Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Eclipse 21.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Eclipse 21.Bölüm Empty Eclipse 21.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Salı Kas. 16, 2010 10:44 am

    Bu gecenin tek bir anını bile uyumakla harcamaktan nefret ediyordum ama bu kaçınılmazdı.
    Uyandığımda pencerenin dışındaki güneş, gökyüzünde hızla hareket ederek küçük bulutların
    arasında parlıyordu. Rüzgar ağaç öbeklerini öyle sallıyordu ki bütün ormanın yarısı kopup
    gidecek gibiydi.
    Giyinmem için beni yalnız bıraktı, ben de düşünme fırsatı bulduğum için memnun oldum. Bir
    şekilde dün gece için planladıklarım korkunç derecede ters gitmişti ve ben sonuçlarıyla
    uğraşmak zorunda kalmıştım. Her ne kadar onun duygularını incitmeden elimden geldiğince
    hızla elden düşme yüzüğü geri vermiş olsam da; sol elimde hala ağırlığını hissedebiliyordum,
    sanki görünmezdi ama oradaydı.
    Bu beni rahatsız etmemeli, diyerek mantıklı olmaya çalıştım. Vegas’a yapılcak bir yolculuk çok
    da büyük olmazdı. Eski kotlarımdan daha iyi olanını giyerdim – eski eşofmanlarımı giyerdim.
    Tören de çok fazla uzun süremezdi; en fazla on beş dakika, değil mi? Buna katlanabilirdim.
    Ve sonra, her şey sona erdiğinde, pazarlığın onun tarafını tamamlamış olurdum. Ona odaklanıp
    gerisini unuturdum.
    Kimseye söylemek zorunda olmadığımu söylemişti ve ben de bu sözünü tutmasını
    sağlayacaktım. Elbette Alice’i düşünmemiş olmam benim aptallığımdı.
    Öğlen civarında Cullenlar eve geldi. Havalarında yeni, işten anlayan bir his vardı, bu da bana
    gelmekte olan şeyin kötülüğünü hatırlattı.
    Alice, garip bir şekilde kötü bir ruh halindeydi. Normal hissetmenin onda yarattığı hayal
    kırıklığına yordum, çünkü Edward’a söyledikleri ilk söz kurtlarla çalışmayla ilgili şikayetler
    oldu.
    “Bence” – bu kesinliği olmayan kelimeyi kullandığında yüzünü buruşturdu Alice – “havanın
    soğuk olacağı düşüncesiyle çantanı hazırlamak isteyeceksindir, Edward. Senin tam olarak
    nerede olduğunu göremiyorum çünkü öğleden sonra o köpekle yola çıkacaksın. Ama
    yaklaşmakta olan fırtına, o bölgede özellikle kötü görünüyordu.”
    Edward başıyla onayladı.
    “Dağlarda kar yağacak.” diye uyardı onu.
    “Iyy, kar.” diye mırıldandım kendi kendime. Haziran ayındaydık, tanrı aşkına.
    “Bir mont giy.” dedi Alice bana. Sesi düşmancaydı, beni şaşırttı. Surat ifadesini okumaya
    çalıştım ama arkasını döndü.
    Edward’a baktım, gülümsüyordu; Alice’i sinir eden her neyse onu eğlendiriyordu.
    Edward’ın içinden seçecek oldukça fazla kamp eşyası vardı – insani görünümlerini
    destekleyecek kadar; Cullenlar Newton’s mağazasının iyi müşterileriydi. Bir uyku tulumu,
    küçük bir çadır ve ben yüzümü buruşturduğumda sırıttığı birkaç paket kurutulmuş yemek kaptı
    ve hepsini bir sırt çantasına doldurdu.
    Alice, biz oradaykan, garajda hiçbir söz söylemeden Edward’ın hazırlıklarını izleyerek dolandı.
    Edward onu görmezden geldi.
    Hazırlığı bittiğinde, Edward telefonu bana uzattı. “Neden Jacob’ı arayıp ona bir saat içerisinde
    hazır olacağımızı söylemiyorsun? Bizimle nerede buluşacağını biliyor.”
    Jacob evde değildi, ama Billy haberleri iletecek uygun bir kurt adam bulduğunda bizi
    arayacağına söz vermişti.
    “Charlie için endişelenme, Bella.” dedi Billy. “Bu konuda kendi payımı kontol altına almış
    durumdayım.”
    “Evet, Charlie iyi olacak biliyorum.” Oğlunun güvenliğinden o kadar emin değildim, ama bunu
    söylemedim.
    “Keşke yarın diğerleriyle birlikte olabilsem.” dedi Billy pişman bir halde kıkırdayarak. “Yaşlı
    bir adam olmak zor iş, Bella.”
    Savaşma arzusu Y kromozomunu tanımlayan bir özellik olsa gerek. Hepsi aynıydı.
    “Charlie’yle iyi eğlenceler.”
    “Bol şans, Bella.” diye cevap verdi. “Ve... bunu benim için, şey, Cullenar’a da ilet.”
    “İletirim.” Dedim, bu jestine şaşırarak.
    Telefonu Edward’a geri verirken, Alice ve Edward’ı bir çeşit sessiz bir tartışma içinde buldum.
    Alice gözleriyle yalvararak ona bakıyordu. Edward da kaşlarını çatıyordu, istediği her neyse
    ondan dolayı mutsuzdu.
    “Billy size ‘bol şans’ dememi istedi.”
    “Ne kadar da cömert.” dedi Edward, ondan uzaklaşarak.
    “Bella, seninle yalnız konuşabilir miyim?” dedi Alice çabucak.
    “Hayatımı ihtiyacım olduğundan daha da zorlaştırmak üzeresin, Alice.” diye uyardı Edward
    sıkılmış dişleri arasından. “Yapmamanı tercih ederdim.”
    “Bunun seninle ilgisi yok, Edward.” diye yanıtladı.
    Güldü. Cevabındaki bir şey ona komik gelmişti.
    “Değil.” diye üsteledi Alice. “Bu kadınsal bir şey.”
    Kaşlarını çattı.
    “Bırak konuşsun.” dedim. Meraklanmışdım.
    “Sen istedin.” diye mırıldandı. Yine güldü – yarı kızgın, yarı eğlenmiş – ve garajdan dışarı çıktı.
    Alice’e döndüm, endişeliydim artık, ama o bana bakmadı. Kötü ruh hali geçmemişti hala.
    Porsche’nun kaputuna oturdu, yüzü kederliydi. Onun yanına gidip, tampona yaslandım.
    “Bella?” diye sordu hüzünlü bir sesle,ileri kayıp yanım kıvrıladı. Sesi öyle perişan geliyordu ki
    ona sarıldım.
    “Sorun ne, Alice?”
    “Beni sevmiyor musun?” diye sordu aynı üzgün tonla.
    “Tabii ki seviyorum. Bunu biliyorsun.”
    “O zaman neden beni davet bile etmeden gizlice Vegas’a kaçıp evlendiğini görüyorum?”
    “Ah” diye mırıldandım yanaklarım kızarırken. Onun duygularını incittiğimi görebiliyordum ve
    hemen kendimi savundum “Her şeyi mahvetmekten nasıl nefret ettiğimi biliyorsun. Bu arada bu
    Edward’ın fikriydi.”
    “Bunu bana nasıl yaparsın? Böyle bir şeyi Edward’dan beklerdim ama senden beklemezdim.
    Seni ben kardeşimmişçesine seviyorum.”
    “Benim, için Alice, zaten kardeşimsin.”
    “Sözler!” diye homurdandı.
    “İyi, gelebilirsin. Görülecek fazla bir şey olmayacak.”
    Hala yüzünü buruşturuyordu.
    “Ne?” diye sordum.
    “Beni ne kadar seviyorsun, Bella?”
    “Neden?”
    Bana yalvaran gözlerle baktı, uzun siyah kirpiklerini kırpıştırıyor, dudaklarının kenarlarını
    titretiyordu. Kalp kırıcı bir bakıştı.
    “Lütfen, lütfen, lütfen,” diye fısıldadı. “Lütfen, Bella, lütfen – eğer beni gerçekten seviyorsan...
    lütfen izin ver düğününü ben yapayım.”
    “Ay, Alice!” diye inledim, kendimi ondan çekip uzaklaşırken. “Hayır! Bunu bana yapma!”
    “Eğer beni gerçekten, içtenlikle seviyorsan, Bella.”
    Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Bu hiç adil değil. Ayrıca Edward o bahaneyi kullandı bile.”
    “Bahse girerim bu işi geleneksel şekilde yapsan Edward’ın daha çok hoşuna gidecektir, sana
    asla itiraf etmese bile. Ve Esme – bu onun için ne ifade eder bir düşün!”
    İnledim. “Yenidoğanlarla tek başıma karşı karşıya gelirim daha iyi.”
    “Sana on yıl borçlu olurum.”
    “Bana bir asır borçlu olursun!”
    Gözleri parladı. “Bu bir evet mi?”
    “Hayır! Bunu yapmak istemiyorum!”
    Birkaç metre yürümekten ve rahibin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey
    yapmayacaksın.”
    “Iyy! Iyy, ıyy!”
    “Lütfen?” olduğu yerde zıplamaya başladı. “Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen?”
    “Seni bunun için asla ve asla hiçbir zaman affetmeyeceğim, Alice.”
    “Yaşasın!” diye ciyakladı ellerini çırparak.
    “Bu bir evet değil!”
    “Ama olacak.” dedi şarkı söylercesine.
    “Edward!” diye haykırdım, garajın dışına doğru. “Dinlediğini biliyorum. Gel buraya.” Alice
    tam arkamdaydı, hala el çırpıyordum.
    “Çok teşekkür ederim, Alice.” dedi arkamdan gelen huysuz bir sesle. Ağzının payını vermek
    için arkamı döndüm ama ifadesi öyle endişeli ve üzgündü ki şikayetlerimi dile getirmedim.
    Onun yerine kollarımı ona dolayıp gözlerimdeki sinirden yaşarmasını ağlıyorum sanmasınlar
    diye yüzümü sakladım.
    “Vegas.” diye söz verdi Edward kulağıma.
    “Hayatta olmaz.” dedi zevkle Alice. “Bella bunu bana asla yapmaz. Biliyorsun Edward, bir
    kardeş olarak bazen bir hayal kırıklığısın.”
    “Acımasız olma” diye yakındım. “Senin aksine beni mutlu etmeye çalıyışıyor.”
    “Ben de seni mutlu etmeye çalışıyorum, Bella. Sadece ben... uzun vadede senin neyin mutlu
    edeceğini daha iyi biliyorum. Bana teşekkür edeceksin. Belki bir elli yıl için değil ama kesinlikle
    bir gün edeceksin.”
    “Sana karşı bahse gireceğim bir günün geleceğini hayatta tahmin edemezdim, Alice, ama o gün
    geldi.”
    O berrak kahkahalarından birini attı. “O zaman, bana yüzüğünü gösterecek misin?”
    O çabucak sol elimi tutup yine aynı hızla bırakırken korkuyla yüzümü buruşturdum.
    “Hah. Sana takarken gördüm... Bir şey mi kaçırdım?” diye sordu. Kendi sorularını kendi
    cevaplamadan önce, yarım saniye boyunca konsantre oldu, alnı kırıştı. “Hayır. Düğün hala
    gerçekleşecek.”
    “Bella’nın mücevheratla problemleri var.” diye açıkladı Edward.
    “Bir elmastan daha ne çıkar? Şey, sanırım yüzüğün birden fazla elması var, ama demek
    istediğim zaten bir tanesini –”
    “Yeter, Alice!” diye sözünü kesti Edward aniden. Ona bakışı... yine vampir gibiydi. “Acelemiz
    var.”
    “Anlamıyorum. Elmaslarla ilgili olan şey ne?” diye sordum.
    “Sonra konuşuruz.” dedi Alice. “Edward haklı – gitsek iyi olacak. Fırtına başlamadan önce
    tuzak kurup kamp kurmalısın.” Kaşlarını çattı, ifadesi kaygılıydı, neredeyse endişeliydi.
    “Montunu almayı unutma, Bella. Hava... mevsimle alakasız bir şekilde soğuk.”
    “Ben aldım bile.” diye onu telkin etti Edward.
    “İyi geceler.” dedi veda ederken.
    Açıklığa gitmek iki katı uzun sürdü; Edward, kokumun daha sonra Jacob’ın saklanacağı izin
    yakınında bile olmaması için dolambaçlı yollardan gitmişti. Beni kollarında taşıdı, ağır sırt
    çantam her zamanki yerindeydi.
    Açıklığın en uzak köşesinde durdu ve beni yere indirdi.
    “Pekala. Dokunabildiğin her şeye dokunarak, sadece kuzeye doğru yürü. Alice gidecekleri
    yolun kafamda belirgin bir şekilde canlanmasını sağladı, yollarını kesmemiz uzun sürmez.”
    “Kuzey?”
    Gülümsedi ve doğru yönü işaret etti.
    Açıklıkta, arkamda tuhaf bir şekilde güneşli günün parlak sarı ışığını bırakarak ormanlığın
    içinde dolandım. Belki de Alice’in bulanık görüsü kar hakkında yanılmıştı. Öyle umdum.
    Gökyüzü çoğunlukla açıktı, ama rüzgar açık yerlere doğru kızgın kırbaç darbeleri
    savuruyordu. Ağaçların içi daha serindi ama Haziran ayı için çok daha fazla soğuktu – uzun
    kollu gömleğimin üstüne giydiğim kalın kazakla bile kollarımdaki tüylerim ürperiyordu.
    Dokunabileceğim kadar yakın olan her şeye – sert ağaç kabuğu, ıslak eğrelti otu, yosun kaplı
    kayalar – parmaklarımı sürerek yavaşça yürüdüm.
    Edward, benden yirmi metre civarında bir uzaklıkta paralel yürüyerek, benimle kaldı.
    “Doğru yapıyor muyum?” diye bağırdım.
    “Mükemmel bir şekilde.”
    Aklıma bir fikir geldi. “Bu işe yarar mı?” diye sordum parmaklarımı saçımda gezdirip sonunda
    birkaç kopmuş teli çekerek. Eğrelti otlarının oralara attım.
    “Evet, o izi güçlendirir. Ama saçlarını koparmana gerek yok, Bella. Diğerleri yeterli.”
    “Fazladan birkaç yedek saçım var.”
    Ağaçların altı kasvetliydi ve Edward’a daha yakın olup onun elini tutarak yürüyebilmeyi
    diledim.
    Yolumun önüne çıkan bir kırık dala bir başka saç telimi sıkıştırdım.
    “Alice’in istediğini almasına izin vermene gerek yok, biliyorsun.” dedi Edward.
    “Endişenme, Edward. Ne olursa olsun, seni mihrapta terk etmeyeceğim.” İçimde Alice’in
    istediğini alacağı konusunda kötü bir his vardı, çoğunlukla çünkü Alice istediği bir şey söz
    konusu olduğunda acımasız birine dönüşüyordu, ve aynı zamanda ben suçlu hissettirildiğimde
    hemen kanıyordum.
    “Endişlendiğim şey bu değil. Bunun senin istediğin şekilde olmasını istiyorum.”
    İçimi çekme hissimi bastırdım. Doğruyu söylersem – önemli değildi çünkü, her biri farklı
    korkunçluk seviyelerine sahip değişik yöntemlerdi zaten – bunun onun duygularını inciteceğini
    biliyordum.
    “Şey, istediğini elde etse bile, düğünü küçük tutabiliriz. Sadece biz oluruz. Emmett internetten
    rahiplik lisansı alabilir.”
    Kıkırdadım. “Kulağa daha hoş geliyor.” Yeminleri Emmett okusaydı, o kadar resmi de
    gelmezdi ki bu da bir artıydı. Ama gülmeden durabilmek için çaba harcamam gerekirdi.
    “Bak,” dedi gülümseyerek. “Her zaman bir uzlaşma yolu bulunur.”
    Yenidoğanların benim izimle karşılaşmaları kesin olan yere varmam biraz zaman aldı, Ama
    Edward hızım yüzünden hiç sabırsızlık belirtisi göstermedi. Dönerken, aynı yolda kalayım diye
    önderlik etmek zorunda kaldı. Bana yollar aynı gelmişti.
    Tam açıklığa varırken, düştüm. Önümdeki geniş açıklığı görebiliyordum ki bu da muhtemelen
    neden birdenbire fazlaca heveslendiğimin ve yürüdüğüm yere dikkat etmeyi unuttuğumun
    sebebiydi. Başımı en yakın ağaca geçirmeden kendimi toparladım ama sol elimin altında küçük
    bir dal parçası kırıldı ve avcumu deldi.
    “Ay! Ah, muhteşem.” diye mırıldandım.
    “İyi misin?”
    “İyiyim. Olduğun yerde kal. Kanıyor. Bir dakika içinde geçer.”
    Beni duymazdan geldi. Cümlemi bitiremeden yanımdaydı.
    “İlk yardım çantam var.” dedi sırt çantasını açarken. “İhtiyacım olabileceğini hissetmiştim.”
    “Kötü değil. Ben icabına bakarım – senin rahatsız olmana gerek yok.”
    “Rahatsız değilim.” dedi sakince. “Gel – temizleyeyim.”
    “Bir dakika, başka bir fikrim var.”
    Kana bakmadan, midem harekete geçmesin diye de ağzımdan nefes alarak, elimi en
    yakınımdaki kayaya bastırdım.
    “Ne yapıyorsun?”
    “Jasper buna bayılacak.” diye mırıldandım kendi kendime. Tekrar açıklığa doğru yürümeye
    başladım avcumu yolumun üzerindeki her şeye bastırarak.
    Edward içini çekti.
    “Nefesini tut.” dedim.
    “Ben iyiyim. Sadece abarttığını düşünüyorum.”
    “Tek yapabildiğim bu. İyi bir iş çıkarmak istiyorum.”
    Konuşurken, son ağaçları geçtik. Yaralı elimi eğrelti otlarına sürdüm.
    “Ve çıkarttın da.” diye güvence verdi. “Yenidoğanlar çılgına dönecek, ve Jasper bağlılığından
    çok etkilenecek. Şimdi izin ver yarana bakayım – kesiği kirlettin.”
    “Ben yapayım, lütfen.”
    Elimi aldı ve incelerken gülümsedi. “Bu beni artık rahatsız etmiyor.”
    Yarayı temizlerken, her hangi bir sıkıntıya dair bir iz arayarak onu dikkatlice izledim.
    Dudaklarının kenarındaki gülümsemeyi korudu ve düzenli bir şekilde nefes alıp vermeye devam
    etti.
    “Neden?” diye sordum sonunde o avcumun üstündeki bandajı düzeltirken.
    Omuz silkti. “Atlattım.”
    “Sen… atlattın? Ne zaman? Nasıl?” Benim çevremde en son en zaman nefesini tuttuğunu
    hatırlamaya çalıştım. Tek düşünebildiğim geçen Eylül ayındaki berbat doğumgünü partimdi.
    Edward dudaklarını ıslattı, uygun kelimeleri arıyordu. “Koca bir yirmi dört saat boyunca senin
    ölü olduğunu düşünerek yaşadım, Bella. O, bakış açımı değiştirdi.”
    “Sana nasıl koktuğumu değiştirdi mi?”
    “Hiç de değil. Ama... seni kaybetmenin nasıl hissettirdiğini anlamak... tepkilerimi değiştirdi. O
    tarz bir acıya sebep olacak her türlü şeyden deli gibi korkuyorum.
    Diyecek bir şey bulamadım.
    İfademe gülümsedi. “Sanırım buna oldukça eğitici bir deneyim diyebiliriz.”
    Sonra rüzgar, saçlarımı yüzümün etrafında savurup ve beni titreterek, açıklığa esti.
    “Tamam,” dedi çantasına uzanarak. “Sen payına düşeni yaptın.” Kalın kışlık montumu çıkarıp,
    kollarımı geçirmem için tuttu. “Şimdi iş artık bizden çıktı. Hadi kamp yapmaya gidelim!”
    Sesindeki yapmacık heyecana güldüm.
    Sargıda olan elimi tuttu – diğeri daha kötü durumdaydı, hala bandajlıydı – ve açıklığın öteki
    tarafına doğru yürümeye başladı.
    “Jacob’la nerede buluşacağız?” diye sordum.
    “Burada.” diyerek önümüzdeki ağaçları gösterdi. Tam o sırada Jacob ağaçların gölgeleri
    arasında belirdi.
    Onu insan şekliyle görmek beni şaşırtmamalıydı. Neden büyük kızıl– kahve kurdu
    beklediğimden emin değildim.
    Jacob yine daha iri gibi geldi bana – şüphesiz beklentilerimin bir sonucuydu bu; herhalde
    bilinçsiz bir şekilde aklımdaki o daha küçük Jacob’ı – her şeyi o kadar zorlaştırmamış o rahat
    arkadaşımı – görmeyi umuyordum. Kollarını çıplak göğsünde birleştirmişti, bir yumruğuyla da
    kabanını tutuyordu. Bizi izlerken yüzü ifadesizdi.
    Edward dudaklarını buruşturdu. “Bunu yapmak için daha iyi bir yol olmalıydı.”
    “Artık çok geç.” diye mırıldandım suratsız bir şekilde.
    İçini çekti.
    “Selam, Jake.” diye karşıladım onu yaklaştıkça.
    “Selam, Bella.”
    “Merhaba, Jacob.” dedi Edward.
    Jacob nezaketini görmezden geldi, tamamen işe odaklanmış bir şekilde. “Onu nereye
    götürüyorum?”
    Çantanın yan ceplerinden bir harita çıkardı ve ona verdi. Jacob haritayı açtı.
    “Şu anda buradayız.” dedi Edward, doğru noktaya dokunabilmek için uzandı. Jacob onun
    elinden irkildi ama sonra kendini toparladı. Edward fark etmemiş gibi yaptı.
    “Ve onu buraya götüreceksin.” diye devam etti Edward, kağıttaki yılan biçimli deseni
    parmağıyla takip ederek. “Aşağı yukarı dokuz mil.”
    Jacob başıyla onayladı.
    “Bir mil kadar uzaklaştığınızda, yollarımız kesişmeli. Bu size yolu gösterir. Haritaya ihtiyacın
    var mı?”
    “Hayır, teşekkürler. Bu bölgeyi oldukça iyi biliyorum. Sanırım nereye gittiğimi biliyorum.”
    Jacob ses tonunu kibar tutmak için Edward’dan daha fazla çaba harcıyor gibi görünüyordu.
    “Ben daha uzun bir yoldan gideceğim.” dedi Edward. “Ve sizle birkaç saat içinde görüşürüz.”
    Edward bana mutsuz bir şekilde baktı. Planın bu kısmını sevmemişti.
    “Görüşürüz.” diye mırıldandım.
    Edward ters yöne doğru giderek, ağaçların içinde kayboldu.
    O gider gitmez, Jacob neşelendi.
    “N’aber, Bella?” diye sordu yüzünde kocaman bir sırıtışla.
    Gözlerimi devirdim. “Her zamanki şeyler işte.”
    “Evet.” diye onayladı. “Birkaç vampir, seni öldrümeye çalışıyor. Klasik.”
    “Klasik.”
    “Şey,” dedi kabanını koluna atarak. “Hadi gidelim.”
    Surat asarak, ona doğru küçük bir adım attım.
    Eğildi ve kolunu dizlerimin arkasına savurdu, arkaya doğru düştüm. Diğer kolu ise kafam yere
    çarpmadan beni tuttu.
    “Pislik,” diye mırıldandım.
    Jacob ağaçların içine doğru koşarken kıkırdadı. Normal bir hızda koştu, sağlam bir insanın
    ayak uydurabileceği bir hızdaydı... aynı seviyede... tabii onun gibi elli kilonun üstünde yük
    taşıyor olmasaydı.
    “Koşmak zorunda değilsin. Yorulacaksın.”
    “Koşmak beni yormuyor.” dedi. Nefes alış verişi düzenliydi – bir maratoncunun değişmeyen
    temposu gibi. “Ayrıca, yakında hava soğuyacak. Umarım biz oraya varmadan kampı kurmuş
    olur.”
    Kabanının kalın kol kısmına parmaklarımla hafifçe vurdum. “Artık senin üşümediğini
    sanıyordum.”
    “Üşümüyorum. Bunu senin için getirmiştim, eğer hazırlıklı gelmediysen diye.” Montuma baktı,
    sanki neredeyse benim kadar hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Bu havanın hissettirdiklerini
    sevmiyorum. Beni gergin yapıyor. Hiçbir hayvana rastlamadığımızı fark ettin mi?”
    “Hmm, pek sayılmaz.”
    “Fark etmeyeceğini tahmin etmiştim. Duyuların fazla kör.”
    Duymazdan geldim. “Alice de fırtınadan endişeleniyordu.”
    “Ormanı bu derece susturmak zor iştir. Kamp yolculuğu için harika bir gece seçmişsin.”
    “Bu tamamen benim fikrim değildi.”
    Üzerinde gittiği patikasız yol gittikçe daha da dik olmaya başladı, ama bu onu yavaşlatmadı.
    Kolaylıkla bir kayadan ötekine atladı, ellerine hiç ihtiyaç duymuyor gibi görünüyordu.
    Mükemmel dengesi bana bir dağ keçisini anımsattı.
    “Bileziğindeki o yeni ekleme de neyin nesi?”
    Başımı eğdim ve kristal kalbin bileğimin üst kısmında olduğunu fark ettim.
    Suçlu bir şekilde omuz silktim. “Bir başka mezuniyet hediyesi.”
    Burnundan soludu. “Bir taş. Çok şaşırtıcı.”
    Bir taş? Birdenbire garajın dışındayken Alice’in bitiremediği cümlesi aklıma geldi. Parlak beyaz
    kristale baktım ve Alice’in söylediği şeyi hatırlamaya çalıştım... elmaslarla ilgili. Demek istediği
    şey ‘zaten bir tanesini takmışsın bile’ olabilir mi? Yani zaten Edward’ın verdiği elmaslardan
    birini takıyorum demek istercesine? Hayır, bu mümkün olamaz. O zaman o taşın beş karat ya
    da onun gibi çılgın bir şey olması lazım! Edward yapamazdı –
    “Uzun zamandır La Push’a gelmiyorsun.” dedi Jacob, benim rahatsız edici tahminlerimi
    bölerek.
    “Meşguldüm.” dedim. “Ve... zaten muhtemelen ziyaret de etmezdim.”
    Suratını astı. “Ben senin bağışlayıcı kişi olduğunu sanıyordum, kin tutan bendim.”
    Omuz silktim.
    “O son zamanla ilgili sık sık düşünüyorsun, değil mi?”
    “Hayır.”
    Güldü. “Ya yalan söylüyorsun, ya da yaşayan en inatçı kişisin.”
    “İkincisi için bir şey diyemem ama yalan söylemiyorum.”
    Şu an içinde bulunduğumuz şartlar altında – yani sıcak kolları sıkıca beni sarmışken ve bu
    konuda yapabileceğim hiçbir şey yokken – bu konuda konuşmak istemiyordum. Yüzü
    istediğimden de yakındı. Bir adım geriye gidebilmeyi diledim.
    “Akıllı kişi verdiği kararları her yönüyle düşünür.”
    “Ben düşündüm.” diye karşılık verdim
    “Eğer bize son gelişinde yaptığımız... ee, konuşma hakkında hiç düşünmediysen, o zaman bu
    doğru değil.”
    “O konuşmanın benim kararımla bir ilgisi yok.”
    “Bazı insanlar kendilerini kandırabilmek için her şeyi yaparlar.”
    “Fark ettiğime göre özellikle kurt adamlar bu yanlışa en sık düşenler – sence genetik bir şey
    olabilir mi?”
    “Bu onun benden daha iyi öpüştüğü anlamına mı geliyor?” diye sordu Jacob birden hüzünlü bir
    şekilde.
    “Buna net bir cevap veremem, Jake. Edward hayatımda öpüştüğüm tek kişi.”
    “Benim dışımda.”
    “Ama onu öpücükten saymıyorum, Jacob. Daha çok bir saldırı olarak görüyorum.”
    “Ah! Bu çok acımasızcaydı.”
    Omuz silktim. Sözümü geri almayacaktım.
    “Onun için özür diledim.” diye hatırlattı.
    “Ve ben de affettim... çoğunlukla. Ama bu olayı nasıl anımsadığımı değiştirmiyor.”
    Anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.
    Sonra bir süre sessizlik oldu; sadece düzenli nefesinin ve üstümüzdeki ağaç tepelerinde esen
    rüzgarın sesi duyuluyordu. Dik bir tepe önümüzde belirdi; çıplak, sarp gri bir taş. O ormanda
    yukarı doğru kıvrılırken, biz tepenin alt kısmını takip ettik.
    “Hala bunun oldukça sorumsuzca olduğunu düşünüyorum.” Dedi Jacob ansızın.
    “Her ne hakkında konuşuyorsan, yanılıyorsun.”
    “Düşün, Bella. Sen sadece bir kişiyi öptün – ki insan bile değil o – tüm hayatın boyunca o
    kadarla yetinip her şeyi bırakacak mısın? İstediğinin bu olduğunu nereden biliyorsun? Sence de
    biraz daha deneyim yaşaman gerekmiyor mu?
    Sesimi sakin tutmaya çalıştım. “Ne istediğimi çok iyi biliyorum.”
    “O zaman tekrar kontrol etmenin bir sakıncası yok. Belki başka birini daha öpmeyi denemelisin
    – sadece karşılaştırma yapmak için... o gün olanlar sayılmadığına göre. Beni öpebilirsin,
    mesela. Beni kobay olarak kullanmanı aldırmam.”
    Beni göğsünde daha da sıkı tuttu, böylece yüzüm onunkisine daha da yaklaştı. Kendi şakasına
    gülümsüyordu, ama ben işi şansa bırakamazdım.
    “Benimle uğraşma, Jake. Yemin ederim eğer çeneni kırmak isterse onu durdurmam.”
    Sesimdeki panik gülümsemesini daha da genişletti. “Eğer benden seni öpmemi istersen,
    sinirlenmesi için bir sebep olmaz. Onun için sorun olmayacağını söylemişti.”
    “Hiç nefesini tutma, Jake – hayır, bekle, fikrimi değiştirdim. Devam et. Ben senden beni
    öpmeni isteyene kadar nefesini tut.”
    “Bugün çok huysuzsun.”
    “Neden acaba?”
    “Bazen beni kurtken daha çok sevdiğini düşünüyorum.”
    “Bazen bu doğru. Senin o durumdayken konuşamamanla alakalı olsa gerek.”
    Düşünceli bir şekilde geniş dudaklarını büzdü. “Hayır, bence sorun o değil. Bence ben insan
    değilken benim yanımda olmak senin için daha kolay, çünkü o zaman senin için benden
    etkilenmiyormuş gibi davranmak daha kolay.”
    Ufak bir hayret nidasıyla ağzım açık kaldı. Hemen ağzımı kapattım ve dişlerimi sıktım.
    Bunu duydu. Ağzı zafer dolu bir gülümsemeyle kulaklarına vardı.
    Konuşmadan önce yavaş bir şekilde nefes aldım. “Hayır. Konuşamadığın için olduğundan
    eminim.”
    İçini çekti. “Kendine yalan söylemekten yorulmuyor musun? Benim varlığımın ne kadar
    farkında olduğunu bilmelisin. Fiziksel olarak yani.”
    “Bir insan fiziksel olarak nasıl senin farkında olmayabilir, Jacob?” diye üsteledim. “İnsanların
    özel hayatına saygı duymayı reddeden kocaman bir canavarsın.”
    “Seni tedirgin ediyorum. Ama sadece insanken. Ben kurtken, çevremde daha rahatsın.”
    “Tedirginlik ile sinirlilik aynı şey değil.”
    Uzun bir süre bana baktı, yürümesini yavaşlattı, keyfi kaçmıştı. Gözleri kısıldı, kaşlarının
    gölgesi üzerlerine düşmüştü artık kapkara görünüyorlardı. Koşarken o kadar düzenli olan
    nefes alışı birden hızlandı. Yavaşça, yüzünü bana yaklaştırdı.
    Ne yapmaya çalıştığını çok iyi bilerek, ona baktım.
    “Yüz senin yüzün.” diye hatırlattım ona.
    Kahkaha attı ve tekrar koşmaya başladı. “Senin vampirinle gerçekten kavga etmek
    istemiyorum bu gece – yani diğer geceler, fark etmez. Ama ikimizin de yarın işi var, ve
    Cullenlar’ı bir kişi eksik bırakmak istemem.
    Ani ve beklenmedik bir utanç dalgası ifademi bozdu.
    “Biliyorum, biliyorum.” diye cevap verdi, anlamamıştı. “Beni yeneceğini düşünüyorsun.”
    Konuşamadım. Onları bir kişi eksik bırakıyordum. Ya ben çok zayıf olduğum için birisine zarar
    gelirse? Ama ya ben cesur davransaydım ve Edward... düşünemiyordum bile.
    “Senin sorunun ne, Bella?” Büründüğü şakacı kabadayı tavrı kaybolmuş, altından benim
    Jacob’ımı, sanki maskesini çıkarırcasına göstermişti. “Eğer söylediğim bir şey seni üzdüyse,
    biliyorsun sadece şaka yapıyordum. Ben öyle demek istemedim – hey, iyi misin? Ağlama,
    Bella” diye yalvardı.
    Kendime hakim olmaya çalıştım. “Ağlamayacağım.”
    “Ne dedim?”
    “Sen bir şey söylemedin. Sadece, şey, sorun benim. Ben bir şey yaptım... kötü bir şey.”
    Gözleri şaşkınlıkla açılarak bana baktı.
    “Edward yarın savaşmayacak.” diye fısıldadım açıklamamı. “Benimle kalmasını sağladım. Koca
    bir korkağım.”
    Kaşlarını çattı. “Bunun işe yaramayacağını mı düşünüyorsun? Seni burada bulmalarının? Benim
    bilmediğim bir şey mi biliyorsun?”
    “Hayır, hayır. Ben ondan korkmuyorum. Sadece.. onun gönderemem. Eğer geri gelmezse...”
    Ürperdim ve bu düşünceyi kafamdan atmak için gözlerimi kapattım.
    Jacob sessizdi.
    Gözlerim kapalı fısıldamayı sürdürdüm. “Eğer biri incinirse, her zaman benim suçum olacak.
    Ve eğer hiç kimse incinmese bile... korkunçtum. Olmak zorundaydım, benimle kalsın diye ikna
    edebilmek için. O suçumu yüzüme vurmayacak ama ben her zaman neler yapabileceğimi
    bileceğim.” Bunu içimden atarak birazcık daha iyi hissetmiştim.. Sadece Jacob’a itiraf
    edebilsem bile öyleydi.
    Homurdandı. Yavaşça gözlerimi açtım, ve sert maskesinin geri dönmüş olduğuna üzüldüm.
    “Onu gitmekten vazgeçirebildiğine inanamıyorum. Ben bunu ne olursa olsun kaçırmazdım.”
    İçimi çektim. “Biliyorum.”
    “Bu herhangi bir anlama gelmiyor, gerçi.” Birden geri gitmeye başladı. “Bu onun seni benden
    daha çok sevdiği anlamına gelmiyor.”
    “Ama sen yalvarsam bile benimle kalmazdın.”
    Bir süre dudaklarını büktü ve bunu inkar edip etmeyeceğini merak ettim. İkimiz de gerçeği
    biliyorduk. “Bu sadece seni daha iyi tanıdığım için,” dedi en sonunda. “Her şey sorunsuz bir
    şekilde gidecek. Bana sorsan ve ben hayır bile desem, sonrasında bana kızgın olmazdın.”
    “Her şey gerçekten de sorunsuz ilerlese, muhtemelen haklı olurdun. Kızmazdım. Ama
    yokluğunun her dakikasında endişeden hasta olacağım, Jake. Çılgına döneceğim.”
    “Neden?” diye sordu ters ters. “ Eğer bana bir şey olursa seni niye ilgilendirsin ki?”
    “Öyle deme. Benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. Senin istediğin şekilde olmadığı
    için üzgünüm ama durum bu. Benim en iyi arkadaşımsın. En azından, öyleydin. Ve hala bazen
    öylesin... daha rahat olduğun zamanlarda.”
    O sevdiğim eski gülümsemesiyle bana gülümsedi. “Ben her zaman öyle olacağım.” diye söz
    verdi. “Davranmam gerektiği gibi... davranmadığım zamanlarda bile. Derinlerde bir yerlerde,
    ben hep buradayım.”
    “Biliyorum. yoksa neden bütün o saçmalıklarına katlanayım.”
    Kahkaha attı, ama gözleri mutsuzdu. “Ne zaman senin de bana aşık olduğunu fark edeceksin?”
    “Yaşanan anı bozmak için senden iyisi yok.”
    “Onu sevmediğini söylemiyorum. Aptal değilim. Ama aynı anda birden fazla insanı sevmek
    mümkün, Bella. Canlı örneğini gördüm.”
    “Tuhaf bir kurt adam değilim ben, Jacob.”
    Burnunu kırıştırdı, ve ben de bu son lafım için özür dileyecektim ama konuyu değiştirdi.
    “Yolumuz az kaldı, onun kokusunu alabiliyorum.”
    Rahatlamış bir şekilde içimi çektim.
    İç çekmemi yanlış yorumladı. “Yavaşlamaktan çok mutlu olurdum, Bella, ama bu başlamadan
    sığınakta olmak isteyeceksin.”
    İkimiz de gökyüzüne baktık.
    Mor – siyah bulutlardan oluşan bir duvar altındaki ormanı karartarak batıdan doğru hızla
    geliyordu.
    “Vay canına.” diye mırıldandım. “Acele etsek iyi olur, Jake. O bulutlar buraya varmadan eve
    gitsen iyi edersin.”
    “Eve gitmeyeceğim.”
    Ters ters baktım, öfkelendim. “Bizimle kamp yapmayacaksın.”
    “Teknik olarak, yapmayacağım – yani sizin çadırınızda falan kalmayacağım. Kokudansa
    fırtınayı tercih ederim. Ama eminim senin kan emicin işbirliği açısından sürüyle bağlantıda
    kalmak isteyecektir ve ben de bu hizmeti mutlulukla sağlayacağım.”
    “O Seth’in işi sanıyordum.”
    “Yarın savaş sırasında yerime geçecek.”
    Hatırladım ve birkaç saniye sessiz kaldım. Aniden şiddetli bir şekilde endişelenerek ona baktım.
    “Sanırım hazır buradayken senin de kalmanı sağlayacak herhangi bir yol yoktur?” diye sordum.
    “Yalvarsam bile? Ya da hayatım boyunca sadık hizmetkarın olacağımı falan söylesem bile?”
    “Cezbedici, ama hayır. Gerçi, yalvarmanı görmek ilginç olabilir. İstersen bir dene.”
    “Gerçekten söyleyebileceğim hiçbir şey ama tek bir şey bile yok mu?”
    “Hayır. Bana daha iyi bir dövüş söz vermeyeceğin sürece olmaz. Her neyse, kararları veren
    Sam, ben değil.”
    Bu bir şey hatırlattı.
    “Geçen gün Edward bir şey söyledi... senin hakkında.”
    Öfkelendi. “Muhtemelen yalandır.”
    “Ah, gerçekten mi? Sürünün komutasında ikinci değilsin, o zaman?”
    Gözlerini kırpıştırdı, yüzü şaşkınlıkla ifadesizleşti. “Ah. Şu.”
    “Neden bana hiç söylemedin?”
    “Niye söyleyeyim ki? Büyük bir şey değil.”
    “Bilemiyorum. Neden olmasın? İlginç. Peki, nasıl işliyor bu? Nasıl oldu da Sam Alfa oldu da
    sen... Beta oldun?”
    Jacob uydurduğum terimlere güldü. “Sam ilki olanımız, en eskimiz. Lider olması mantıklı.”
    Kaşlarımı çattım. “Ama o zaman ikinci olması gereken Jared ya da Paul, değil mi? Sam’den
    sonra dönüşenler onlardı.”
    “Şey.. açıklaması zor.” dedi Jacob geçiştirerek.
    “Dene.”
    İçini çekti. “Daha çok neslinle alakası var, anlıyor musun? Biraz muhafazakarca. Büyükbabanın
    kim olduğu neden önemli olsun, değil mi?”
    Jacob’ın bana uzun zaman önce söylediği bir şeyi hatırladım, ikimizin de kurt adamlarla ilgili
    bir şey bilmediği zamanlarda.
    “Ephraim Black’in Quileuteler’in en sonuncu şefi olduğunu söylememiş miydin?”
    “Evet, bu doğru. Çünkü o Alfa’ydı. Biliyor musun şu anda, teknik olarak, bütün kabilenin şefi
    Sam.” Güldü. “Çılgın gelenekler.”
    Bir süre üzerinde düşündüm, parçaları yerine oturtmaya çalışıyordum. “Ama sen aynı zaman da
    demiştin ki insanlar babanı Ephraim’in torunu olduğu için konseydeki herkesten daha çok
    dinlerler?”
    “Ne olmuş ona?”
    “Şey, madem nesille alakalı... şef olması gereken sen değil misin, o zaman?”
    Jacob cevap vermedi. Kararan ormana baktı, nereye gitttiğine konsantre olması
    gerekiyormuşçasına.
    “Jake.”
    “Hayır. O Sam’in işi.” Gözlerini patikasız yolumuzdan ayırmadı.
    “Neden? Büyük büyükbabası Levi Uley’di, değil mi? Levi de Alfa mı?”
    “Sadece bir Alfa olur.” diye cevapladı otomatik olarak.
    “O zaman Levi neydi?”
    “Bir çeşit Beta, sanırım.” Benim terimimi küçümseyerek. “Benim gibi.”
    “Hiç mantıklı değil.”
    “Önemli değil.”
    “Sadece anlamak istiyorum.”
    Jacob en sonunda benim şaşkın bakışlarıma karşılık verdi ve sonra içini çekti. “Evet, Alfa
    olması gereken bendim.”
    Kaşlarımı çattım. “Sam yerinden vazgeçmek istemedi mi?”
    “Pek sayılmaz. Ben öne çıkmak istemedim.”
    “Neden?”
    Kaşlarını çattı, sorularımdan rahatsız olarak. Eh, artık rahatsız olma sırası ondaydı.
    “Hiçbirini istemedim, Bella. Hiçbir şeyin değişmesini istemedim. Efsanevi bir şef olmak
    istemedim. Bir kurt adam sürüsünün bir parçası bile olmak istemedim, bırak onların lideri
    olmayı. Sam önerse bile kabul etmezdim.”
    Uzunca bir süre düşündüm. Jacob düşüncelerimi bölmedi. Tekrar ormana baktı.
    “Ama senin mutlu olduğunu sanıyordum. Bu durumla bir problemin olmadığını.” diye
    fısıldadım sonunda.
    Jacob bana güvence verircesine gülümsedi. “Evet. Çok da kötü değli. Bazen heyecanlı, bu
    yarınki şey gibi. Ama ilk başlarda, var olduğunu bile bilmediğin bir savaşa sürüklenmek gibi
    hissettirmişti. hiçbir seçeneğin yoktu, anlıyor musun? Ve çok da kesindi.” Omuz silkti. “Her
    neyse, sanırım artık memnunum. Yapılması gerekiyor, ve işi doğru yapması için bir başkasına
    güvenebilir miyim? Kendim bundan emin olmam daha iyi.”
    Ona baktım, arkadaşım beklenmedik türde bir huşu içindeydi. Daha önce olduğunu
    düşündüğümden çok daha yetişkindi. O gece şölen ateşinde Billy ile olduğu gibi, olmasını hiç
    düşünmediğim bir görkem vardı.
    “Şef Jacob.” diye fısıldadım, kelimelerin kulağa geliş şekline gülümseyerek.
    Gözlerini devirdi.
    Hemen sonra, rüzgar çevremizdeki ağaçlar arasında çok daha şiddetli bir şekilde esti, ve sanki
    bir buz kütlesine çarpmış gibi hissettirdi. Tahta kırılmasının keskin sesi dağlarda yankılandı.
    Tüyler ürpertici bulutlar gök yüzünü kaplarken ışık yok olsa da, yine de titreşen küçük beyaz
    benekleri görebiliyordum.
    Jacob hızını arttırdı, artık çok hızlı gittiğinden gözlerini yerden ayırmıyordu. Ben de kardan
    korunmak için göğsüne daha sıkı bir şekilde tutundum.
    Dakikalar sonra, taşlı tepenin kuytu köşesine doğru hızla ilerlerken, tepenin korunaklı kenarına
    kurulmuş küçük çadırı görebildik. Kar hala yağıyordu, ama rüzgar karın tutmasına izin
    vermeyecek kadar şiddetliydi.
    “Bella!” diye bağırdı Edward ani bir rahatlamayla. Onu küçük açık alanda volta atarken
    yakalamıştık.
    Hemen yanımda belirdi, o çevik hareketleri net görülmüyordu. Jacob sindi ve beni ayaklarımın
    üzerine bıraktı. Edward onun tepkisini görmezden geldi ve bana sıkıca sarıldı.
    “Teşekkür ederim.” dedi Edward başımın üzerinden. Ses tonu yanlış anlaşılmayacak şekilde
    samimiydi. “Beklediğimden çabuk geldiniz, gerçekten takdir ettim.”
    Jacob’ın cevabını görebilmek için döndüm.
    Jacob sadece omuz silkti, tüm o arkadaş canlısı tavru silinip gitmişti. “İçeri götür onu. Bu
    fırtına kötü olacak – saçlarım kafa derimde diken diken oldu. O çadır güvenli mi?”
    “Tamamını kayaya sabitledim.”
    “İyi.”
    Jacob gökyüzüne baktı – artık fırtına ile kararmıştı, döne döne inen kar taneleri etrafa
    serpişmişti. Burun delikleri genişledi.
    “Dönüşeceğim.” dedi. “Evde neler oluyor bilmek istiyorum.”
    Kabanını kısa, kalın bir dala astı, ve arkasına bile bakmadan karanlık ormana daldı.

      Forum Saati C.tesi Kas. 23, 2024 10:11 am