım karışıktı. Karanlığa gözlerimi dikip baktım
ve gözlerim otuz metre ilerdeki Volvo’yu seçtiğinde yüreğim ağzıma geldi. Kapının koluna
uzandım.
“Burada,” dedi Jacob ve küçük bir şeyi cebime koydu. Telefonumdu.
“Benim için Edward’ı mı aradın?”
Jacob’ın gülüşündeki ışıltıyı farkedecek kadar kendime gelebilmiş. “Fark ettim ki eğer doğru
oynarsam seninle daha çok zaman geçirebilirim.”
“Teşekkürler, Jake,” dedim, etkilenmiştim. “Gerçekten, sağol. Ve beni bu gece davet ettiğin
için de teşekkürler. Bu çok...” Kelimeleri bulamıyordum. “Vay canına. Bambaşkaydı.”
“Ve beni bir ineği yerken izlemek için bile kalmadın.” Güldü. “Hayır, hoşlandığına memnun
oldum. Benim için de... güzeldi. Seninle orada olmak.”
Uzakta bir hareket oldu – soluk bir şey siyah ağaçların oradaydı. Yürüyor muydu?
“Pek sabırlı değil ha?” dedi Jacob, ilgimin dağaldığını fark etmişti. “Git hadi. Ama yakında
tekrar gel, olur mu?”
“Tabii ki Jake,” diye söz verdim, arabanın kapısını açtım. Soğuk havanın bacaklarıma değdiğini
hissettim ve titredim.
“İyi geceler, Bells. Hiçbir şey için endişelenme – bu gece sana göz kulak olacağım.”
Tek ayağımı arabadan dışarı atmıştım ki durdum. “Hayır Jake. Git dinlen, ben iyi olacağım.”
“Tabii, tabii,” dedi fakat sesi kabul etmekten çok küçümser gibiydi.
“İyi geceler Jake. Teşekkürler.”
“İyi geceler Belle,” diye fısıldadı ben karanlığa doğru hızla giderken.
Edward beni sınırda karşıladı.
“Bella,” dedi, sesindeki rahatlamayı hissetmiştim; kolları beni sıkıca sardı.
“Merhaba. Üzgünüm çok geciktim.Uzkuya dalmışım ve – ”
“Biliyorum. Jacob açıkladı. “ Arabaya doğru yürüdü ve ben de onun onun yanında
sendeleyerek ilerlemeye çalıştım. “Yorgun musun? Seni taşıyabilirim.”
“İyiyim.”
“Hadi seni eve ve yatağına götürelim. İyi zaman geçirdin mi?”
“Evet – harikaydı, Edward. Senin de gelmeni isterdim. Bunu istesem de açıklayamam. Jake
bize efsanelerden bahsetti ve sanki.... büyülenmiş gibiydik.”
“Bana bundan bahsetmek zorundasın. Uyuduktan sonra elbette.”
“Doğru düzgün anlatabileceğimi sanmıyorum,” dedim ve ağzımı kocaman açarak esnedim.
Edward kıkırdadı. Kapıyı benim için açtı ve beni bindirdi, sonra da emniyet kemerimi bağladı.
Parlak ışıklar yandı ve üzerimize vurarak geçti. Jacob’ın farlarına doğru el salladım ama onun
bu hareketi gördüğünden emin değildim.
Eve vardığımda Jacob Charlie’yi aradığından beklediğim gibi sorun çıkarmadı. Gece gidip
uyumak yerine pencereyi açtım ve bir süre Edward’ın geri gelmesini bekledim. Hava şaşırtıcı
şekilde soğuktu, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Rüzgarlı kayalıklarda bu kadar soğuk olduğunu
fark etmemiştim; tabi bunun nedeni ateşin yanında bulunmamız ve Jacob’la yanyana
oturmamdı.
Yağmur başladığında soğuk tanecikler yüzüme vurdu.
Rüzgarla sallanan Ladin ağacının ilerisini göremeyecek kadar karanlıktı hava. Fakat gözlerimi
zorlayarak fırtınada başka şekiller var mı diye görmeye çalıştım. Karanlıkta hayalet gibi hareket
eden soluk bir silüet.. ya da devasa bir kurdun gölgesini aradı gözlerim... gözlerim çok zayıftı.
Sonra karanlıkta tam yanımda bir hareket oldu. Edward açık olan camımdan içeri doğru
süzüldü, elleri yağmurdan daha da soğuktu.
“Jacob dışarda mı?” diye sordum, Edward kollarıyla beni sardığından titremiştim.
“Evet... orada bir yerlerde. Ve Esme de ev dönüş yolunda.”
Derin bir nefes aldım. “Çok soğuk ve yağmurlu. Bu aptalca.” Tekrar titredim.
Güldü. “Sadece sana soğuk, Bella.”
O gece rüyamda da soğuktu, belki de Edward’ın kollarında uyumamdan dolayı öyle olmuştu.
Fakat rüyamda fırtınada dışarıdaydım, rüzgar saçlarımı savuruyor yüzüme çarpıyordu ve
gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu. Hilal şeklindeki First Beach’de taşların üzerinde
duruyordum, belli belirsiz görünen ve hızla hareket eden şeklin ne olduğunu anlamaya
çalışıyordum. Önce hiçbir şey yoktu sonra siyah ve beyaz ışıkların birbirine doğru hamle
yaptıklarını gördüm. Sonra da sanki ay aniden bulutların arasından çıkmış da aydınlatmış gibi
her şeyi açıkça gördüm.
Rosalie ıslak ve dizlerine kadar inen saçlarını savurarak devasa bir kurda saldırıyordu – kurdun
burnunda gümüş renginde bir bölge vardı – içgüdüsel olarak bunun billy Black olduğunu
anladım.
Birden koşmaya başladım ama sanki yavaş çekimde hareket ediyor gibiydim. Onları durdurmak
için bağırmayı denedim ama sesimi rüzgar çalmıştı ve ses çıkaramıyordum. Birinin fark
etmesini umarak kollarımı salladım. Elimde bir şey parladı ve işte o zaman elimin boş
olmadığını anladım.
Elimde uzun, keskin bir bıçak vardı, eski ve gümüşi renkteydi, üzerinde kurumuş, kararmış kan
lekesi vardı.
Elimdeki bıçaktan korktum ve gözlerimi karanlık odama açtım. Fark ettiğim ilk şey yalnız
olmadığımdı ve yüzümü Edward’ın göğsüne yapıştırdım, her şeyden çok onun tatlı kokusunun
kabuslarımı hızla aklımdan uzaklaştıracağını biliyordum.
“Seni uyandırdım mı?” diye fısıldadı. Kağıt hışırtısı vardı, çevrilen sayfalara aitti ve sanki tahta
zemine hafifçe bir şey vuruyormuş gibi belli belirsiz bir ses vardı.
“Hayır,” diye mırıldandım, beni saran kolların verdiği keyifle derin bir nefes verdim. “Kötü bir
rüya gördüm.”
“Anlatmak ister misin?”
Başımı hayır anlamında salladım. “Çok yorgunum. Eğer hatırlarsam yarın anlatırım.”
Onun sallanışından güldüğünü anladım.
“Pekala, sabah,” diye kabul etti.
“Sen ne okuyordun?” diye mırıldandım, hala tam olarak uyanamamıştım.
“Uğultulu Tepeler,” diye cevap verdi.
Uykulu biçimde kaşlarımı çattım. “Senin o kitaptan hoşlanmadığını sanmıştım.”
“Sen okumuyordun,” diye mırıldandı, onun tatlı sesi farkında olmadan beni sakinleştirmişti.
“Ayrıca... seninle ne kadar çok zaman geçirirsem, insani duygular bana o kadar karmaşık
geliyor. Daha önce olma ihtimalini düşünmediğim bir şekilde Heathcliff’e sempati
besleyebileceğimi keşfediyorum.”
İnleyerek iç geçirdim.
Bir şeyler daha söyledi ama ne olduğunu anlayamadan uykuya daldım.
Sabah güneş gri bir inci gibiydi ve hava sakindi. Edward bana rüyamda ne gördüğümü sordu
ve ne olduğunu hatırlayamadım. Hatırlayabildiğim tek şey üşüdüğüm ve uyandığımda orada
olduğu için memnun olduğumdu. Kalp atışlarım hızlanana kadar beni öptü ve sonra da üstünü
değiştirmek ve arabasını almak için eve gitti.
Elimdekilerle giyinmeye çalıştım. Kirli sepetimi her kim karıştırdıysa gardırobumdaki
seçeneklerimi önemli şekilde azaltmıştı. Bu olay bu kadar korkunç olmasaydı gerçekten çok
can sıkıcı olabilirdi.
Kahvaltıya inmek üzereydim ki benim hırpalanmış Uğultulu Tepeler kitabımın yerde
durduğunu gördüm, Edward düşürmüş olmalıydı.
Neler söylediğini hatırlamaya çalışarak merakla yerden aldım. Heathcliff’e ve tüm insanlara
sempati duymakla ilgili bir şeyler söylemişti. Bu doğru olamazdı; muhtemelen gördüğüm
rüyanın bir parçasıydı.
Açık olan sayfada gözüme üç kelime çarptı ve paragrafı okumaya başladım. Heathcliff’in
konuşmasıydı bu ve bu kısmı oldukça iyi biliyordum.
Ve sen o zaman duygularımız arasındaki ayrımı göreceksin; o benim yerimde olsaydı ve ben
de onun yerimde olsaydımi, her ne kadar ona olan nefretim hayatımı mahvemiş olsa da ona
bir kere olsun el kaldırmazdım. İstersen inanmayabilirsin!! Catherine onu arzu ettiği sürece
onu etrafından uzaklaştırmazdım. Beğenisini kaybettiği anda ise kalbini paramparça eder ve
onun kanını içerdim! Ama o zamana kadar – eğer bana inanmıyorsan beni tanımamışsın
demektir – işte o zamana kadar onun saçının bir teline dokunmadan önce yavaş yavaş
ölürdüm!
Bu üç kelime çarpmıştı gözüme “onun kanını içerdim.”
Ürpermiştim.
Evet, kesinlikle Edward’ın Heathcliff hakkında olumlu şeyler söylediğini hayal etmiş
olmalıydım. Ve bu sayfa onun okuduğu sayfa değildi muhtemelen. Kitabın herhangi bir sayfası
açık kalmış olmalıydı.
kilitlenmişti.
Jacob dizlerime yaslanmış, şişe geçirilip ateşde pişirildiğinden üzerinde kabarcıklar olan sosisle
tabağında oynuyordu. İç geçirdikten sonra karnına vurdu. O kadar çok sosisli sandviç yemişti
ki onuncudan sonrasını sayamamıştım ama hala bir şekilde düzdü karnı. Bu arada dev
boyutlarda cips ve iki litre de alkolsüz birayı saymıyordum bile.
“Sanırım,” dedi Jake yavaşça. “Kusacak kadar çok yedim ama bence kendimi zorlayabilirim.
Eğlenceli olmayacak tabii.” Üzgün bir şekilde iç geçirdi gene.
Her ne kadar en az Jacob kadar tıka basa yemiş olsa da Paul öfkeyle baktı ve yumruklarını
sıktı.
“Kandırdım,” dedi Jacob gülerek. “Şaka yapıyordum Paul. Al hadi.”
Ev yapımı şişe takılı sosisi ona doğru fırlattı. Yere düşmesini bekliyordum ama Paul sorunsuz
bir şekilde, hiçbir zorluk çekmeden son anda yakaladı.
“Teşekkürler dostum,” dedi Paul, huysuzluğu bir anda yok olmuştu.
Kumların üzerinde yanan ateşden bir çıtırtı duyuldu. Turuncu bir duman siyah göğe doğru
yükselmişti. Komikti, güneşin battığını fark etmemiştim bile. İlk defa ne kadar geciktiğimi
merak ettim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım.
Quileuteler ile takılmak beklediğimden daha da rahattı.
Jacob ve ben motoru garaja bıraktığımızda pişman bir şekilde kaskın iyi bir fikir olduğunu ve
bunun önceden düşünmüş olması gerektiğini söyledi. Onunla ateşin yanına geldiğimizde diğer
kurt adamların beni bir hain gibi görüp görmediklerini merak ediyordum. Beni davet ettiği için
Jacob’a kızacaklar mıydı? Ya da partinin tadını kaçıracak mıydım?
Fakat Jacob beni ormandan çekiştirerek partinin yapılacağı kayalık yerin zirvesine
götürdüğünde – bu arada biz oraya vardığımızda yakılan ateş bulutların arkasına saklanmış
olan güneşten daha parlaktı – her şey güzel ve tatlı geçti.
“Selam, vampir kız!” diye selamladı Embry bağırarak.
Quil bir beşlik çakmak için ayağa fırladı ve beni yanağımdan öptü. Emily ise onun ve Sam’in
yanındaki soğuk kayaya oturduğumuzda elimi sıktı.
Birkaç takılma daha oldu – ki genelde Paul yaptı bunları – bunlar da kan emicilerin kokusunun
rüzgarla geldiği hakkındaydı, o zaman da bu koku başkasından geliyormuş gibi davrandım.
Sadece gençler yoktu partide, Billy de gelmişti ve tekerlekli sandalyesinin bulunduğu yer doğal
olarak çemberin başını oluşturmuştu. Onun hemen yanındaysa katlanır sandalyesiyle Quil’in gri
saçlı, ve narin görünümlü büyükbabası Yaşlı Quil vardı. Onun yanında Charlie’nin arkadaşı,
Harry’nin dul eşi olan Sue Clearwater ve onun iki çocuğu, Leah ile Seth, bulunuyordu. Bu beni
şaşırtmıştı, ama kesin olan şu ki artık üçü de bu sırrı paylaşıyordu. Billy’nin Quil ve Sue ile
konuşma şekline bakarak Sue’nun Harry’nin yerini aldığına karar verdim. Bu onun çocuklarını
otomatik olarak La Push’un gizli topluluğunun bir üyesi mi yapıyordu?
Sam ve Emily’nin tam karşısında oturan Leah için ne kadar zor bir durum olduğunu geçirdim
aklımdan. Güzel yüzü duygularını ele vermiyordu ama gözlerini bir an olsun yanan ateşten
ayırmamıştı. Leah’ın kusursuz yüzüne bakarken Emily’nin zarar görmüş yüzüyle kıyaslamaktan
kendimi alamadım. Acaba Leah Emily’nin yara izleri hakkında ne düşünüyordu, nasıl
olduklarını biliyor muydu? Ona göre bu adil mi olmuştu?
Küçük Seth Clearwater artık o kadar da küçük değildi. Kocaman ve mutlu gülümseyişi ile sırık
gibi uzamış boyu bana Jacob’ın önceki zamanlarını anımsatmıştı. Onun hayatı da bu
çocuklarınki gibi korkunç biçimde değişecek miydi? Onun ve ailesinin gelecekte burada
bulunmasına izin verilecek miydi?
Tüm sürü buradaydı; Sam ve onun Emily’si, Paul, Embry, Quil, Jared ve mühürlendiği kız olan
Kim.
Kim hakkındaki ilk izlenimim hoş bir kız olduğuydu, biraz utangaç ve sıradandı da. Geniş bir
yüzü, iri elmacık kemikleri ve onlarla uyumlu ufacık gözleri vardı.Ağzı ve burnu da standart
güzellik anlayışından farklı olarak fazlaca iriydi. İnce telli, düz siyah saçlarıysa kayalıklarda
eksik olmayan rüzgarda savruluyordu.
Bu benim ilk izlenimimdi. Fakat birkaç saat Jared ve Kim’i izledikten izledikten sonra artık
onun hakkındaki hiçbir şeyi sıradan bulmuyordum.
Jared kıza öyle bir bakıyordu ki! Sanki kör bir adamın ilk defa güneşi görmesi gibiydi. Bir
koleksiyoncunun daha önce keşfedilmemiş bir Da Vinci eserini bulmasına ya da bir annenin
yeni doğmuş çocuğunu ilk defa görmesine benziyordu bu bakış.
Onun meraklı gözlerinden dolayı kıza daha bir dikkatli bakmaya başladım. Teninin ateşin
aydınlattığı kısımlarının nasıl kırmızımsı göründüğünü, dolgun dudaklarının şeklini, upuzun
kirpiklerini ve aşağıya baktığında onların nasıl yanaklarına değdiğini fark ettim.
Kim’in teni bazen Jared’in ona gözünü dikip bakmasından dolayı utançtan kızarıyordu ama
gözlerini ondan uzak tutmakta da aynı şekilde zorlanıyordu.
Onları seyrederken Jacob’ın bana mühürlenmek hakkında söylediklerini daha iyi anladım –
fakat öyle bir adanmışlığa ve hayranlığa karşı koymak gerçekten zor.
Kim şu anda Jared’ın göğsüne başını yaslamış, Jared ise ona sarılmıştı. Ona şu anda ne kadar
sıcak bastığını sadece tahmin edebilirdim.
“Geç oluyor,” diye mırıldandım Jacob’a.
“Daha başlamadı ama,” diye fısıldadı – tabii grubun yarısı bizim konuşmalarımızı rahatça
duyacak kadar iyi kulaklara sahipti. “En iyi kısmı geliyor.”
“En iyi kısımda ne? Koca bir ineği mi yiyeceksin?”
Jacob gülmesini bastırmaya çalıştı. “Hayır. Son kısım. Biz her hafta yemek yemek için
buluşmuyoruz. Bu aslında bir konsül toplantısı. Quil hikayeleri ilk defa duyacak.Aslında onları
çoktan duydu ama doğru olduklarını bilmiyordu. Bu bir erkeği daha da dikkatli yapıyor. Kim
ve Seth’in de ilk seferleri ayrıca.
“Hikayeler mi?”
Sırtımı kayaya dayamıştım, Jacob hemen yanıma sıkıştı. Kolunu omzuma koydu ve kulağıma
doğru konuşmaya başladı.
“Bu hikayelerin her zaman efsaneler olduğunu düşünmüştük,” dedi. “Nasıl oluştuğumuzu
anlatan hikayeler. İlk hikaye ruh savaşçılar.”
Giriş tıpkı Jacob’ın anlattığı gibiydi. Yanan ateşin etrafındaki atmosfer ansızın değişmişti. Paul
ve Embry daha düzgün oturuyorlardı. Kim de Jared’ın onu dirseğiyle dürtüklemesi sonucu
oturuşunu düzeltmişti.
Emily eline bir not defteri ve kalem hazırladı, önemli bir derse gelmiş bir öğrenciye benziyordu.
Sam onun yanına doğru kaydı, böylece Quil ile birlikte aynı yöne doğru bakıyorlardı artık. O
an aniden fark ettim ki konsülün yaşlıları üç değil dört kişilerdi.
Leah Clearwater’ın yüzünde hala güzel ve duygusuz bir maske vardı ama gözlerini kapadı –
bunu yorgun olduğundan yapmamıştı, konsantre olmaya çalışıyor gibiydi. Kardeşi yaşlıların
tarafına doğru eğildi.
Ateş çatırdadı, küçük bir duman yığını daha geceye karıştı.
Billy boğazını temizledi ve oğlundan farklı olarak fısıldamadan derinden gelen tok bir sesle
konuşmaya başladı. Kelimeler ağzından büyük bir inançla dökülüyordu, sanki hepsini
yüreğinden söylüyor gibiydi ama içinde kolay farkedilmeyen bir ritim de barındırıyordu. Sanki
yazarı tarafından okunan bir şiirdi bu.
“Quileuteler başlangıçta bir avuç insanlardı,” dedi Billy. “Ve hala öyleyiz ama asla yok
olmadık. Çünkü kanımızda her zaman büyü vardı. Bu her zaman şekil değiştirme değildi – ki
bu sonradan gelmişti. Önceleri bizler ruh savaşçılardık.
Her zaman otoriter biri olduğunu bildiğim Billy Black’in sesinin daha evvel bu kadar azametli
olduğunu fark etmemiştim.
Emily’nin anlattığı hiçbir şeyi kaçırmamak istemesinden kağıda hızla yazıyordu.
“Başlangıçta bizim kabilemiz bu limana yerleşti, balıkçılıkta ve kayık yapımında beceri kazandı.
Fakat küçük bir kabileydik ve limanda balık boldu. Diğerleri bizim topraklarımıza göz diktiler
ve elimizde tutamayacak kadar azdık. Daha büyük bir kabile bize saldırdı ve biz de
kayıklarımıza atlayıp onlardan kaçtık.
“Kaheleha ilk ruh savaşçı değildi ama ondan öncesini hatırlamıyoruz. Kimin ilk olarak bu gücü
keşfettiğini ya da bu krizden önce nasıl kullanıldığını anımsamıyoruz. Kaheleha tarihimizdeki
ilk Ruh Şefiydi. Bu acil durumda Kaheleha topraklarımızı savunmak için büyülü gücünü
kullandı.
“O ve diğer savaşçılar kayıklardan ayrıldı – bedenen değil ama ruhen. Onların kadınları onların
bedenlerine ve kayıklara göz kulak oldu, onlarda limanımızı geri aldılar.
“Onlar fiziksel olarak düşman kabileye dokunamıyordu ama başka yöntemleri vardı. Hikayeler
bize düşman yerleşimlerine şiddetli rüzgarlar üflediğini söylüyor; rüzgarda korkunç bir şekilde
bağırıp çığlık atarak düşmanlarını korkuturlarmış. Hikayeler ayrıca bize hayvanların ruh
savaşçılarını görüp onları anladığını da söylüyor: hayvanlar onların emirlerine itaat edermiş.
“Kaheleha yanına ruh ordusunu almış ve işgalcilerden hıncını çıkarmış. Bu işgalci kabilenin
kocaman, tüylü bir köpek sürüsü varmış ve onları soğuk kuzey kısmında kızakları çekmek için
kullanırlarmış. Bu köpekleri sahiplerine karşı çevirmiş ve mağaralardan savaşçı yarasaları
çağırıp etraflarını sardırmış. Çığlık atan rüzgarı kullanmışlar ve köpeklerle onların aklını
karıştırmışlar. Köpekler ve yarasalar savaşı kazanmış. Hayatta kalanlar limanın lanetli
olduğunu söylemiş. Ruh savaşçıları köpekleri serbest bıraktığında hepsi özgür kalmışlar.
Quileuteler bedenlerine ve eşlerinin yanına zaferle geri dönmüşler.
“Yakınlardaki Hoh ve Makah kabileleri Quileuteler’le anlaşma yapmışlar. Bizim büyümüzle
uğraşmak istememişler. Onlarla barış içerisinde yaşamışız. Bir düşman tekrar ortaya çıktığında
ruh savaşçılar onları püskürtmüş.
“Nesiller geçmiş. Ve son Ruh Şefi Taha Aki gelmiş. Bilgeliği ve barışseverliği ile tanınırmış.
İnsanlar onun yönetimi altında güzel ve mutlu bir hayat yaşamışlar.
“Fakat adı Utlapa olan, mutsuz bir adam varmış.”
Ateşin çevresinden birinin bu ismi ıslıkladığını duydum, fakat ses o kadar alçaktı ki kimden
geldiğini anlamadım. Billy bunu görmezden geldi ve efsaneyi anlatmaya devam etti.
“Utlapa Şef Taha Aki’nin en güçlü ruh savaşçılarından biriymiş – güçlüymüş ama aynı
zamanda aç gözlüymüş. Halkının büyü gücünü kullanarak Hoh ve Makah kabilelerini
boyundurukları altına alıp bir imparatorluk kurması gerektiğini düşünüyormuş.
“Savaşçılar ne zaman ruh durumuna geçseler birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış.
Taha Aki, Utlapa’nın hayal ettiği şeyi görmüş ve ona çok sinirlenmiş. Utlapa’ya insanlarını
bırakıp gitmesi ve bir daha asla ruh durumuna geçmemesi emredilmiş. Utlapa güçlü bir
adammış ama şefin adamları sayıca ondan üstünmüş. Gitmekten başka çaresi yokmuş.
Kabilesinden kovulmasına öfkelenmiş ve ormana sığınmış, burada şeften intikamını alacağı
günü beklemiş.
“Barış içerisinde olsalarda şef halkını korumak için tetikte beklemiş. Sık sık dağlarda bulunan
gizli kalmış kutsal yere gidermiş. Bedenini arkasında bırakırmış, ormanı ve sahili baştan aşağıya
gözden geçirip bir tehlikenin yaklaşıp yaklaşmadığını kontrol edermiş.
“Taha Aki bir gün bu görevini yerine getirmek için yola çıktığında Utlapa onu takip etmiş.
Utlapa sadece şefi öldürmeyi planlıyormuş ama bu planın kusurları varmış. Ruh savaşçılarının o
daha kaçamadan onu yakalayıp ve işini bitireceklerinden eminmiş. Kayaların arkasında
saklanmış şefin bedeninden ayrılmak için hazırlanmasını seyrederken aklına başka bir plan
gelmiş.
“Taha Aki bu gizli yerde bedeninden ayrılmış ve rüzgarla birlikte uçarak insanlarını göz kulak
olmak için gitmiş.Utlapa şefin ruhunun uzaklaşmasını beklemiş.
“Taha Aki, Utlapa’nın ruh dünyasına giriş yaptığını anlamış ve onun kendisini öldürmek
istediğini de biliyormuş. Hemen gizli yere geri dönmüş ama rüzgar çok yavaş olduğu için
yetişememiş. Geri döndüğünde kendi bedeni ortada kaybolmuş. Utlapa’nın bedeni de orada
uzanıyormuş ama Utlapa, Taha Aki için bir kaçış yolu bırakmamış – kendi gırtlağını Taha
Aki’nin elleriyle kesmiş.
“Taha Aki kendi bedenini dağdan aşağıya kadar takip etmiş. Utlapa’ya bağırmış ama o sanki
rüzgar uğulduyormuş gibi onu görmezden gelmiş.
“Taha Aki, Utlapa’nın kendi kılığına girerek Quileuteler’in şefi olarak başlarına geçişini
izlemiş. Birkaç hafta Utlapa hiçbir şey yapmadan beklemiş ve herkesin onun Taha Aki
olduğuna inandığına emin olmuş. Sonrasında değişim başlamış – Utlapa’nın ilk kararı
savaşçıların ruh dünyasına geçmelerini yasaklamak olmuş. Bunun tehlikeli olduğunu söylemiş
ama aslında korkuyormuş. Taha Aki’nin orada tüm olanı biteni anlatmak için bekleyeceğini
biliyormuş.Utlapa, Taha Aki hemen kendi vücuduna geri döner diye ruh dünyasına girmeye
korkuyormuş. Ruh ordusuyla fethetme planları bu yüzden gerçekleşmesi imkansızmış, bundan
dolayı o da sadece kendi kabilesine hükmederek mutlu olmaya karar vermiş. Büyük bir sıkıntı
olmaya başlamış – Taha Aki’nin asla istemeyeceği ayrıcalıklar istemiş, savaşçılarıyla yanyana
yürümeyi reddetmiş, Taha Aki’nin eşi hayatta olmasına rağmen ikinci ve üçüncü eşini almış –
kabile tarihinde duyulmamış şeyler yapmış.Taha Aki bunları çaresizce öfke içerisinde izlemiş.
“Sonunda Taha Aki kabilesini Utlapa’dan kurtarmak için kendi bedenini öldürmeye karar
vermiş. Dağlardan devasa bir kurt getirmiş ama Utlapa askerlerinin arkasına saklanmış. Kurt
sahte şefini korumaya çalışan bir askeri öldürdüğünde Taha Aki büyük bir pişmanlık hissetmiş.
Kurda kendi yoluna gitmesini söylemiş.
“Tüm hikayeler bize ruh savaşçı olmanın ne kadar zor olduğunu anlatır. Bir kimsenin
bedeninden ayrılmasının rahatlatıcı değil korkunç olduğu söyler. Bu yüzden bu büyüyü sadece
ihtiyaç duyduklarında kullanırlarmış. Şefin bu yalnız yolculuğu her geçen gün daha da
zorlaşıyormuş. Vücutsuz olmak rahatsız edici, akıl karıştırıcı ve korkutucuymuş. Taha Aki’nin
vücudundan bu kadar uzun süre ayrı kalması büyük bir ızdırap haline gelmiş. Lanetlendiğini
hissediyormuş – atalarının orada onu beklediği o kutsal yere de göçemiyormuş, hiçliğin
ortasında çakılıp kalmış.
“Büyük kurt Taha Aki’nin ruhunu ağaçların arasında acı içerisinde ilerlerken takip etmiş. Kurt
devasaymış ve güzelmiş. Taha Aki bu suskun hayvanı aniden kıskanmış. En azından onun bir
bedeni, bir yaşamı varmış. Böyle bir bir boşluk içerisinde yaşamaktansa bir hayvan olarak
yaşamak daha iyiymiş.
“Ve sonra Taha Aki hepimizi değiştiren o kararı vermiş. Büyük kurttan bedenini kendisiyle
paylaşmasını istemiş. Kurt itaat etmiş. Taha Aki kurdun bedenine keyifle ve minnetle girmiş.
Tabii ki bu bir insan bedeni değilmiş ama ruh dünyasında kalmaktan daha iyiymiş.
“İnsan ve kurt aynı beden de limandaki köye geri dönmüş. İnsanlar korkuyla kaçışmış,
savaşçılar ortaya çıkmış. Savaşçılar ellerinde mızraklarıyla ona doğru koşmuşlar. Utlapa ise
güvenle bir yere sığınmış.
“Taha Aki savaşçılarına saldırmamış. Onların karşısında geri çekilmiş, gözleriyle konuşmaya
çalışmış ve halkının şarkılarını söylemeye çalışarak havlamayı denemiş. Savaşçılar bu kurdun
normal bir hayvan olmadığını, onda bir ruh etkisi olduğunu anlamaya başlamışlar.Yaşlı bir
asker olan Yut sahte şefinin emirlerine itaat etmemeye karar verip kurtla iletişim kurmaya
çalışmış.
“Yut ruh dünyasına geçtiği an Taha Aki de kurdun içerisinden çıkmış – hayvan uysalca onun
dönüşünü beklemiş – ve onunla konuşmuş. Yut hemen gerçeği anlamış ve gerçek şefi eve
döndüğü için mutlu olmuş.
“O anda Utlapa kurdun yenildiğini kontrol etmek üzere gelmiş. Yut’un yerde cansız şekilde
yattığını ve askerlerce çevrelendiğini görünce neler olduğunu anlamış. Bıçağını çıkarmış ve Yut
bedenine dönmeden önce onu öldürmek için harekete geçmiş.
“Hain” diye bağırmış ve savaşçılar ne yapmaları gerektiğini bilememiş. Şef ruhani yolculuğu
yasakladığından şefin kararına karşı çıkmak cezalandırmayı gerektirirmiş.
“Yut bedenine geri dönmüş ama Utlapa bıçağı onun boğazına dayamış ve eliyle ağzını
kapatmış. Taha Aki’nin vücudu güçlüymüş ve Yut ise yaşından dolayı güçsüzmüş. Yut
arkadaşlarını uyaramadan Utlapa onu sonsuza kadar susturmuş.
“Taha Aki, Yut’un ruhununu kendisine sonsuza kadar yasaklanmış olan son yolculuğuna
çıkışını izlemiş. Büyük bir öfke duymuş ve daha öncesinden çok daha güçlü olduğunu
hissetmiş. Tekrar büyük kurdun içine girmiş, Utlapa’nın kafasını koparmak istiyormuş. Fakat
kurdun içerisine girdiğinde büyük bir büyü olmuş.
“Taha Aki’nin öfkesi bir insanın öfkesiymiş. Halkına duyduğu sevgi ve ona zulmedenlere
duyduğu nefret bir kurdun bedeni için muazzam büyüklükteymiş, bir insan için de fazlaymış.
Kurt irkilmiş – savaşçılar ve Utlapa daha gözlerini hayretle açamadan – bir insana dönüşmüş.
“Bu yeni insan Taha Aki’nin bedenine hiç benzemiyormuş. Daha üstünmüş.Taha Aki’nin
ruhunun taptaze bir yorumlanışıymış. Hırsızı yakalamış ve ruhu çaldığı bedenden kaçamadan
onu parçalamış.
“İnsanlar neler olduğunu anladığında çok mutlu olmuşlar. Taha Aki hızla her şeyi düzeltmiş,
insanlarıyla çalışmış ve genç eşlerini ailelerinin yanına geri göndermiş. Koruduğu tek şey ruhani
yolculukların yasaklanması olmuş. Bir yaşamın çalınma ihtimalinin çok tehliki olduğunu
biliyormuş. Bundan sonra ruh savaşçılar olmayacakmış.
“O andan itibaren Taha Aki hem bir insandan hem de bir kurttan çok daha fazlası olmuş. Onu
Büyük Kurt Taha Aki ya da Ruh Adam Taha Aki demişler. Kabilesini yaşlanmadan yıllarca
yönetmiş.Bir tehlike olduğunda kurt olarak düşmanlarla mücadele etmiş. İnsanlar barış
içerisinde yaşamışlar. Taha Aki’nin pek çok oğlu olmuş ve bazıları da ergenlik çağına
geldiklerinde kurda dönüşebilme yeteneğine sahip olmuşlar. Kurtların hepsi birbirinden
farklıymış çünkü onlar ruh kurtlarmış ve insanın içerisinde bulunanı yansıtıyormuş.”
“Yani bu yüzden Sam tamamen siyah,” diye mırıldandı Quil sesini alçak tutmaya çalışarak ve
gülümsedi. “Siyah kalp, siyah post.”
Hikayeye kendimi kaptırmıştım, gerçeğe dönmek ve bu sönmeye yüz tutmuş ateşin başında
çember oluşturduğumuzu fark etmek beni çok şaşırtmıştı. Beni şaşırtan bir diğer şey ise bu
çemberin Taha Aki’nin büyük torunları tarafından yaratılmış olmasıydı.
Ateşin içerisinden bir kıvılcım havaya yükseldi, belli belirsiz bir şekil alıp sonra da söndü.
“Peki ya senin çikolata rengi kürkün neyi yansıtıyor?” diye fısıldaki Sam, Quil’e. “Ne kadar
tatlı olduğunu mu?”
Billy bu şakaları duymazdan geldi. “Oğullarından bazıları Taha Aki’yle savaşçı olmuşlar ve
yaşlanmamışlar. Diğerleri yani değişim geçirmek istemeyenler kurt adam sürüsüne katılmayı
reddetmiş. Onlar yaşlanmaya başlamış, ve kabile o zaman anlamış ki kurt adamlar eğer ruh
kurdunu istemezlerse diğer herkes gibi yaşlanıyorlarmış. Taha Aki üç insanın ömrü hayat
yaşamış. İlk iki eşinin ölümünden sonra üçüncü eşiyle evlenmiş ve kendi ruh eşini bulmuş.
Öbür eşlerini de sevmiş ama bu başkaymış. Ruh kurdunu bırakmaya karar vermiş böylece
eşiyle öldüğünde o da ölecekmiş.
“Bu büyünün bizim başımıza nasıl geldiğini anlatıyor ama bu hikayenin sonu değil...”
Yaşlı Quil Ateara’ya baktı, adam sandalyesinde doğruldu ve omuzlarını dikleştirdi. Billy bir
şişe suya uzandı ve başına dikti. Emily’nin kalemi bir an olsun durmadan yazmaya devam etti.
“Bu ruh savaşçıların hikayesiydi,” dedi Yaşlı Quil incecik sesiyle. “Anlatacağım hikaye ise
üçüncü eşin kendini feda etmesiyle ilgili.”
“Artık taşlı bir adam olan Taha Aki’nin ruh kurdunu bırakmasından yıllar sonra kuzeyden
Makah kabilesinde bir bela olmuş. Kabilelerinden pek çok kadın ortadan kaybolmuş ve bunun
için korktukları ve güvenmedikleri komşu kabilenin kurtlarını sorumlu tutmuşlar. Kurt adamlar
tıpkı atalarının yaptığı gibi birbirlerinin düşüncelerini okuyabiliyorlarmış. Kendilerinin hiçbir
suçlarının olmadığını biliyorlarmış. Taha Aki Makah kabilesinin şefini yatıştırmaya çalıştıysa da
başarılı olamamış çünkü çok fazla korkmuş. Taha Aki bir savaşın başlamasını istemiyormuş.
Halkını savunmak için uzun süre savaşamazmış. En büyük kurt adam oğlu Taha Wi’yi savaş
başlamadan önce gerçek suçluyu bulması için görevlendirmiş.
“Taha Wi ve sürüden beş kurt daha Makah kabilesinden kayıpların izini sürmek için dağlarda
araştırma yapmaya gitmiş. Daha önce hiç karşılaşmadıkları bir şeyle karşılaşmışlar – tuhaf, tatlı
bir koku burunlarında bir acıya sebep olmuş.”
Jacob’ın yanında daha da ufalmıştım. Ağzının kenarının gülümseyişini bastırmak için seğirdiğini
gördüm, koluyla beni daha sıkı sarmıştı.
“Böyle bir kokuyu nasıl bir canlının bıraktığına dair bir fikirleri yokmuş,” diye devam etti Yaşlı
Quil. Titreyen sesi Billy’ninkine hiç benzemiyordu ama tuhaf, vahşi bir hava vardı
konuşmasında. Onun konuşması hızlandıkça benim de nabzım hızlanıyordu.
“Çok az insan kokusu ve biraz da insan kanı bulmuşlar. Bunun aradıkları düşman olduğuna
eminlermiş.
“Araştırma onları kuzey taraflarına doğru götürmüş, Taha Wi bu yüzden sürünün yarısını, genç
olanları, limana Taha Aki’ye rapor vermesi için yollamış.
“Taha Wi ve iki kardeşi geri dönmemiş.
“Genç olanlar büyüklerini aramış ama tek bulabildikleri sessizlik olmuş. Taha Aki oğulları için
yas tutmuş. Oğullarının ölümü için intikam almayı dilemiş ama artık çok yaşlıymış. Yas
kıyafetleri içerisinde Makah şefinin yanına gitmiş ve ona olanları anlatmış. Makah şefi onun
acısını anlamış ve iki kabile arasındaki gerilim sona ermiş.
“Bir yıl sonra iki Makah kızı aynı gece kaybolmuş. Makah kabilesi hemen Quileute kurtlarını
çağırmış ve onlarda tüm köyde daha önce buldukları o kokuyu almışlar. Kurtlar tekrar ava
gitmişler.
“Gidenlerden sadece biri geri dönebilmiş. Taha Aki’nin üçüncü eşinden olma en büyük oğlu,
sürüdeki en genç olan Yaha Uta’ymış. Beraberinde Quileute zamanında daha önce görülmemiş
olan bir şey getirmişti – tuhaf, soğuk ve taş gibi sert ceset parçalarıymış bunlar. Taha Aki’nin
kanından olanlar, hatta olmayanlar bile bu ceset parçalarından yayılan berbat kokuyu
alabiliyorlarmış.Bu Makah kabilesinin aradığı düşmanmış.
“Yaha Uta neler olduğunu anlatmış: o ve kardeşleri yaratığı bulmuşlar, insana benziyormuş
ama granit gibi sertmiş, yanında Makah kabilesinden iki kız da varmış. Kızlardan biri çoktan
ölmüş, bembeyaz olmuş kansız bir şekilde yerde yatıyormuş. Diğeri ise yaratığın kolları
arasındaymış, yaratık ağzını onun boynuna yapıştırmış. Bu korkunç sahneyle karşılaştıklarında
kız yaşıyormuş ama yaratığa yaklaştıkları an kızın vücudundaki tüm kanı emmiş ve cansız
bedenini yere bırakmış. Yaratığın beyaz dişleri kanla kaplanmış ve gözleri kıpkırmızı
parlıyormuş.
“Yaha Uta yaratığın nasıl güçlü olduğundan ve hızından bahsetmiş. Bazı kardeşleri onu hafife
aldıklarından hemen öldürülmüşler. Yaratık onları sanki oyuncak bebek gibi deşmiş. Yaha Uta
ve diğer kardeşleri ise daha ihtiyatlıymış. Beraber hareket ederek yaratığa her açnden saldırıp
manevra yapmasına engel olmuşlar. Kurt güçlerinin ve hızlarının son noktasına kadar gelmişler
ve bu daha önce başlarına hiç gelmemiş. Yaratık kaya kadar sert ve buz gibi soğukmuş. Sadece
dişlerinin ona zarar verebildiğini fark etmişler. Yaratık onlarla savaşırken parçalara ayrılmaya
başlamış.
“Fakat yaratık çok hızlı öğreniyormuş ve hemen onların hareket kabiliyetlerini çözmüş. Yaha
Uta’nın kardeşini ele geçirmiş. Yaha Uta yaratığın boynunda bir boşluk bulmuş ve saldırmış.
Dişleriyle yaratığın kafasını koparmış ama yaratığın elleri kardeşini sıkmaya devam etmiş.
“Yaha Uta kardeşini kurtarabilmek için yaratığı parçalara bölmüş ama artık çok geçmiş. Fakat
yaratık yenilmiş.
“Ya da öyle sanıyorlardı. Yaha Uta yaratıktan geriye kalan kokulu parçaları yaşlılara uzatmış.
Kopmuş bir el yaratığın granitten kolunun yanında uzanıyormuş. Yaşlılar çubuklarla bunları
dürterken parçalar birbirine değdiğinde el, kol parçasına doğru haraket etmiş. Parçalar tekrar
bir araya gelmeyi deniyormuş.
“Dehşete düşmüşler, yaşlılar geride kalan parçaları yakmışlar. Büyük bir duman yükselmiş,
iğrenç bir koku etrafa yayılmış. Geriye sadece küller kalana kadar yakmışlar, külleri parçalara
ayırıp çantalara koymuşlar ve uzaklara göndermişler – bazılarını okyanusa, bazılarını ormana
ve bazılarını da mağaraya atmışlar. Taha Aki bir çantayı boğazına sarmış, böylece yaratık
tekrar birleşmeye çalışırsa bunu anlayacakmış.”
Yaşlı Quil durdu ve Billy’e baktı. Billy boynundaki kalın deri sırımı çıkardı. Ucunda küçük bir
çanta vardı, yıllar rengini koyulaştırmıştı. Bazılarının nefesi kesilmişti. Ben de onlardan biri
olabilirdim.
“Ona Soğuk Olan, Kan İçici demişler ve onun tek olmadığından korkarak yaşamlarına devam
etmişler. Geriye sadece bir koruyucu kurt kalmış o da genç Yaha Uta’ymış.
“Uzun süre beklemelerine gerek kalmamış. Yaratığın arkadaşı, bir diğer kan içici olan
Quileuteler’den intikam almak için gelmiş.
“Hikayelerde anlatılana göre Soğuk Kadın insan gözünün o güne kadar gördüğü en güzel
şeymiş. Sabah köyle geldiğinde gün doğumunun kraliçesi gibi görünüyormuş; güneş onun
bembeyaz teni üzerinde parlıyormuş ve altın rengi saçları dizlerine kadar iniyormuş.
Olağanüstü güzel olan bembeyaz yüzünü simsiyah gözleri süslüyormuş. Bazıları onu
gördüğünde tapmak için dizleri üzerine çökmüşler.
“Kimsenin o güne kadar duymadığı tuhaf bir dilde, bağırarak bir şeyler sormuş. İnsanlar ona
nasıl cevap vereceklerini bilemediklerinden şaşkına dönmüşler. Topluluğun arasında Taha
Aki’nin kanını taşıyan küçük bir çocuk dışında kimse yokmuş. Çocuk annesine sokulmuş ve
koku onu rahatsız ettiği için çığlık atmaya başlamış. Konsüle doğru giden yaşlılardan biri
çocuğun sesini duymuş ve neler olduğunu anlamış. İnsanlara kaçmasını söylemiş. Kadın ilk
olarak onu öldürmüş.
“Soğuk Kadın’ın geldiği yönde yirmi kişi varmış. Sadece iki tanesi kurtulabilmiş, onlarda
yaratığın kana susamışlığından dolayı duraksamasından dolayı kaçabilmişler. Hemen
konsüldeki diğer yaşlılar, oğulları ve üçüncü eşiyle bulunan Taha Aki’nin yanına gitmişler.
“Yaha Uta olanları duyduğunda hemen ruh kurdu şeklini almış. Yalnız başına kan emiciyle
dövüşmeye gitmiş. Taha Aki, üçüncü eşi, oğulları ve yaşlılar onun arkasından gitmişler.
“Oraya vardıklarında yaratığı bulamamışlar ama saldırısının sonuçlarını görebilmişler.
Parçalanmış cesetler etraftaymış, bazıları hala kanıyormuş ve kadının ortaya çıktığı yerde etraf
kan gölüne dönmüş. Sonra çığlıklar duymuşlar ve limana doğru koşmuşlar.
“Bir grup Quileute kayıklarla kaçmaya çalışıyormuş. Yaratık ise onların arkasından sanki bir
köpek balığı gibi yüzmüş ve kayığın ön tarafını büyük bir kuvvetle koparmış. Kayık batarken,
yüzerek kaçmaya çalışanları yakalamış ve onları da parçalamış.
“Kıyı da büyük bir kurt görmüş, yüzenleri bırakmış. Süratle kurda doğru yüzmeye başlamış, o
kadar hızlıymış ki neredeyse görünmeyecekmiş. Yaha Uta’nın karşısına çıktığından üzerinden
sular damlıyormuş. Beyaz parmağını ona doğrultmuş ve anlaşılmaz bir soru daha sormuş. Yaha
Uta beklemiş.
“Bu yakın bir dövüşmüş. Yaratık arkadaşı gibi savaşçı değilmiş. Ama Yaha Uta yalnızmış –
yaratığın ilgisini dağıtacak kimse yokmuş.
“Yaha Uta dövüşü kaybettiğinde Taha Aki acıyla haykırmış. Öne doğru aksayarak çıkmış ve
eski haline, beyaz çizgili kurda dönüşmüş. Kurt yaşlıymış ama o Ruh Adam Taha Aki’ymiş ve
öfkesi onu kuvvetli yapmış. Dövüş tekrar başlamış.
“Taha Aki’nin üçüncü eşi oğlunun kendisinden önce öldüğünü görmüş. Ve şimdi de kocası
dövüşüyormuş ve onun da kazanması için umut yokmuş. Konsüle olanları anlatan tüm tanıkları
dediklerini hatırlamış. Yaha Uta’nın önceki yaratığı nasıl alt ettiğini duymuş ve kardeşinin
yaratığı oyalaması sayesinde kurtulduğunu biliyormuş.
“Üçüncü eş yanında duran oğullarından birinin belinden bıçağını almış. Hepsi daha çocukmuş
ve babaları ölürse sıranın onlara geleceğini biliyormuş.
“Üçüncü eş bıçağı havaya kaldırmış Soğuk Kadın’a doğru koşmaya başlamış. Soğuk Kadın
gülümsemiş, kurtla olan dövüşe olan ilgisini kaybetmiş. Zayıf bir kadından ya da bıçağın
teninde bir sıyrık bile açacağından korkmuyormuş, Taha Aki’ye ölümcül son vuruşunu yapmak
üzereymiş.
“Ve üçüncü eş Soğuk Kadın’ın beklmediği bir şey yapmış. Kan emicinin ayaklarının ucunda
dizleri üzerine düşmüş ve bıçağı kendi kalbine saplamış.
“Kan kadının parmaklarına ve Soğuk Kadın’a sıçramış. Kan içici üçüncü eşin bedeninden
yayılan taze kanın cazibesine karşı koyamamış. İçgüdüsel olarak kadına doğru dönmüş ve bir
saniyede susuzluğunu gidermiş.
“Taha Aki’nin dişleri yaratığın boynunu kavramış.
“Bu dövüşün sonu değilmiş ama Taha Aki artık yalnız değilmiş. Annelerinin ölümünü izleyen
genç oğullar henüz yetişkin olmamalarına rağmen ruh kurtlarına dönüşerek ileri doğru atılmış.
Babalarıyla beraber yaratığın işini bitirmişler.
“Taha Aki bir daha kabilesine geri dönmemiş. İnsan formuna da dönüşmemiş. Üçüncü eşinin
bedeninin yanında bir gün boyunca uzanmış, ona dokunmaya kalkan herkese havlamış ve sonra
da ormana gidip bir daha dönmemiş.
“Soğuk olanlarla o zamandan beri çok nadir sorun çıkarmış. Taha Aki’nin oğulları kabileyi
yerlerini oğulları alana kadar korumuş. Asla kabilede üçden fazla kurt olmamış. Bu kadarı
yeterliymiş. Zaman zaman kan içiciler bu topraklara gelseler de kurtları beklemedikleri için
şaşırmışlar. Bir kurt ölürse sayılarının azalacağını düşünerek asla ilk zamanlardaki gibi endişe
etmemişler. Soğuk olanlarla nasıl savaşmaları gerektiğini öğrenmişlerdi ve bu bilgi bir kurdun
aklından diğerine, ruhdan ruha ve babadan oğula aktarılmış.
“Zaman geçmiş ve Taha Aki’nin kanından gelenler artık yetişkin olduklarında kurda
dönüşmemişler. Sadece etrafta soğuk olan varsa kurtlar geri döndü. Soğuk olanlar her zaman
bir ya da iki kişi gelmişler, bu yüzden kurt adamlar sürüsü az kişiden oluşmuş.
“Sonra büyük bir topluluk geldi ve senin büyük büyükbaban onlarla savaşmak için hazırlandı.
Fakat onların lideri Ephraim Black’le sanki bir insan gibi konuştu ve Quileuteler’e zarar
vermeyeceğine dair söz verdi.Tuhaf altın sarısı gözleri söyledikleri gibi öncekilerden farklı
olduklarının kanıtıydı. Kurt adamlar sayıca azdı; soğuk olanların anlaşma teklif etmesi için bir
neden yoktu istese bu savaşı kazanabilirlerdi. Ephraim anlaşmayı kabul etti. Onlar kendi
taraflarında duracaktı ve diğerleri ile aralarına çizgi çekeceklerdi.
“Ve onların sayıları sürünün sayısının kabilenin bugüne dek gördüğü en yüksek sayıya
ulaşmasına neden oldu,” dedi Yaşlı Quil ve bir dakika boyunca siyah gözlerini kapadı, gözleri
kırışık ve sarkmış göz kapaklarının altında kalmıştı. Bana dinleniyor gibi görünmüştü. “Tabii ki
Taha Aki’nin zamanından hariç,” diye ekledi ve derin bir nefes verdi. “Ve böylece kabilemizin
oğulları bir kez daha bu yükü taşımaya ve babalarının yaptığı fedakarlıklar yapmaya başladı.
Uzun bir süre hepsi sessiz kaldı. Büyünün ve efsanenin anlattığı soydan gelenler ateşin
çevresinde hüzünlü gözlerle birbirlerine baktılar. Hepsi aynı durumdaydı.
“Yük mü,” alaycı ve alçak bir sesle, “Bence bu harika,” dedi Quil ve alt dudağını biraz sarkıttı.
Ateşin karşısında Seth Clearwater – kabilenin koruyucuları görevinden övündüğü için gözlerini
iyice açtı – başını onaylarcasına salldı.
Billy kıkırdadı, alçak sesle yapmıştı bunu ve görünüşe göre büyü ateşle birlikte sönmüştü.
Aniden yeniden bir arkadaş topluluğuna dönüşmüştük. Jared Quil’e bir taş attı ve o zıplayınca
herkes ona güldü. Herkes tekrar birbiriyle konuşup şakalaşmaya başladı.
Leah Clearwater gözlerini açmadı. Yanaklarında göz yaşı olduğunu sandığım ışıltılar gördüm
ama bir dakika sonra tekrar baktığımda yoktular.
Ne Jacob ne de ben konuştuk. Yanımda çok sakindi, derin nefes alıyordu, bir an uykuya
dalmak üzere olduğunu düşündüm.
Benim aklımsa çok uzaklardaydı. Yaha Uta’yı, diğer kurtları düşünmüyordum ya da Soğuk
Kadın’ı – onun nasıl göründüğünü kolayca gözümün önüne getirebilmiştim. Aslında tüm bu
büyünün tamamen dışında olan birini düşünüyordum. Tüm kabilenin hayatını kurtaran isimsiz
kadın, üçüncü eşin yüzünü aklımda canlandırmaya çalışıyordum.
Hiçbir özel yeteneği ve gücü olmayan sıradan bir kadındı. Fiziksel anlamda güçsüzdü ve
hikayedeki diğer tüm canavarlardan daha yavaştı. Fakat çözümün kendisi olmuştu. Kocasını,
oğullarını ve kabilesini kurtarmıştı.
Onun adını hatırlamış olmalarını diledim...
Bir şey kolumu salladı.
“Hadi, Bells,” dedi Jacob kulağıma. “Geldik.”
Gözlerimi kırptım, kafam karışmıştı çünkü ateş sönmüştü. Şaşkınlıkla karanlığa baktım,
etrafımdakileri anlamlandırmaya çalışıyordum. Artık kayalıklarda olmadığımı fark etmem bir
dakikamı aldı.Jacob ve ben yalnızdık. Hala onun kollarındaydım ama artık yerde
oturmuyorduk.
Jacob’ın arabasına nasıl gelmiştim peki?
“Ah, lanet olsun!” diye haykırdım uykuya daldığımı fark ederek.
“Ne kadar geç oldu? Of, nerede şu aptal telefon?” Ceplerime baktım heyecanla, ama
bulamadım.
“Sakin ol. Daha gece yarısı olmadı. Ve ayrıca çoktan onu aradım Bak – orada seni bekliyor.”
“Gece yarısı mı?” Aptal gibi tekrar ettim, hala aklım karışıktı. Karanlığa gözlerimi dikip baktım
ve gözlerim otuz metre ilerdeki Volvo’yu seçtiğinde yüreğim ağzıma geldi. Kapının koluna
uzandım.
“Burada,” dedi Jacob ve küçük bir şeyi cebime koydu. Telefonumdu.
“Benim için Edward’ı mı aradın?”
Jacob’ın gülüşündeki ışıltıyı farkedecek kadar kendime gelebilmiş. “Fark ettim ki eğer doğru
oynarsam seninle daha çok zaman geçirebilirim.”
“Teşekkürler, Jake,” dedim, etkilenmiştim. “Gerçekten, sağol. Ve beni bu gece davet ettiğin
için de teşekkürler. Bu çok...” Kelimeleri bulamıyordum. “Vay canına. Bambaşkaydı.”
“Ve beni bir ineği yerken izlemek için bile kalmadın.” Güldü. “Hayır, hoşlandığına memnun
oldum. Benim için de... güzeldi. Seninle orada olmak.”
Uzakta bir hareket oldu – soluk bir şey siyah ağaçların oradaydı. Yürüyor muydu?
“Pek sabırlı değil ha?” dedi Jacob, ilgimin dağaldığını fark etmişti. “Git hadi. Ama yakında
tekrar gel, olur mu?”
“Tabii ki Jake,” diye söz verdim, arabanın kapısını açtım. Soğuk havanın bacaklarıma değdiğini
hissettim ve titredim.
“İyi geceler, Bells. Hiçbir şey için endişelenme – bu gece sana göz kulak olacağım.”
Tek ayağımı arabadan dışarı atmıştım ki durdum. “Hayır Jake. Git dinlen, ben iyi olacağım.”
“Tabii, tabii,” dedi fakat sesi kabul etmekten çok küçümser gibiydi.
“İyi geceler Jake. Teşekkürler.”
“İyi geceler Belle,” diye fısıldadı ben karanlığa doğru hızla giderken.
Edward beni sınırda karşıladı.
“Bella,” dedi, sesindeki rahatlamayı hissetmiştim; kolları beni sıkıca sardı.
“Merhaba. Üzgünüm çok geciktim.Uzkuya dalmışım ve – ”
“Biliyorum. Jacob açıkladı. “ Arabaya doğru yürüdü ve ben de onun onun yanında
sendeleyerek ilerlemeye çalıştım. “Yorgun musun? Seni taşıyabilirim.”
“İyiyim.”
“Hadi seni eve ve yatağına götürelim. İyi zaman geçirdin mi?”
“Evet – harikaydı, Edward. Senin de gelmeni isterdim. Bunu istesem de açıklayamam. Jake
bize efsanelerden bahsetti ve sanki.... büyülenmiş gibiydik.”
“Bana bundan bahsetmek zorundasın. Uyuduktan sonra elbette.”
“Doğru düzgün anlatabileceğimi sanmıyorum,” dedim ve ağzımı kocaman açarak esnedim.
Edward kıkırdadı. Kapıyı benim için açtı ve beni bindirdi, sonra da emniyet kemerimi bağladı.
Parlak ışıklar yandı ve üzerimize vurarak geçti. Jacob’ın farlarına doğru el salladım ama onun
bu hareketi gördüğünden emin değildim.
Eve vardığımda Jacob Charlie’yi aradığından beklediğim gibi sorun çıkarmadı. Gece gidip
uyumak yerine pencereyi açtım ve bir süre Edward’ın geri gelmesini bekledim. Hava şaşırtıcı
şekilde soğuktu, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Rüzgarlı kayalıklarda bu kadar soğuk olduğunu
fark etmemiştim; tabi bunun nedeni ateşin yanında bulunmamız ve Jacob’la yanyana
oturmamdı.
Yağmur başladığında soğuk tanecikler yüzüme vurdu.
Rüzgarla sallanan Ladin ağacının ilerisini göremeyecek kadar karanlıktı hava. Fakat gözlerimi
zorlayarak fırtınada başka şekiller var mı diye görmeye çalıştım. Karanlıkta hayalet gibi hareket
eden soluk bir silüet.. ya da devasa bir kurdun gölgesini aradı gözlerim... gözlerim çok zayıftı.
Sonra karanlıkta tam yanımda bir hareket oldu. Edward açık olan camımdan içeri doğru
süzüldü, elleri yağmurdan daha da soğuktu.
“Jacob dışarda mı?” diye sordum, Edward kollarıyla beni sardığından titremiştim.
“Evet... orada bir yerlerde. Ve Esme de ev dönüş yolunda.”
Derin bir nefes aldım. “Çok soğuk ve yağmurlu. Bu aptalca.” Tekrar titredim.
Güldü. “Sadece sana soğuk, Bella.”
O gece rüyamda da soğuktu, belki de Edward’ın kollarında uyumamdan dolayı öyle olmuştu.
Fakat rüyamda fırtınada dışarıdaydım, rüzgar saçlarımı savuruyor yüzüme çarpıyordu ve
gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu. Hilal şeklindeki First Beach’de taşların üzerinde
duruyordum, belli belirsiz görünen ve hızla hareket eden şeklin ne olduğunu anlamaya
çalışıyordum. Önce hiçbir şey yoktu sonra siyah ve beyaz ışıkların birbirine doğru hamle
yaptıklarını gördüm. Sonra da sanki ay aniden bulutların arasından çıkmış da aydınlatmış gibi
her şeyi açıkça gördüm.
Rosalie ıslak ve dizlerine kadar inen saçlarını savurarak devasa bir kurda saldırıyordu – kurdun
burnunda gümüş renginde bir bölge vardı – içgüdüsel olarak bunun billy Black olduğunu
anladım.
Birden koşmaya başladım ama sanki yavaş çekimde hareket ediyor gibiydim. Onları durdurmak
için bağırmayı denedim ama sesimi rüzgar çalmıştı ve ses çıkaramıyordum. Birinin fark
etmesini umarak kollarımı salladım. Elimde bir şey parladı ve işte o zaman elimin boş
olmadığını anladım.
Elimde uzun, keskin bir bıçak vardı, eski ve gümüşi renkteydi, üzerinde kurumuş, kararmış kan
lekesi vardı.
Elimdeki bıçaktan korktum ve gözlerimi karanlık odama açtım. Fark ettiğim ilk şey yalnız
olmadığımdı ve yüzümü Edward’ın göğsüne yapıştırdım, her şeyden çok onun tatlı kokusunun
kabuslarımı hızla aklımdan uzaklaştıracağını biliyordum.
“Seni uyandırdım mı?” diye fısıldadı. Kağıt hışırtısı vardı, çevrilen sayfalara aitti ve sanki tahta
zemine hafifçe bir şey vuruyormuş gibi belli belirsiz bir ses vardı.
“Hayır,” diye mırıldandım, beni saran kolların verdiği keyifle derin bir nefes verdim. “Kötü bir
rüya gördüm.”
“Anlatmak ister misin?”
Başımı hayır anlamında salladım. “Çok yorgunum. Eğer hatırlarsam yarın anlatırım.”
Onun sallanışından güldüğünü anladım.
“Pekala, sabah,” diye kabul etti.
“Sen ne okuyordun?” diye mırıldandım, hala tam olarak uyanamamıştım.
“Uğultulu Tepeler,” diye cevap verdi.
Uykulu biçimde kaşlarımı çattım. “Senin o kitaptan hoşlanmadığını sanmıştım.”
“Sen okumuyordun,” diye mırıldandı, onun tatlı sesi farkında olmadan beni sakinleştirmişti.
“Ayrıca... seninle ne kadar çok zaman geçirirsem, insani duygular bana o kadar karmaşık
geliyor. Daha önce olma ihtimalini düşünmediğim bir şekilde Heathcliff’e sempati
besleyebileceğimi keşfediyorum.”
İnleyerek iç geçirdim.
Bir şeyler daha söyledi ama ne olduğunu anlayamadan uykuya daldım.
Sabah güneş gri bir inci gibiydi ve hava sakindi. Edward bana rüyamda ne gördüğümü sordu
ve ne olduğunu hatırlayamadım. Hatırlayabildiğim tek şey üşüdüğüm ve uyandığımda orada
olduğu için memnun olduğumdu. Kalp atışlarım hızlanana kadar beni öptü ve sonra da üstünü
değiştirmek ve arabasını almak için eve gitti.
Elimdekilerle giyinmeye çalıştım. Kirli sepetimi her kim karıştırdıysa gardırobumdaki
seçeneklerimi önemli şekilde azaltmıştı. Bu olay bu kadar korkunç olmasaydı gerçekten çok
can sıkıcı olabilirdi.
Kahvaltıya inmek üzereydim ki benim hırpalanmış Uğultulu Tepeler kitabımın yerde
durduğunu gördüm, Edward düşürmüş olmalıydı.
Neler söylediğini hatırlamaya çalışarak merakla yerden aldım. Heathcliff’e ve tüm insanlara
sempati duymakla ilgili bir şeyler söylemişti. Bu doğru olamazdı; muhtemelen gördüğüm
rüyanın bir parçasıydı.
Açık olan sayfada gözüme üç kelime çarptı ve paragrafı okumaya başladım. Heathcliff’in
konuşmasıydı bu ve bu kısmı oldukça iyi biliyordum.
Ve sen o zaman duygularımız arasındaki ayrımı göreceksin; o benim yerimde olsaydı ve ben
de onun yerimde olsaydımi, her ne kadar ona olan nefretim hayatımı mahvemiş olsa da ona
bir kere olsun el kaldırmazdım. İstersen inanmayabilirsin!! Catherine onu arzu ettiği sürece
onu etrafından uzaklaştırmazdım. Beğenisini kaybettiği anda ise kalbini paramparça eder ve
onun kanını içerdim! Ama o zamana kadar – eğer bana inanmıyorsan beni tanımamışsın
demektir – işte o zamana kadar onun saçının bir teline dokunmadan önce yavaş yavaş
ölürdüm!
Bu üç kelime çarpmıştı gözüme “onun kanını içerdim.”
Ürpermiştim.
Evet, kesinlikle Edward’ın Heathcliff hakkında olumlu şeyler söylediğini hayal etmiş
olmalıydım. Ve bu sayfa onun okuduğu sayfa değildi muhtemelen. Kitabın herhangi bir sayfası
açık kalmış olmalıydı.