Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Eclipse 12.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Eclipse 12.Bölüm Empty Eclipse 12.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Salı Kas. 16, 2010 10:10 am

    “İleriyi görebiliyorum…” Alice meşum bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
    Edward dirseğini onun kaburgalarına vurmaya çalıştıysa da Alice çevik bir hareketle bundan
    kurtuldu.
    “Pekala,” diye şikayet etti. “Edward bana işkence ediyor. Bunu da gördüm ama eğer seni
    şaşırtacaksam bu senin için daha da zor olmalı.”
    Okuldan sonra arabaya doğru gidiyorduk ve ben onun neden bahsettiği konusunda ufacık da
    olsa bir fikre sahip değildim.
    “Anlayacağım şekilde lütfen?” diye rica ettim.
    “Hemen çocuklaşma. Sinirlenmene gerek yok.”
    “Şimdi korktum ama.”
    “Şimdi sen – yani aslında biz – bir mezuniyet partisi vereceğiz. Büyük bir şey değil.
    Heyecanlanacak bir olay yok. Ama ben senin sürpriz bir parti yapmaya çalıştığımda delirdiğini
    gördüm” – Edward onun saçını bozmak için uzandığında dans ederek kaçtı – “ve Edward sana
    anlatmam gerektiğini söyledi. Fakat büyük bir şey olmayacak, söz veriyorum.”
    Derin bir iç geçirdim. “Tartışmamız gereken bir detay var mı?”
    “Hayır yok.”
    “Pekala, Alice.Orada olacağım. Ve her anından nefret edeceğim. Söz veriyorum.”
    “İşte bu! Bu arada hediyeme bayıldım. Almana gerek yoktu.”
    “Alice almadım daha!”
    “Ah, biliyorum. Ama alacaksın.”
    Endişeyle düşünmeye başladım, ona mezuniyet için ne almaya karar verdiğimi hatırlamaya
    çalışıyordum.
    “Harika,” diye homurdandı Edward. “Bu kadar ufak biri nasıl bu kadar can sıkıcı olabilir?”
    Alice güldü. “Bu bir yetenek.”
    “Bunu bana söylemek için birkaç hafta bekleyemedin değil mi?” Huysuzca sordum. “Şimdi
    daha çok strese gireceğim.”
    Alice kaşlarını çattı.
    “Bella,” dedi yavaşça. “Bugün günlerden ne biliyor musun?”
    “Pazartesi?”
    Gözlerini devirdi. “Evet. Pazartesi… ayın dördü.” Beni dirseğimden kavradı ve döndürüp, spor
    salonunun üzerindeki sarı afişi gösterdi. Orada siyah harflerle mezuniyet tarihi yazıyordu. Tamı
    tamına bir hafta kalmıştı.
    “Dördü mü? Haziran’ın mı? Emin misin?”
    Kimse cevap vermedi. Alice sadece üzgün şekilde başını salladı, sadece numara yapıyordu.
    Edward ise kaşlarını havaya kaldırmıştı.
    “İmkansız. Bu nasıl oldu?” Kafamdan günleri saymaya başladım ama zamanın nasıl geçtiğini
    anlayamadım.
    Biri sanki bana tekme atmış gibi hissetmiştim. Endişe ve gerilimle geçen haftalar… bir şekilde
    takıntı haline getirdiğim zaman, birdenbire hızla geçip gitmişti. Her şeyi ayarlayıp, yoluna
    koyacağım süre yok olup gitmişti. Artık zamanım yoktu.
    Ve hazır değildim.
    Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Charlie ve Renée’ye nasıl elveda diyeceğimi
    bilmiyordum… ya da Jacob’a… insanlığıma.
    Ne istediğimi biliyordum ama ona ulaşmak aniden korkutmuştu beni.
    Teoride tedirgin olsam da ölümlü halimi ölümsüzlükle takas etmek için istekliydim. Hepsinden
    öte Edward ile sonsuza kadar birlikte olacaktım. Sonra bir de beni avlamak isteyen kişiler
    vardı. Öylece çaresizce ve rahatça oturup beni bulmalarını bekleyemezdim.
    Teoride hepsi çok mantıklıydı.
    Pratikteyse… insan olmak bildiğim tek şeydi. Önümde uzanan gelecek içine girmeden
    bilemeyeceğim büyük ve karanlık bir delikti.
    Çok basit bir bilgi olan bugünün tarihi – ki bilinç altım bunu isteyerek bastırmıştı – son günü
    belli etmişti, sanki idam mangasının önüne çıkacakmış gibi sabırsızca günleri saymaya
    başlayacağımı hissettim.
    Belli belirsiz Edward’ın kapıyı açtığını, arkada Alice’in konuştuğunu ve yağmurun ön cama
    hızla vurduğunun farkındaydım. Edward aklımın onlarla birlikte olmadığını anlamıştı; beni içine
    düştüğüm dalgınlıktan çıkarmak için uğraşmadı. Ya da uğraştı ve ben fark etmedim.
    Nihayet eve gelmiştik, Edward beni koltuğa oturttu ve o da yanıma oturdu. Camdan dışarıya,
    gri sis tabakasına baktım ve kararlılığımın nereye gittiğini bulmaya çalıştım. Neden
    endişeleniyordum? Tarihin yaklaştığını biliyordum. Bu neden beni endişelendirmişti şimdi?
    Ne kadar süre camdan dışarıya bakmama izin verdiğini bilmiyorum. Fakat yağmur karanlık
    içerisinde yok olduğunda nihayet bu süre ona çok fazla gelmişti.
    Soğuk ellerini yüzümün iki yanına koydu ve altın rengi gözlerini benimkine dikti.
    “Lütfen bana ne düşündüğünü söyler misin? Ben delirmeden önce?”
    Ona ne söyleyebilirdim ki? Bir korkak olduğumu mu?Doğru kelimeleri arıyordum.
    “Dudakların bembeyaz. Konuş Bella.”
    Derin bir soluk aldım ve üfleyerek verdim. Ne kadar süredir nefesimi tutuyordum?
    “Tarih beni hazırlıksız yakaladı,” diye fısıldadım. “Hepsi bu.”
    Bekledi, yüzü şüphe ve endişe doluydu.
    Açıklamaya çalıştım. “Ne yapmalıyım emin değilim… Charlie’ye ne anlatmalıyım… ne
    söylemeliyim… nasıl yapmalıyım…” Sesim azalarak duyulmaz hale gelmişti.
    “Bu parti hakkında değil öyle mi?”
    Kaşlarımı çattım. “Hayır. Ama bunu hatırlattığın için teşekkürler.”
    Yüzümden neler olduğunu anlamaya çalışırken yağmurun sesi daha da şiddetlendi.
    “Sen hazır değilsin,” diye mırıldandı.
    “Hazırım,” diye cevap verdim hızla yalan söyleyerek, istemsiz bir tepkiydi bu. Bunu fark
    ettiğini görebiliyordum bu yüzden derin bir nefes aldım ve ona gerçeği söyledim. “Hazır olmak
    zorundayım.”
    “Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin.”
    Nedenleri dile getirdiğim an panik duygusunun gözlerimden okunduğunu biliyordum.
    “Victoria, Jane, Caius, her kimse odamdaki onun için…!”
    “Tüm bu nedenlere rağmen beklemelisin.”
    “Bu hiç mantıklı değil Edward!”
    Avcunun arasındaki yüzümü daha da sıktı ve yavaşça dikkatli şekilde konuşmaya başladı.
    “Bella, hiçbirimizin seçme şansı yoktu. Neler olduğunu biliyorsun… özellikle de Rosalie’ye.
    Hepimiz mücadele ettik, üzerinde kontrolümüzün olmadığı bu şeyle barışık yaşamaya
    çalışıyoruz. Senin için böyle olmasına izin vermeyeceğim. Senin bir seçme şansın olacak.”
    “Ben çoktan seçimimi yaptım.”
    “Bunu sırf ölüm tehdidi altında olduğun için yapmayacaksın. Sorunların icabına bakacağız ve
    seninle ben ilgileneceğim,” diye söz verdi. “Bunların üstesinden geldiğimizde, ve seni zorlayan
    hiçbir şey olmadığında eğer istersen o zaman bana katılmaya karar verirsin. Korktuğundan
    dolayı değil. Bunu zorla yapmamalısın.”
    “Carlisle’a söz verdim,” diye mırıldandım itiraz ederek. “Mezuniyetten sonra.”
    “Sen hazır olana kadar değil,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Ve kesinlikle kendini tehdit
    altında hissederken de değil.”
    Cevap vermedim. Daha fazla tartışmak istemiyordum; o anda hala kararımı vermiş değildim.
    “İşte böyle.” Beni alnımdan öptü. “Hiçbir şey için endişelenme.”
    Sarsak bir kahkaha attım. “Yaklaşan son haricinde hiçbir şeye.”
    “Güven bana.”
    “Güveniyorum.”
    Sakinleşmemi beklerken beni sessizce izledi.
    “Sana bir şey sorabilir miyim?”
    “Her şeyi.”
    Tereddüt ettim ve dudağımı ısırdım, merak ettiğim şeyi değil de bambaşka bir şeyi sordum.
    “Alice’e mezuniyet için ne alıyorum?”
    Kıs kıs güldü. “Görünüşe göre ikimize de konser bileti alacaksın –”
    “Doğru!” Rahatlamıştım, nerdeyse gülümseyecektim. “Tacoma’daki konser için. Reklamını
    geçen hafta gazetede gördüm ve bunun iyi bir fikir olduğuna karar verdim çünkü albümlerinin
    güzel olduğunu söylemiştin.”
    “Bu harika bir fikir. Teşekkürler.”
    “Umarım biletler tükenmemiştir.”
    “Takıldığın şeyin bu olduğunu sanmıyorum.”
    İç geçirdim.
    “Sormak istediğin başka bir şey daha var,” dedi.
    Kaşlarımı çattım. “Bu işte çok iyisin.”
    “Senin yüz ifadeni anlama konusunda oldukça deneyimliyim. Sor hadi.”
    Gözlerimi kapadım ve ona doğru yaslandım, yüzümü göğsüne dayadım. “Benim bir vampir
    olmamı istemiyorsun.”
    “Hayır, istiyorum,” dedi yavaşça ve bekledi. “Bu bir soru değil,” dedi bir süre sonra hemen.
    “Şey… aslında ben şunun için endişeleniyordum… neden bu şekilde hissettiğin hakkında.”
    “Endişeleniyorsun?” Bu kelimeyi şaşkınlıkla tekrarladı.
    “Bana nedenini söyler misin? Yani tüm gerçeği, duygularımı önemsemeden anlatır mısın?”
    Bir süre tereddüt etti. “Eğer sorunu cevaplarsaö sen de sorunu açıklar mısın?”
    Başımı salladım, yüzüm hala göğsündeydi gizliyordum.
    Cevap vermeden önce derin bir nefes aldı. “Çok daha iyisini bulabilirsin Bella. Biliyorum benim
    bir ruhum olduğuna inanıyorsun ama ben bundan pek emin değilim ve riske attıkların…” Başını
    yine yavaşça salladı. “Benim için buna izin vermek – yani seni asla kaybetmemek için benim
    gibi yapmak – benim hayal edebildiğim en bencilce şey. Bunu kendim için her şeyden daha çok
    istiyorum. Ama senin için daha da çok istiyorum. Bunu kabul etmek – sanki suç işliyormuş gibi
    hissettiriyor. Sonsuza kadar yaşayacak olsam da bu yapacağım en bencilce şey olacak.
    “Eğer senin için insan olabilme şansım olsaydı – bedeli ne olursa olsun bunu öderdim.”
    Sessizce oturdum ve söylediklerini sindirmeye çalıştım.
    Edward kendisinin bencil olduğunu düşünüyordu.
    Yüzüme bir gülümsemenin yayıldığını hissettim.
    “Yani… ben farklı olduğumda… benden hoşlanmaya devam edeceksin – eskisi gibi yumuşacık,
    sıcak ve aynı kokmadığımda da? Neye dönüştüğümü umursamadan gerçekten beni istemeye
    devam mı edeceksin?”
    Sertçe nefesini verdi. “Senden hoşlanmayacağımdan mı endişe ediyorsun?” diye üsteledi. Ben
    soruyu cevaplayamadan gülmeye başladı. “Bella, tamamen sezgilerine güvenerek yaşayan
    birisin ama çok duygusuz olabiliyorsun!”
    Bunu aptalca bulacağını biliyordum ama rahatlamıştım. Eğer beni gerçekten istiyorsa geri kalan
    her şeyin üstesinden gelebilirdim… bir şekilde. Bencil kelimesi birden bire çok güzel
    görünmüştü gözüme.
    “Bunun benim için ne kadar kolay olacağını fark ettiğini hiç sanmıyorum Bella,” dedi, sesinde
    hala alaycı bir ton vardı. “Ben zamanımı senin ölmemen için çabalayarak geçirdiğimden
    kesinlikle bir şeyleri kaçırıyorum. Bu da onlardan biri…”
    Yanaklarımı sıkarken gözlerimin içine baktı, kızardığımı hissetmiştim. Tekrar tatlı bir şekilde
    güldü.
    “Ve kalbinin sesi,” diyerek devam etti, daha ciddiydi ama gülümsüyordu. “Benim dünyamdaki
    en önemli ses. “Öylesine alıştım ki yemin ederim kilometrelerce öteden duyabiliyorum. Ama
    bunların hiçbirinin bir önemi yok. Sadece bu,” dedi ve yüzümü avuçların arasına aldı. “Sen
    önemlisin. Sana sahip olmam. Sen her zaman benim Bella’m olacaksın, tek fark daha dayanıklı
    olacak olman.”
    Derin bir nefes verdim ve gözlerimi keyifle kapayıp elleri arasında kaldım.
    “Şimdi benim için bir soruyu cevaplar mısın? Yani tüm gerçeği, duygularımı önemsemeden
    anlatır mısın?”
    “Tabii ki,” diye cevapladım hemen, gözlerim şaşkınlıktan açılmıştı. Ne bilmek istiyor olabilirdi?
    Yavaşça kelimeler ağzından dökülmeye başladı. “Benim karım olmak istemiyorsun.”
    Kalbim durdu ve sonra da hızla çarpmaya başadı. Soğuk bir ter damlası boynumdan aşağıya
    süzüldü ve ellerim buz gibi oldu.
    Verdiğim tepkiyi durdu, izledi ve dinledi.
    Aşağıya baktı, uzun kirpiklerinin gölgesi elmacık kemiklerine düştü, ve ellerini yüzümden
    çekerek benim buz gibi olan sol elimi tuttu. Konuşurken parmaklarımla oynadı.
    “Senin böyle hissetmenden endişeleniyordum.”
    Yutkunmaya çalıştım. “Bu da bir soru değil,” diye fısıldadım.
    “Lütfen, Bella?”
    “Gerçeği mi?” Ağzımdan sadece bunlar çıkmıştı.
    “Tabii ki. Her neyse onu kaldırabilirim.”
    Derin bir nefes aldım. “Bana güleceksin.”
    Şaşırmış halde gözlerini gözlerime dikti. “Gülmek mi? Bunu hiç sanmıyorum.”
    “Görürsün,” diye mırıldandım ve iç geçirdim. Utançtan yüzüm beyazdan kırmızıya dönmüştü.
    “Peki, tamam! Eminim söyleyeceklerim sana şaka gibi gelecek ama gerçekler! Bu çok… çok…
    çok utanç verici!” İtiraf etmiştim, yüzümü tekrar onun göğsüne yaslayarak saklamaya çalıştım.
    Kısa bir sessizlik oldu.
    “Anlayamıyorum.”
    Geriye doğru çekildim ve ona ters bir bakış attım, utanmak beni kırbaçlamış bir anda kavgaya
    hazır hale getirmişti.
    “Ben öyle bir kız değilim, Edward. Liseden mezun olur olmaz erkek arkadaşı tarafından hamile
    bırakılıp evlenen taşra kızlarından! İnsanların ne düşüneceğini biliyor musun? Hangi yüzyılda
    yaşadığımızın farkında mısın? İnsanlar artık on sekizinde evlenmiyor! Akıllı, sorumluluk sahibi
    ve olgun insanlar o yaşta evlenmiyor! Ben öyle bir kız olmayacaktım! Ben o…” sözümü
    tamamlayamadım, bütün isteğimi kaybetmiştim.
    Edward’ın yüz ifadesinden söylediklerim hakkında ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi.
    “Bu mu yani?” en sonunda konuştu.
    Gözlerimi kırpıştırdım. “Yetmez mi?”
    “Yani sen… ölümsüzlükten çok beni mi istiyorsun?
    Ve sonra onun güleceğini sandığım halde aniden endişelendiğimi fark ettim.
    “Edward!” Gülme krizine kapılmış bir halde konuşmaya çalıştım. “Ve ben… her zaman…
    senin… benden… daha akıllı…olduğunu düşünmüştüm!”
    Beni kolumdan yakaladı, onun da güldüğünü fark etmiştim.
    “Edward,” dedim konuşmaya çabalayarak, “sensiz sonsuza kadar yaşamanın bir anlamı yok.
    Sensiz bir gün daha yaşamak istemezdim.”
    “Pekala, rahatladım,” dedi.
    “Yine de… bu hiçbir şeyi değiştirmez.”
    “Bunun anlaşılmış olması güzel. Ve senin bakış açını da anlıyorum Bella, gerçekten. Ama
    benimkini de anlamaya çalışmanı isterdim.”
    Birdenbire onun ne demek istediğini anladım bu yüzden yüzümü memnun tutmaya çalıştım.
    Altın rengi gözleri benimkilere kilitlenmişti.
    “Anlarsın ya Bella, ben her zaman o çocuk oldum. Kendi dünyamda ben zaten bir erkektim.
    Aşkı aramıyordum – hayır, asker olmak için fazlaca hevesliydim; tek düşündüğüm ve bize
    istememiz için sunulan tek şey savaşta kazanmanın verdiği keyifti – ama eğer…” Duraksadı,
    başını hafifçe yana doğru eğdi. “Eğer o kişiyi bulabilseydim bunu söylerdim ama olmayacaktı.
    Eğer o zamanlar seni bulabilseydim kafamda nasıl devam edeceğime dair şüphe olmazdı. Ben o
    çocuktum – aradığım kişinin sen olduğunu anlar anlamaz – dizleri üzerine çöken ve elini
    tutmak için çabalayan kişiydim. Seninle sonsuza kadar olmak istiyorum.”
    Yüzünde çarpık bir gülüş belirdi.
    Gözümü kırpmadan ona bakıyordum.
    “Nefes al, Bella,” diye hatırlattı bana gülümseyerek.
    “Şimdi olaya, az da olsa benim tarafımdan bakabiliyor musun, Bella?”
    Ve bir anlığına bunu başardım. Kendimi uzun bir etek, dantelli ve dik yakalı bir bluz giyerken
    gördüm, saçlarımı da topuz yapmıştım. Edward ise açık renk takımıyla ve elinde tuttuğu
    buketle verandada yanıma oturmuş süzülürken oldukça şık görünüyordu.
    Kendime gelmek için kafamı salladım ve yutkundum. Bir an Yeşilin Kızı Anne serisinden
    sahneler canlanmıştı gözümün önünde.
    “Edward, olay şu ki,” soru sormaktan kaçınarak titreyen bir sesle devam ettim, “benim aklımda
    evlilik ve sonsuzluk kelimeleri birbirini dışlayan ya da iç içe geçen kavramlar değil. Ve eğer
    benim dünyamda yaşıyorsak onun kurallarına da uymalıyız, tabi ne demek istediğimi
    anlıyorsan.”
    “Fakat diğer yandan,” diye itiraz ederek araya girdi, “yakında tüm bu dünyayı arkanda
    bırakacaksın. O yüzden yerel bir kültürün artık senin için geçici olacak bir adeti neden senin
    kararında etkilisi olsunki?”
    Dudaklarımı büktüm. “Peki ya Roma’da?”
    Bana güldü. “Bugün evet ya da hayır demek zorunda değilsin Bella. Her iki tarafında bakıç
    açısını anlamak iyi değil mi?”
    “Öyleyse senin şartın…?”
    “Hala geçerli. Ne demek istediğini anlıyorum Bella, ama beni istediğin için kendini değiştirmek
    istiyorsan…”
    “Da da daa daaaam,” diyerek onayladım. Her ne kadar düğün marşını çalmaya çalıştıysam da
    cenaze merasimi gibi çıkmıştı ağzımdan.
    Zaman hızla akıyordu.
    O gece kabus görmeden geçti ve sabah olduğunda mezuniyet günü karşımda duruyordu.
    Önümde çalışmam gereken ve birkaç günde bile yarılayamayacağım bir sürü ders vardı.
    Kahvaltı için aşağıya indiğimde Charlie’nin çoktan gittiğini fark ettim. Gazeteyi de masanın
    üzerine bırakmıştı ve bu bana bir şeyler almam gerektiğini hatırlattı. Hala konser reklamının
    yayınlandığını umuyordum; o aptal biletleri alabilmek için telefon numaralarına ihtiyacım vardı.
    Artık bir sürpriz hediye değildi. Aslında en başından Alice’e bir sürpriz planlamak o kadar da
    akıllıca değildi.
    Eğlence kısmına bakmak için gazeteyi elime aldım ama başlığa gözüm takıldı. Ön sayfadaki
    haberin başlığını eğilmek için okurken bir korku dalgasının beni ele geçirdiğini hissettim.
    SEATTLE KATLİAMLARLA DEHŞETE BOĞULDU
    Bundan daha on yıl kadar önce Seattle’da Amerika tarihinin en çok kurbana sahip seri katili
    yakalanmıştı. Yeşil Nehir Katili Gary Ridgway 48 kadını öldürmekten mahkum olmuştu.
    Ve şu anda abluka altındaki Seattle muhtemelen daha da korkunç bir canavara ev sahipliği
    yapıyor.
    Polis son zamanlardaki cinayet ve kayıp vakaları için kimseyi tutuklamıyor. En azından
    şimdilik. Onlar bu katliamın bir kişi tarafından yapılmış olduğuna pek inanmıyor. Bu katil – ki
    gerçekten bir kişiyse – sadece son üç aydaki birbiriyle bağlantılı 39 cinayet ve kayıp vakasından
    sorumlu. Karşılaştımak gerekirse Ridgway’in işlediği 48 cinayette kurbanları 21 yaş üzeri
    grupta dağılım gösteriyordu. Eğer bu ölümlerden tek bir kişi sorumluysa Amerika tarihindeki
    en vahşi seri katilden söz ediyoruz demektir.
    Polis çete olarak hareket edildiği teorisine inanmakta. Bu teoriyi kurbanların sayısı ve
    kurbanların seçimindeki farklılıklar desteklemekte.
    Karındeşen Jack’ten Ted Bundy’e kadar tüm seri katillerin hedeflerini yaş, cinsiyet, ırk ya da
    bunların kombinasyonlarını baz alarak seçtiği gözlemlenmişti. Bu suç dalgasının kurbanları ise
    15 yaşındaki Onur listesine giren Amanda Reed’den 67 yaşındaki emekli postacı Oman Jenks’e
    kadar uzanıyor. Kurbanların 18’i kadın ve 21 tanesi de erkek. Kurbanlar arasında ayrıca ırksal
    olarak şu dağılım gözlemleniyor; Kafkas, Afrika kökenliler, İspanyollar ve Asyalılar.
    Seçimler görünüşe göre rastgele. Öldürme nedeniyse öldürmek dışında bir amaç içermiyor gibi.
    Öyleyse neden bir seri katil olduğu düşünülüyor?
    Bu cinayetlerin işleniş şekilleri öylesine benzerlik gösteriyor ki diğer ihtimalleri geçersiz kılıyor.
    Kurbanların her biri ağır şekilde yanmış ve diş kayıtları sayesinde kimlikleri belirlenmiş. Bu
    yangınlarda katalizör etkisi gösterecek maddelerin, alkol ve gaz yağı gibi, kullanıldığından
    bahsediliyor ama henüz buna dair bir delil bulunamadı. Kurbanlara ait bedenlerin hepsi
    saklanma gereği duyulmadan umarsızca ortada bırakılmış halde bulundu.
    Daha da korkuncuysa, delillerin çoğunun kurbanlara büyük bir şiddet uygulanmış olduğunu
    göstermesi – büyük bir basınç sonucu kırılmış ve parçalanmış kemikler – bu davada görevli
    olan adli doktorlar bunların ölmeden önce yapılmış olduğuna inanıyor, tabi delilerin durumu
    düşünülürse bu sonuçlardan tam anlamıyla emin olmak oldukça zor.
    Seri katil inancını destekleyen bir diğer delilse her suç mahalinin, yani kurbanlardan geriye
    kalanların, kusursuz şekilde temiz olması. Ne bir parmak izi, ne bir iplik hatta bir saç teli dahi
    geride bırakılmamış. Ortadan kaybolmalar esnasında da hiçbir zanlı bulunamadı.
    Bu kaybolmaların hiçbirinde de dikkat çekmemek için uğraşılmamış. Kurbanlar arasında kolay
    hedefler yok. Hiçbiri kayboldukları nadiren haber verilen evsiz ya da kaçaklardan biri değildi.
    Kurbanlar evlerinden, dört katlı apartmanlarından, sağlık kulüplerinden, düğün davetlerinden
    kaçırılmış. Belki de içlerinden en şaşırtıcı olanı 30 yaşındaki amatör boksör olan Robert
    Walsh’ın kız arkadaşıyla sinemaya gitmesiyle yaşandı; kadın birkaç dakika sonra onun
    yanındaki koltukta oturmadığını fark etti. Bedenini yirmi mil ötedeki mahalle çöplüğünde,
    çöplüğü söndürmeye gelen itfaiyeciler buldu.
    Bu katliamdaki kurbanlar arasındaki bir diğer ortak nokta ise her birinin gece kaybolmuş
    olması.
    En çok endişe edilen şey ne peki? Tüm bunların olma hızı. İlk altı cinayet ilk ay işlenmişti, 11
    tanesi ise ikinci ayda işlenmişti. Ve polis ilk yanmış bedeni bulduktan sonra bundan sorumlu
    olan kişiye ait hiçbir bulgu bulamadı.
    Deliller kafa karıştırıcı, ve geride kalanlar korkunç bir halde. Saldırgan bir çete mi yoksa vahşi
    bir seri katil mi? Ya da polisin dahi düşünemediği bambaşka bir şey mi?
    Su götürmez tek bir gerçek var ki o da iğrenç bir şeyin Seattle da kol gezdiği.
    Son cümleyi üç defa okumaya çalışmıştım ama sonra sorunun benim titreyen ellerim olduğunu
    anladım.
    “Bella?”
    Okumaya konsantre olduğumdan Edward’ın sesi yumuşak olduğu halde nefesim kesildi ve
    hemen arkama döndüm.
    Kapının girişindeydi ve kaşlarını çatmıştı. Hemen yanıma geldi ve elimi tuttu.
    “Seni korkuttum mu? Çok üzgünüm. Kapıyı çaldım…”
    “Hayır, hayır,” dedim hemen. “Şunu gördün mü?” Gazeteyi uzatmıştım.
    Gazeteye bakarken kaşlarını çattı ve alnı kırıştı.
    “Bugünki gazeteyi henüz görmemiştim. Ama gittikçe kötüleştiğini biliyorum. Bir şeyler
    yapacağız… hemen.”
    Bundan hoşlanmamıştım. Onların risk almalarından nefret etmiştim ve Seattle’da bulunan her
    kim ya da her neyse benim ödümü koparmaya başlamıştı. Fakat Volturi’nin gelme fikri da
    yeterince ürkütücüydü.
    “Alice ne diyor?”
    “Sorun da bu.” Kaşlarını sertçe çattı. “Hiçbir şey göremiyor… üstelik kaç defa kontrol etmek
    için denediğimiz halde. Güvenilirliğini kaybetmeye başladı. Bugünlerde çok fazla şeyi gözden
    kaçırdığını hissediyor, bir şeylerin ters gittiğini söylüyor. Belki de görü yeteneğini yitiriyordur.”
    Gözlerimi açtım. “Bu olabilir mi?”
    “Kim bilir? Bugüne kadar kimse bunun üzerine bir çalışma yapmadı… ama gerçekten
    şüpheleniyorum. Bu şeyler zamanla pekişir. Aro ve Jane’e bak mesela.”
    “Öyleyse sorun ne?”
    “Sanırım, kehanetin kendi kendini yerine getirmesi. Biz sürekli Alice’in bir şeyler görmesini
    bekliyoruz … ve o da bir şeyler görmüyor çünkü o bir şeyler görene kadar harekete
    geçmeyeceğiz. Böylece o da bizi göremiyor. Belki de bunu gözü kapalı yapmalıyız.”
    Ürperdim. “Hayır.”
    “Bugün derse gitmek için büyük bir isteğin var mı? Final sınavları sadece birkaç gün sonra;
    bize yeni bir şey öğreteceklerini sanmıyorum.”
    “Sanırım okula gitmeden bir gün daha yaşayabilirim. Ne yapacağız?”
    “Jasper ile konuşmak istiyorum.”
    Gene Jasper. Bu tuhaftı. Cullen ailesinde Jasper hiçbir zaman baskın biri olmamıştı, bir şeylerin
    parçasıydı ama asla merkezde bulunmazdı. Varsayımımı dillendirmesem de onun sadece Alice
    için orada bulunduğunu düşünüyordum. Alice nereye gitse onu takip edeceğini hissetmiştim,
    ama bu yaşam tarzı onun ilk seçimi değildi. İşin aslı o diğerlerine nazaran, büyük ihtimal, bu
    yaşam tarzını devam etmekte daha büyük zorluk çekiyordu.
    Hiçbir koşulda Edward’ın Jasper’a bağlı olduğunu da görmemiştim. Jasper’ın yeteneğinin ne
    olduğunu tekrar merak etmiştim. Jasper’ın geçmişi hakkında, Alice onu bulmadan önce
    güneyden geldiği dışında hiçbir şey bilmiyordum. Bir nedenden ötürü Edward her zaman en
    yeni kardeşi hakkında sorulan sorulardan çekinirdi. Ve ben de uzun boylu, sarışın ve film
    yıldızlarına benzeyen vampirden gözüm korktuğundan ona doğruca soramazdım.
    Eve gittiğimizde Carlisle, Esme ve Jasper’ı merakla haberleri izlerken bulduk, sesi o kadar
    kısıkdı ki neredeyse anlaşılmazdı benim için. Alice büyük merdivenlerin son basamağında
    oturmuş, ellerini yüzünün arasına almıştı ve bezgin görünüyordu. Biz içeri girdiğimizde
    Emmett mutfak kapısından içeri yavaşça girdi, oldukça keyifli görünüyordu. Hiçbir şey
    Emmett’ı rahatsız edemezdi.
    “Selam Edward. Okuldan mı kaçtın Bella?” Bana gülümsedi.
    “İkimiz de kaçtık,” diye hatırlattı ona Edward.
    Emmett güldü. “Evet, ama okul hayatı boyunca onun için ilk. Okulda bir şeyler kaçırıyor
    olabilir.”
    Edward gözlerini devirdi ama en sevdiği kardeşini görmezden geldi. Carlisle’la gazeteyi uzattı.
    “Şimdi de seri katil olduğunu düşünüyorlar, gördün mü?” diye sordu.
    Carlisle iç geçirdi. “CNN’de iki uzman sabahtan beri her ihtimali tartışıyor.”
    “Bunun devam etmesine izin veremeyiz.”
    “Hadi gidelim o zaman,” dedi Emmett istekle. “Can sıkıntısından ölüyorum.”
    Üst kattan inen merdivenlerden bir oflama sesi geldi.
    “Nasıl da kötümser,” diye söylendi Emmett.
    Edward Emmett’e katıldı. “Sonunda gitmek zorundayız.”
    Rosalie merdivenlerin başında belirdi ve süzülerek aşağıya indi. Yüzü ifadesizdi.
    Carlisle başını salladı. “Düşündüm. Bugüne kadar bu tip bir şeye asla dahil olmadık. Bu bizim
    işimiz değil. Biz Volturi değiliz.”
    “Volturi’nin buraya gelmesini istemiyorum,” dedi Edward. “Bize daha az tepki süresi verir.”
    “Ve Seattle’daki tüm o masum insanlar,” diye mırıldandı Esme. “Onların bu şekilde ölmelerine
    izin vermek hiç doğru değil.”
    “Biliyorum,” dedi Carlisle iç geçirerek.
    “Ah,” dedi Edward keskince, başını çevirip Jasper’a bakmıştı. “Bunu hiç bu yönden
    düşünmemiştim. Anlıyorum. Haklısın, böyle olmalı. O zaman her şeyi değiştirelim.”
    Ona kafası karışmış şekilde bakan tek kişi ben değildim, ama muhtemelen o sinirlenmiş şekilde
    bakmayan tek kişi bendim.
    “Sanırım bunu diğerlerine sen açıklasan daha iyi olacak,” dedi Edward Jasper’a. “Bunun amacı
    ne olabilir?” Edward odanın içerisinde yürümeye başladı, düşüncelere dalmıştı.
    Kalktığını görmemiştim ama Alice yanımdaydı.
    “Ne saçmalıyor o?” diye sordu Jasper’a Alice. “Ne düşünüyorsun?”
    Jasper herkesin ilgisinin ona yönelmiş olmasından hiç memnun görünmüyordu. Tereddüt etti,
    grupta bulunan herkesin yüzüne baktı – onun söyleyeceği şeyi duymak için herkes
    hareketlenmişti – ve sonra gözleri benim üzerimde durdu.
    “Kafan karışık,” dedi bana, derin sesi oldukça sakindi.
    Onun varsayımında hiçbir soru yoktu. Jasper ne hissettiğimi biliyordu, herkesin ne hissettiğini
    biliyordu.
    “Hepimizin kafası karışık,” diye şikayet etti Emmett.
    “Sabırlı olması için ona zaman verebilirsin,” dedi Jasper ona. “Bella bunu da anlayacaktır. O
    bizden biri artık.”
    Sözleri beni hazırlıksız yakalamıştı. Jasper ile mümkün olduğunca az zaman geçirdiğimden
    dolayı, özellikle de doğum günümde beni öldürmeye çalıştığından, benim hakkımda böyle
    düşündüğünü fark etmemiştim.
    “Beni ne kadar tanıyorsun Bella?” diye sordu.
    Emmett abartılı bir şekilde soluk verdi ve aynı şekilde sabırsızlıkla beklemek için koltuğa
    oturdu.
    “Çok değil,” diye kabul ettim.
    Jasper onu seyreden Edward’a gözlerini dikti.
    “Hayır,” diye yanıtladı Edward onun düşüncesini. “Eminim ona neden geçmişini anlatmadığımı
    anlayabiliyorsundur. Ama sanırım şimdi duymasının vakti geldi.”
    Jasper düşünceli bir şekilde başını salladı, ve kazağının kolunu kıvırmaya başladı. Kafam
    karışmış biçimde merakla seyrettim onu, ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Bileğini yanında
    duran abajurun altına doğru tutup ampule yaklaştırdı ve parmaklarını soluk teninin üzerindeki
    hilal çeklindeki izde gezdirdi.
    Bu şeklin neden bana tanıdık geldiğini anlamam zaman aldı.
    “Aa,” dedim, anladığımda. “Jasper bendeki yara izinin aynısı sende de var.”
    Elimi tuttum, benim krem rengi tenimde daha göze batar şekilde görünen gümüşi renkteki
    hilali gösterdim.
    Jasper hafifçe gülümsedi. “Seninkine çok benzeyen bir sürü izim var, Bella.”
    Jasper ince kazağını sıyırırken yüzündeki ifadeyi anlamak imkansızdı. Gözlerim önce derisine
    kalınca kazınmış olan izi anlamlandıramadı. Kazınmış olan yarım ay şekli, altında durduğu
    beyaz ışıktan, aynı renkteki ten renginden dolayı belli belirsiz fark ediliyordu. Ve sonra o şeklin
    benim elimdeki izin bire bir aynısı olduğunu fark ettiğimde nefesim kesildi.
    Benim küçük izime baktım – nasıl iz kaldığını anımsamıştım. James’in dişlerinin şekline baktım,
    sonsuza kadar benim tenimde izi kalacaktı.
    Sonra da ona gözümü dikmiş bakarken soluk soluğa konuştum. “Jasper sana ne oldu?”

      Forum Saati Paz Mayıs 12, 2024 3:17 pm