Kötü bir hafta geçirmiştim.
Aslında hiçbir şeyin tam olarak değişmediğini biliyordum. Tamam, Victoria pes etmemişti ama
gerçekten bir an olsun pes edeceğini düşünmüş müydüm? Tekrar ortaya çıkacağını her zaman
biliyordum. Bu yeni bir endişe değildi.
Teoride endişelenmemek pratikten daha basitti.
Mezuniyet günüme sadece birkaç hafta kalmıştı ama tatlı tatlı oturup bir sonraki felaketi
beklemenin çok da aptalca olup olmadığını merak ediyordum. Görünüşe göre insan olmak çok
tehlikeliydi, resmen tehlikeye davetiye çıkarmaktı. Benim gibi birinin insan olarak kalmaması
gerekiyordu. Bendeki şansa sahip olan birisi kesinlikle daha da acizdi.
Ama kimse beni dinlemezdi.
Carlisle şöyle demişti, “Biz yedi kişiyiz Bella. Ve Alice de bizim tarafımızda, Victoria’nın bizi
savunmasız yakalayacağını hiç sanmıyorum. Charlie için plana sadık kalmamız, bence, önemli.”
Esme şöyle demişti, “Sana bir şey olmasına asla izin vermeyiz, tatlım. Bunu biliyorsun. Lütfen
endişelenme.” Sonra da beni alnımdan öpmüştü.
“Emmett şöyle demişti, “Edward’ın seni öldürmediği için öyle mutluyum ki. Senin çevrende
her şey çok eğlenceli.”
Rosalie ona sert bir bakış atmıştı.
Alice gözlerini devirmişti ve şöyle demişti, “Alınıyorum ama. Gerçekten bunun için
endişelenmiyorsun, değil mi?”
“Eğer büyük bir sorun değilse Edward neden beni Florida’ya sürükledi?” diye ısrarla
sormuştum.
“Belki henüz fark etmedin Bella ama Edward birazcık aşırı tepki vermeye meyilli biri, değil
mi?”
Jasper sessizce bedenimdeki tüm endişeyi ve gerilimi duygusal atmosferi kontrol ederek
ortadan kaldırdı. Endişelerimden tekrar kurtulduğumu hissettim, ve benim çaresiz
yalvarışlarımı teselli etmelerine izin verdim.
Tabii ki bu sakinlik Edward gelene kadar azaldı ve odadan yürümek için dışarı çıkmak zorunda
kaldım.
Sonuç olarak ortak fikir benim peşimde olan ve öldürmeye niyetli vampiri umursamam
yönündeydi. Hayatıma devem etmeliydim.
Ben de öyle yapmaya çalıştım. Ama şaşırtıcı biçimde halletmeye çalıştığım diğer şeyler de en az
o kadar sıkıntı vericiydi. Ayrıca beni nesli tükenen canlılar sınıfına sokan “durumum” hala
aynıydı...
Çünkü Edward’ın karşılığı her zaman aynı şekilde sinir bozucu oluyordu. “Bu senin ve
Carlisle’nin arasında,” demişti. “ Tabii ki sen ve benim aramdaki o bağı kurmak için ne kadar
istekli olduğumu biliyorsun. Ama benim şartımı da biliyorsun” Ve tatlı tatlı gülümsedi.
Ahh. Bu koşulu çok iyi biliyordum. Edward beni nezaman istersem onun gibi yapabileceğine
dair söz vermişti...tabi önce onunla evlenmem gerekiyordu.
Bazen aklımı okuyamamasının sadece bir numara olup olmadığını merak ediyordum. Yoksa
başka türlü direttiği o koşul benim için nasıl bu kadar sorun olabilirdi? O bir koşul bana engel
oluyordu.
Her şeyiyle kötü bir haftaydı. Ve bugün içlerinden en kötüsüydü.
Edward’ın uzakta olduğu her gün kötüydü. Alice’in öngörülerinde bu hafta kayda değer bir
şey yoktu ve ben de bu yüzden kardeşleriyle ava gitmesi konusunda ısrarcı olmuştum. Kolay
ve yakınlardaki avların onun için ne kadar sıkıcı olduğunu biliyordum.
“Git ve eğlen,” demiştim ona. “Benim için birkaç dağ aslanı yakala.”
Ona gittiği zamanlarda her şeyin benim için ne kadar zor olduğunu asla söylemezdim. Tüm o
terkedilme kabusları yeniden hortluyordu. Eğer bunu öğrenirse perişan olurdu ve çok gerekli
bile olsa beni yalnız bırakmaya korkardı. İtalya’dan ilk döndüğü zamanlarda böyleydi. Altın
rengi gözleri duyduğu susuzluktan dolayı siyaha dönmüştü. Bu yüzden yüzüme cesur bir ifade
yerleştirmiş, Emmett ve Jasper ile gitmesi için onu kapı dışarı etmiştim.
Sanırım o zaman aklımdan geçeni anlayabilmişti. Birazcık. Bu sabah yastığımın üzerinde bana
bıraktığı notu bulmuştum.
Çok yakında döneceğim, beni özlemeye vaktin bile olmayacak. Kalbime iyi bak, seninle
birlikte bıraktım.
Artık bomboş bir Cumartesim vardı ama sabahleyin Newton’s Olympic Outfitter’da sabah
mesaimin meşgul edecekti beni. Ve tabi bir de Alice’den kolayca söz almıştım.
“Avlanma için eve yakın bir yerlerde olacağım. Bana ihtiyacın olursa sadece onbeş dakikalık
bir mesafede olurum. Sorun ihtimaline karşın gözüm üzerinde olacak.”
Bunun anlamı şuydu; sakın gülünç bir şeyler yapmaya kalkma çünkü Edward gitti.
Alice kamyonetimi bozma konusunda en az Edward kadar yetenekliydi.
İşi iyi yanından görmeye çalıştım. İşten sonra Alice ile planladığım gibi duyurularını
yollamasına yardım edecektim ve bu benim için epey kafa dağıtıcı olabilirdi. Hem Edward’ın
olmadığı zamanlarda Charlie’nin havası yerinde oluyordu, bu yüzden onla da vakit
geçirebilirdim. Acaba ona soracak kadar zavallılaşırsam Alice gece benimle kalırmıydı merak
ediyordum. Zaten sonraki gün Edward eve gelirdi. Böyle atlatabilirdim.
Erkenden güne başlamak istemedim, kahvaltımı yavaşça yedim, her defasında bir kaşık gevrek
attım ağzıma. Sonra bulaşıkları yıkadım, buzdolabının üzerindeki mıknatısları düz bir çizgi
halinde yanyana dizdim. Belki de obsesif kompulsif bozukluktan muzdarip olabilirdim.
Son iki mıknatıs benim yaptığım düzene bir türlü uymuyordu. İkisinin kutupları aynıydı bu
yüzden ne zaman diğerleriyle yanyana koymaya çalışsam mutlaka biri yere düşüyordu.
Bir nedenle – belki de delirdiğimden – bu beni fena halde rahatsız ediyordu. Neden doğru
düzgün durmuyorlardı ki? Saçma bir inatla bir anda normale dönmelerini beklermişim gibi
yanyana dizmek için çabalamaya devam ettim. İçlerinden birini çevirdiğimdeyse sanki hile
yapıyormuşum gibi hissetmiştim. Nihayet mıknatıslardan çok kendime sinirlendim ve hepsini
alıp avcumda topladım. Biraz çabalayarak, ki epeyce karşı koymuşlardı, yanyana tutmayı
başardım.
“Nasılmış,” dedim sesli şekilde, evet hareket etmeyen nesnelerle konuşma hayra alamet değildi
– “O kadar da fena değilmiş ha?”
Orada bir süre bir aptal gibi durdum, bilimsel gerçeklerin sürekliliğine inanmadığımı kabul
etmeye hazır değildim. Sonra iç geçirdim ve mıknatısları tekrar buzdolabının üzerine koydum.
“Bu kadar inatçı olmaya gerek yok,” dedim kendi kendime mırıldanarak.
Çok erkendi ama tekrar hareketsiz nesnelerle konuşmaya başlamadan önce dışarı çıkmaya
karar verdim.
Newtonlar’a gittiğimde Mike koridoru monoton şekilde paspaslarken annesi de tezgahı yeni
ürünler için düzenliyordu. Onları bir tartışmanın tam ortasında yakalamıştım öyle ki orada
olduğumun farkına bile varmamışlardı.
“Fakat bu Tyler’ın gideceği zaman,” dedi Mike şikayet ederek. “Mezuniyetten sonra demiştin
sen ama –”
“Beklemek zorundasın,” diye tersledi Bayan Newton. “Sen ve Tyle yapacak başka bir şeyler
düşünseniz iyi olur. Polis orada neler olduğunu bulana kadar Seattle’a gidemezsiniz. Beth
Crowley’in Tyler’a aynı şeyi söylediğini de biliyorum, o yüzden beni sanki her şeyin
suçlusuymuşum gibi de gösterme – Ah günaydın Bella,” dedi aniden benim varlığımı
farkederek, sesi birden canlanmıştı. “Erkencisin.”
Karen Newton spor ekipmanları bölümünde yardim istemeyi düşünebileceğim son insandı.
Mükkemel şekilde parlayan sarı saçları zarif biçim ensesinden toplanmış, ayak tırnakları da
tıpkı ellerindekiler gibi işinin erbabı biri tarafından boyanmıştı. Ayağındaki yüksek ökçeli
çapraz bantlı ayakkabı dikkate alınırsa yürüyüş botları konusunda pek yardım edebilecek birine
benzemiyordu.
“Trafik ışıkları,” diyerek espri yaptım ve parlak turuncu korkunç önlüğümü tezgahın altından
çıkardım. Bayan Newton’ın bu Seattle seyahati için Mike kadar micadeleye hazır oluşu beni
şaşırtmıştı. Mike’ın başaracağını sanmıştım.
“Şey, ee...” Bayan Newton tereddüt etti bir an, önünde bir yığın el ilanı vardı ve onlarla
uğraşıyordu.
Kolumda önlüğümü tutarken durdum. Bu bakışı biliyordum.
Bu yaz onlarla çalışmayacağımı Newtonlara söylemiştim – onları yılın en yoğun oldukları
zamanda terk edecektim – bu yüzden onlar da Katie Marshall’ı benim yerimi almak üzere
eğitmeye başlamışlardı. İkimize de aynı anda maaş verebilecek durumları yoktu, ve bugün
sadece birkaç müşteri olacağa benziyordu...
“Ben arayacaktım” dedi Mrs Newton ve devam etti. “Sanırım bugün çok fazla yapmamı
gereken iş olmayacak. Mike ve ben sanırım idare edebiliriz. Seni erkenden kaldırıp buraya
getirtdiğim için üzgünüm...”
Sıradan bir gün olsaydı bu olaya sevinirdim. Ama bugün...sevinmemiştim.
“Tamam,” dedim, iç geçirdim. Omuzlarım düşmüştü. Peki bugün ne yapacaktım ben?
“Bu adil değil anne,” dedi Mike. “Eğer Bella çalışmak istiyorsa – ”
“Hayır, sorun değil Bayan Newton. Gerçekten Mike. Çalışmam gereken sınavlarım ve yapmam
gereken işler var...” Zatn tartışıyor olduklarından aile içindeki bir başka anlaşmazlığın nedeni
olmak istemiyordum.
“Teşekkürler Bella. Mike dördüncü koridoru unutmuşsun. Şey, Bella, bu ilanları da çıkarken
çöpe atar mısın? Bunları bırakan kıza tezgahın üzerinde koyacağımı söylemiştim ama gerçekten
hiç boş yerim yok.”
“Tabii, sorun değil.” Önlüğümü bıraktım ve ilanları kolumun altına tıktım, sisli yağmura doğru
yürümeye başladım.
Çöp kutusu Newton’ların mağazasının hemen yanında, çalışanlar için ayrılmış olan parkın
yanındaydı. Huysuzca ayaklarımı çakıl taşlı yolda sürüyerek ilerledim. Parlak sarı kağıtları çöpe
doğru fırlatmak üzereydim ki ilanın başlığı gözüme takılmıştı. Özellikle bir kelime bütün ilgimi
ona vermeme neden olmuştu.
Ellerimle sıkı sıkı tuttuğum ilanların üzerindeki resme ve altındaki başlığa bakıyordum.
Boğazımda bir şeyler düğümlendi.
Olympic Kurdunu Kurtarın
Bu kelimelerin altında çam ağaçlarının önünde detaylı bir şekilde çizilmiş bir kurt kafasını
geriye doğru atıp aya doğru ulurken görünüyordu. Bu resim kaygı vericiydi; kurdun hüzünlü
duruşu onun sahipsiz gibi görünmesine neden olmuştu. Sanki acı içerisinde uluyor gibiydi.
Kamyonetime doğru koşarken ilanlar hala kolumun altındaydı.
On beş dakika, sahip olduğum tüm zaman buydu. Ama bu kadarı yeterdi. La Push’a gitmem
onbeş dakika alırdı ve şehre varmadan önce beş dakikada da sınırı geçebilirdim.
Kamyonetim hiç sorun çıkarmadan çalıştı.
Alice beni bunu yaparken görmüş olamazdı çünkü bunu planlamamıştım. Ani bir karar, işte
açık buydu! Elimden geldiğince hızlı hareket ettim, ilerde bu zamana ihtiyacım olacaktı.
Aceleyle ilanları fırlatmıştım ve onlar ön koltukta dağılmış halde duruyorlardı. Sarı arka plan
üzerinde kalın kalın yazılmış başlıklar ve uluyan kurtlar her yerdeydi.
Anayoldan hızla aşağa indim, silecekle ön camları temizlerken antika aracın çıkardığı gürültüyü
görmezden geldim. Elli beş ile giderken arabanın sorun çıkarmaması için yalvarırdım, şimdiyese
ancak dua etmem işe yarayabilirdi.
Hiç şüphe yoktu sınırdaydım ama La Push’un dışındaki ilk evi geçtiğim an kendimi güvende
hissettim. Bu Alice’in takip edebileceği mesafenin ötesinde olmalıydı.
Öğleden sonra Angela’ya gittiğimde onu arayabilirdim, böylece iyi olduğumu bilirdi. Onu
heyecanlandırmanın bir anlamı yoktu. Benim için endişelenmesine gerek yoktu, Edward
dönünce ikisi yerine de fazlasıyla sinirlenecekti zaten.
Soluk kırmızı evin önünde gıcırtıyla durduğumda kamyonetimden feci bir vızıltı geldi. Bir
zamanlar sığındığım bu eve bakarken boğazımda bir şeyler düğümlenmişti. Buraya son
gelişimin üzerinden çok zaman geçmişti.
Ben motoru kapatmadan evvel Jacob kapıda belirmişti bile, yüzündeki boş ifadeden şaşırmış
olduğunu anlamıştım.
Aniden kamyon büyük bir gürültü çıkardı ve sustu, onun güçlükle bağırdığı duydum.
“Bella?”
“N’aber Jake!”
“Bella!” diye tekrar bağırdı, yüzünde sıcacık bir gülümseyiş belirmişti. Koyu kahverengi kızıl
tenine tezat oluşacak şekilde dişleri bembeyaz parlıyordu. “Buna inanamıyorum!”
Hemen kamyonete doğru koştu ve beni açık kapıdan sürüklercesine indirdi sonra da ikimiz
çocuklar gibi neşe içerisinde zıplamaya başladık.
“Buraya nasıl geldin?”
“Gizlice!”
“Harika!”
“Selam Bella!” Billy bu şamatanın nedenini anlamak üzere kapıya çıkmıştı.
“Selam Bil...”
Aniden nefesim kesilir gibi olmuştum, Jacob bana sıkıca sarulmış sonra da beni döndürmüştü.
“Vaay, seni burada görmek çok güzel!”
“Ben nefes...alamıyorum,” güçlükle konuşabilmiştim.
Güldü ve beni aşağıya indirdi.
“Tekrar hoş geldin Bella,” dedi gülümseyerek. Ve söyleme şeklinden eve hoş geldin demek
istediğini anlamıştım.
Evde oturamayacak kadar heyecanlı olduğumuzdan yürümeye başladık. Jacob normal olarak
çok hızlı yürüyordu ve ben ona birkaç defa bacaklarımın onunki kadar uzun olmadığını
hatırlatmak zorunda kalmıştım.
Yürüdükçe Jacob’la beraber olmaktan zevk alan, benliğimin diğer yanının iyice su yüzüne
çıkmaya başladığını hissettim. Daha genç ve daha sorumsuzdum. Sanki zaman zaman sebepsiz
yere aptalca şeyler yapan biri gibiydim.
Coşkumuz konuşmamızın ilk birkaç konusunda sona ermişti; neler yaptığımızdan, nasıl
olduğumuzdan ve beni buraya hangi rüzgarın attığından bahsettim. Ona el ilanından tereddüt
ederek bahsettiğimdeyse kahkahaları ağaçların arasında yankılandı.
Ama sonra yavaş yürüyüşümüz deponun arkasından çalılıklara doğru uzandı sonra da First
Beach’den dönerek bir daire çizmiş olduk. Ayrı düşmemizin arkasındaki sebepleri tartışmak
için henüz çok erkendi ve arkadaşımın yüzüne baktıkça takındığı acı maskesinin çok tanıdık
gelmeye başlamıştı.
“Yani tam olarak nedir bu hikaye?” diye sordu Jacob, yolunun üzerindeki ağaç dalını
haddinden güçlü bir biçimde tekmelemişti. Kumsala doğru fırladı, sonra da kayaların üzerine
çarpıp takırdadı. “Demek istediğim bizim son görüştüğümüz zamandan beri...şey yani
bilirsin....” Konuşmaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldı ve tekrar denedi. “Benim sorduğum şey
her şey onun gittiği zamanki haline mi döndü? Onu yaptıkları için af mı ettin?”
Derin bir soluk aldım. “Affedilecek bir şey yoktu.”
Bu kısmı geçmek istiyordum, ihanetler, suçlamalar... ama bir yere varabilmemiz için öncelikle
bunlardan bahsetmemiz gerektiğinin de farkındaydım.
Jacob sanki limon yemişçesine yüzünü buruşturdu. “Keşke geçen Eylül’de Sam seni
bulduğunda resmini çekmiş olsaydı. Delil olarak kullanılabilirdi.”
“Kimse yargılanmıyor.”
“Belki de yargılanmalı.”
“Sen bile onu gidişi için suçlamıyorsan nedenini biliyor olman lazım.”
Birkaç saniye ters ters baktı. “Pekala,” dedi meydan okurcasına. “Şaşırt beni.”
Bu bitmek bilmeyen kini canımı sıkıyordu, sürekli aynı yarayı kaşıyordu. Bana kıgın olması
canımı yakıyordu. Bu bana uzun zaman önceki o öğleden sonrayı anımsatmıştı; Sam’in ona
emrettiği üzere bana arkadaş olamayacağımızı söylemişti. Aklımı toparlamam birkaç saniye
sürdü
“Edward beni geçen sonbahar terketmesinin nedeni benim vampirlerle olamayacağımı
sanmasıydı. Beni terketmesinin daha doğru olduğuna karar vermişti.”
Jacob bu söylediklerime biraz geç reaksiyon verdi. Bir dakika boyunca söylediklerimi kafasında
tarttı. Fakat söylemek için her ne planladıysa bunu söylemekten vazgeçmişti. Edward’ın bu
kararı almasına neden olan şeyi bilmediği için memnun olmuştum. Eğer Jasper’ın beni
öldürmeye çalıştığını öğrenseydi yapabileceklerini sadece hayal edebiliyordum.
“Geri geldi ama değil mi?” Jacob mırıldanarak söyledi bunu. “Kararına bağlı kalmaması çok
kötü.”
“Eğer hatırlıyorsan ben gidip onu getirmiştim.”
Jacob bir dakika boyunca gözlerini dikip bana baktı ve sonra da gözlerini kaçırdı. Yüzü
gevşemişti ve ses tonu da daha sıcaktı.
“Bu doğru. Asla tüm hikayeyi öğrenemedim. Neler olmuştu?”
İkilemde kalmıştım, dudaklarımı kemiriyordum.
“Bu bir sır mı?” Bu sözleri alay edercesine söylemişti. “Bana söylemene izin yok mu?”
“Hayır,” dedim hemen. “Sadece uzun bir hikaye.”
Jacob küstahça gülümsedi sonra da onu takip edeceğimi umarak sahile doğru yürümeye
başladı.
Jacob böyle davranmaya devam edecekse bu hiç de eğlenceli değildi. Dosdoğru onu izlemeye
başladım, arkamı dönüp gitmelimiydim emin değildim. Eve döndüğümde Alice ile yüzleşmem
gerekecekti...Sanırım acele etmeme hiç gerek yoktu.
Jacob tanıdık devasa bir ağaca doğru yürümeye başladı. Ağaç tüm dalları ve kökleriyle birlikte
bembeyazdı, kumsalın içine, karaya oturmuş. Bu ağaç bir şekilde bizim ağacımızdı.
Jacob ağacın köklerinden birinin üzerine oturdu, sonra da yanındaki yere vurarak benim de
oturmamı belirtti.
“Uzun bir hikaye olmasının mahsuru yok. Aksiyon var mı?”
Yanına otururken gözlerimi devirdim.”Biraz aksiyon var,” diye kabul ettim.
“Aksiyon olmadan gerçek bir korku sayılmazdı.”
“Korku mu?” diyerek küçümsedim söylediklerini. “Söylediklerimi arkadaşlarım hakkında kaba
yorumlar yaparak mı dinleyeceksin?”
Sanki görünmez bir anahtarla ağzını kilitliyormuş gibi yaptıktan sonra omzunun üzerinden
görünmez anahtarı fırlattı.Gülümsememeye çalıştıysam da başarılı olamamıştım.
“Senin de dahil olduğun kısmından başlamak zorundayım” böyle karar vermiştim, anlatmaya
başlamadan önce tüm hikayeyi aklımda sıraladım.
Jacob elini kaldırdı.
“Konuş.”
“Bu iyi,” dedi. “Neden o zamandan başlaman gerektiğini anlamıyorum ama.”
“Evet, neyse, bu biraz karmaşık o yüzden dikkatini ver. Alice’in nasıl gördüğünü biliyor
musun?”
Kaşlarını çattı – kurtlar efsanelerde anlatılan vampirlerin doğa üstü yeteneklere sahip olması
hikayesinin doğru olmasına pek de heyecanlanmıyorlardı – anlatmaya devam ettim ve Edward’ı
İtalya’da nasıl kurtardığımı anlattım.
Olabildiğince özetleyerek anlatmıştım, önemsiz ayrıntıların hepsini atlamıştım. Jacob’ın
tepkisini anlamaya çalışıyordum. Benim ölüm haberimi alan Edward’ın kendini öldürmeye
karar verdiğini gören Alice’i anlattığım andan beri suratında esrarengiz bir ifade oluşmuştu.
Bazen Jacob oldukça düşünceli göründü, dinleyip dinlemediğine pek emin olamadım. Sözümü
sadece bir defa kesti.
“O medyum kan emici bizi göremiyor mu?” diye haykırdı, yüzü hem vahşi görünüyordu hem
de neşeli. “Cidden mi? Bu muhteşem!”
Dişlerimi sıktım ve sessizce oturmaya devam ettim, yüz ifadesinden benim devam etmemi
beklediğini anlayabiliyordum. Bir hata yaptığını farkedene kadar gözlerimi ondan ayırmadan
baktım.
“Ahh!” dedi. “Üzgünüm.” Bir kez daha dudaklarına kilit vurdu.
Volturi kısmına geçtiğimde yüz ifadesi daha anlaşılabilir hale gelmişti. Çenesi kasılmış, tüyleri
diken diken olmuş ve burun delikleri büyümüştü. Detaylandırmamıştım, sadece Edward’ın bu
sorunu çözdüğünü söyledim, ona verdiğimiz sözden ya da beklediğimiz ziyeretten
bahsetmedim. Jacob’ın benim kabuslarıma ihtiyacı yoktu.
“Şimdi tüm hikayeyi biliyorsun,” diye sonuçlandırdım. “Şimdi konuşma sırası sende. Ben
annemleyken sen neler yaptın?” Jacob’ın Edward’dan daha fazla ayrıntı vereceğini biliyordum.
Beni ürkütmekten çekinmiyordu.
Aniden hareket ederek öne doğru eğildi. “Ben, Embry ve Quil Cumartesi gecesi olağan
devriyelerimizden birini yapıyorduk ve sonra aniden – baaam!” Kollarını birdenbire havaya
kaldırmıştı, bir patlamayı ima ediyordu. “Taze bir iz vardı, daha onbeş dakikalıktı. Sam bizden
onu beklememizi istemişti ama gittiğinden haberim yoktu ayrıca senin kan emicilerin sana göz
kulak olmaya devam edip etmediğinden de haberim yoktu. Bu yüzden onu son hızla takip
etmeye başladık fakat biz onu yakalayamadan o sınırı geçti. Sınır boyunca dağaldık, tekrar geri
gelmesini umuyorduk. Sana söyleyeyim gerçekten sinir bozucuydu.” Başını salladı – sürüye
katıldığı günden beri uzattığı saçları gözlerinin önüne geldi. “Güney ucuna kadar gittik.
Cullenlar’da onu takip ediyordu, bizim taraftan sadece onbeş mil kadar uzaktaydılar. Eğer
nerede bekleyeceğimizi bilseydik bu mükemmel bir pusu olabilirdi.”
Yüzünü buruşturarak hayıflandı. “Fakat bu tehlikeli bir hal almıştı. Sam ve diğerleri biz
ulaşamadan sıkıştırmıştı fakat o sınır boyunca bir o yana bir bu yana gidiyordu. Ve seninkiler
de sınırın diğer tarafındaydı. Şu iri olanın adı neydi...”
“Emmett.”
“Evet, o. Ona hamle yaptı ama o kızıl kafa cidden hızlıydı. Onun tam arkasındaydı ve
neredeyse Paul ile çarpışacaklardı. Şey, Paul....onu biliyorsun.”
“Evet.”
“Konsatrasyonunu yitirdi. Aslında onu da suçlayamıyorum, onlar kocaman kan emicilerdi ve
tam önünde duruyorlardı. Hemen saldırdı... hey bana öyle bakmaktan vazgeç. Vampirler bizim
topraklarımızdaydı.”
Devam etmesi için yüzümü toplamaya çalıştım. Her ne kadar sonunu bilsem de anlattıklarından
dolayı öylesine heyecanlanmıştım ki tırnaklarımla elimin içini tırmalıyordum.
“Neyse, Paul ıskaladı ve iri olan kendi taraflarına doğru geçti. Ama sonra neydi o, şey hani şu
sarışın olan...” Jacob’ın yüzünde takdir etmekten uzak tiksinti dolu bir ifade vardı, kastetmeye
çalıştığı kişi Edward’ın kızkardeşiydi.
”Rosalie.”
“Her neyse işte. O bizim alana girdi bu yüzden Sam ve ben de Paul’ün desteğe ihtiyacı
olduğunu hissettik. Sonra onların liderleri ve diğer sarışın adam....”
“Carlisle ve Jasper.”
Bana öfkeli bir şekilde baktı. “Biliyor musun isimleri cidden umrumda değil. Neyse Carlisle
Sam ile konuşarak ortamı yatıştırmaya çalıştılar. Fakat birdenbire herkes sakinleşti. Şu ismini
söylediğin diğeri bize bir şeyler yaptı. Onun yaptığını bildiğimiz halde sakinleşmeyi başardık.”
“Nasıl hissettiğini biliyorum.
“Böyle hissetmek cidden can sıkıcı. Daha sonra öyle sinirlenmenin imkanı yok.” Kafasını
öfkeyle salladı. “Yani Sam ve vampirlerin başı Victoria’nın öncelikleri olması konusunda
anlaştı ve tekrar onun peşine düştüler. Carlisle bize onun kokusunu takip edebilmemiz için
kendi taraflarına geçiş izni verdi. Fakat o kadın Makah bölgesinın kuzeyindeki sarp kayalıklara
doğru gitmeye başladı. Oranın birkaç mil uzağında sahil sınırı başlıyordu. O kadın tekrar
denizin üzerinde uçmaya başlamıştı. Şu büyük olanla ve sakin olan onu takip etmek için
sınırdan geçme izni istediler ama tabii ki hayır dedik.”
“İyi. Yani aptalca davranmışsın ama memnunum.Emmett asla yeterince tedbirli davranmaz.
Yaralanabilirdi.”
Jacob homurdandı. “Yani senin vampirlerin onlara hiçbir sebep yokken saldırdığımızı ve
onların tamamen masum olduklarını mı söyle – ”
“Hayır,” dedim sözünü keserek. “Edward ayrıntı vermeden aynı hikayeyi anlattı.”
“Ya,” dedi nefesini verirken ve eğilip yerde bulunan milyonlarca çakıltaşı arasından birini aldı.
Rahat bir şekilde koydan yüzlerce metre uzağa fırlattı. “Yani sanırım o dönecej. Bizler onu
yakalamaya çalışacağız.”
Ürpermiştim; tabii ki dönecekti. Edward bana bir dahaki sefer söyler miydi? Hiç sanmıyordum.
Gözümü Alice’den ayırmamalıydım, böylece olanların tekrar etmesi durumunda işaretlerden
anlayabilirdim...
Jacob benim verdiğim tepkiyi görmüşe benzemiyordu. Dudak bükmüş, düşünceli şekilde
dalgalara bakıyordu.
“Ne hakkında düşünüyorsun?” Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra sormuştum bunu.
“Bana söylediklerini düşünüyordum. O medyum kız seni uçurumdan atlarken görüşünü ve seni
intahar etti sanıp her şeyin kontrolden çıkışını... Farkında mısın eğer olması gerektiği gibi beni
bekleseydin, o zaman o kan emi – Alice seni atlarken göremeyecekti? Hiçbir şey
değişmeyecekti. Biz muhtemelen şu anda diğer Cumartesi günlerinde yaptığımız gibi garajda
olacaktık. Forks’da başka vampir olmayacaktı, sonra sen ve ben...” sesi giderek azaldı ve
sonunda düşüncelere dalıp iyice duyulmaz oldu.
Onun bu şekilde söylemesi can sıkıcıydı, sanki Forks’da hiç vampir olmamasının iyi bir şey
olduğunu kastetmişti. Kalbim onun aklındaki manzara karşısında acıyla çarptı.
“Edward her koşulda geri dönerdi.”
“Bundan emin misin?” diye sordu, Edward’ın adının geçmesi eski kavgacı halini tekrar su
yüzüne çıkarmıştı.
“Ayrı olmak...ikimizde de çok işe yaramadı.”
Bir şeyler söylemeye çalıştı, yüzündeki ifadeden öfke dolu bir şey olduğu belliydi ama
kendinisi engelledi ve derin bir nefes alıp baştan başladı.
“Sam’in sana kızgın olduğunu biliyor muydun?”
“Bana mı?” şaşırmıştım. “Ah anlıyorum. Buraya gelmediğim için.”
“Hayır. O yüzden değil.”
“Sorun ne o zaman?”
Jacob başka bir taş almak üzere uzandı. Taşı elinde çevirmeye başladı; sesini alçak tuttu ve
gözünü siyah taştan ayırmadan konuştu.
“Sam seni gördüğünde... yani başlangıçta nasıl olduğunu. Billy onlara Charlie’nin iyiye
gitmediğin için ne kadar endilendiğini söylemişti ve sonra sen de uçurumdan atladın...”
Surat asmıştım. Kimsenin bana bunu unutturmaya niyeti yoktu anlaşılan. Gözlerime heyecanla
baktı. “Senin Cullenlar’dan onun kadar nefret etmesi için sebebi olan tek kişi olduğunu
sanıyordu. Sen hayatına...sanki canın yanmamış gibi onları dahil ettiğinde ihanet uğramış gibi
hissetti.”
Sam’in bir an böyle hisseden biri olduğuna inanamadım. Ağzımda acı bir tat oluştu, söyleceğim
iki çift laf her ikisi için de olacaktı.
“Sam’e şunu söyle cehennemin – ”
“Şuna bak,” diyerek sözümü kesti Jacob, inanılmaz bir hızla okyanusa doğru dalışa geçen
kartalı gösteriyordu. Kartal son anda kendini durdurmuş ve sadece pençeleri suyun yüzeyine
bir anlığına olsun temas etti. Sonra da kanat çırparak pençeleri arasındaki büyük balığı alarak
uzaklaştı.
“Her yerde görebilirsin bunu,” dedi Jacob, sesi birdenbire mesafeli bir hal almıştı. “Doğanın
kendi işleyişini; av ve avcıyı, yaşam ve ölümün sonsuz döngüsünü.”
Bu doğa dersinin amacının ne olduğunu anlamamıştım; konuyu değiştirmeye çalıştığını tahmin
ediyordum. Fakat daha sonra bana doğru döndü ve gözlerinde meşum bir mutluluk vardı.
“Lakin, balığı kartalı öpmeye çalışırken göremezsin. Bunu asla göremezsin.” Alay edercesine
gülümsemişti.
Aynı şekilde gülümsedim, dahası ağzımdaki acı tat hala duruyordu. “Belki de balık
uğraşıyordur,” dedim. “Bir balığın ne düşündüğünü bilmek zordur. Hem bilirsin, kartallar güzel
kuşlardır.”
“Böyle mi oldu peki?” sesi birdenbire sert bir şekilde çıkmıştı. “İyi göründüğü için mi?”
“Aptal olma Jacob.”
“O zaman para yüzünden, öyle mi?” diye ısrarla sordu.
“Bu harika,” diye söylendim ve ayağa kalktım. “Beni bu kadar düşündüğün için koltuklarım
kabardı.” Ona sırtımı döndüm ve yürümeye başladım.
“Off, kızma ama.” Arkamdan geliyordu; bileğimden yakaladı ve beni çevirdi. “Ciddiyim!
Anlamaya çalışıyorum sadece ve bir çıkmazdayım.”
Kaşlarını öfkeyle çatmıştı ve siyah gözlerinde gölgeler dolaşıyordu.
“Onu seviyorum. Zengin ya da yakışıklı olduğu için de değil!” Son cümleyi tükürür gibi
söylemiştim. “Zengin ya da yakışıklı olmasaydı da onu severdim. O kadar yakınız ki
birbirimize, o tanıdığım en sevgi dolu, en kendini düşünmeyen, en zeki ve en düzgün insan.
Tabii ki onu seviyorum. Bunu anlamasının nesi bu kadar zor?”
“Bunu anlamak imkansız?”
“Lütfen beni aydınlat Jacob,” sesimde alay vardı. “Bir insanın diğerini sevmesi için gereken
geçerli neden nedir? Görünüşe göre yanlış bir şeyler yapıyorum.”
“Sanırım önce kendi türünden birilerine bakarak işe başlamalısın. Normali budur.”
“Ama bu çok saçma!” diye cevap verdim. “O zaman sanırım Mike Newton’la olmalıyım.”
Jacob geriye doğru gitti ve dudaklarını ısırdı. Sözlerimin onun canını acıttığını görebiliyordum
ama kötü hissedemeyecek kadar kızgındım. Bileğimi bıraktı ve kollarını göğsünde kavuşturdu
ve okyanusa doğru bakmaya başladı.
“Ben bir insanım,” diye mırıldandı, sesi neredeyse duyulamayacak düzeyde çıkmıştı.
“Mike kadar insan değilsin,” diyerek insafsızca devam ettim.
“Bunun en önemli şey olduğunu hala düşünüyor musun?”
“Bu aynı şey değil.” Jacob gözlerini gri dalgalardan ayırmamıştı. “Bunu ben seçmedim.”
Söylediklerine inanamayarak güldüm. “Sence Edward seçti mi? Ne hale geleceğini senden fazla
bilmiyordu.Bunun için bir anlaşma imzalamadı.”
Jacob başını hızlıca öne ve arkaya doğru salladı.
“Sen Jacob kendini beğenmişin tekisin, sen de bir kurt adamsın. Ya buna ne dersin.”
“Bu aynı şey değil,” diye tekrar etti ve bana öfkeli bir şekilde baktı.
“Neden olmadığını anlayamıyorum. Cullenlar’a karşı daha anlayışlı olabilirsin. Onların özünde
ne kadar iyi oldukları hakkında bir fikrin yok Jacob.”
Daha da sinirlenmişti. “Onların var olmaması gerekiyordu. Onların varlığı doğaya ters.”
Ona uzun süre gözümü ayırmadan baktım, uzun bir sürenin sonunda nihayet bunu fark etti.
“Ne?”
“Doğal olmayan diyordun...” diye ipucu verdim.
“Bella,” sesi alçak ve farklıydı. Sanki yaşlı gibiydi. Ses tonu aniden benden yaşlı birininkine
aitmiş gibi değişmişti, sanki konuşan öğretmen ya da bir ebeveyndi. “Ben böyle doğdum. Bu
benliğimin bir parçası, ailemin de ve hepimiz aynı nedenden dolayı böyleyiz. Burada olmamızın
sebebi de bu.”
“Dahası,” bana küçümser gibi bakıyordu, gözlerindeki ifade anlaşılmazdı. “Ben hala bir
insanım.”
Elimi aldı ve sıcak göğsüne bastırdı. Üzerindeki tişörte rağmen kalbinin atışını avcumda
hissedebiliyordum.
“Normal insanlar motorsikleti senin gibi kullanamazlar.”
Belli belirsiz gülümsedi. “Normal insanlar canavarlardan kaçarlar Bella. Ve ben asla normal
olduğumu iddia etmedim. Sadece insan olduğumu söyledim.”
Jacob’a öfkeli kalabilmek gerçekten zordu. Elimi onun göğsünden çekerken gülümsedim.
“Bana oldukça insan gibi göründün,” diye onayladım. “Şu anda.”
“İnsan gibi hissediyorum,” Gözleri artık bana bakmıyordu, çok uzaklardaydı. Alt dudağı
titredi, biraz sarsılmış görünüyordu.
“Ah, Jake,” diye fısıldadım ve eline uzandım.
Bu burada olma nedenimdi. Döndüğümden beri, ne olursa olsun, beklediğim şey buydu. Çünkü
tüm o alaycılığın ve öfkenin altında Jacob aslında acı çekiyordu. Şu anda bu gözlerinden
okunabiliyordu. Ona nasıl yardım edeceğimi bilmiyordum ama denemek zorunda olduğumu
biliyordum. Bunu ona borçluydum, üstelik onun acı çekmesi benim de canımı yakıyordu. Jacob
benim bir parçam olmuştu ve bunu hiçbir şey değiştirememişti.
Aslında hiçbir şeyin tam olarak değişmediğini biliyordum. Tamam, Victoria pes etmemişti ama
gerçekten bir an olsun pes edeceğini düşünmüş müydüm? Tekrar ortaya çıkacağını her zaman
biliyordum. Bu yeni bir endişe değildi.
Teoride endişelenmemek pratikten daha basitti.
Mezuniyet günüme sadece birkaç hafta kalmıştı ama tatlı tatlı oturup bir sonraki felaketi
beklemenin çok da aptalca olup olmadığını merak ediyordum. Görünüşe göre insan olmak çok
tehlikeliydi, resmen tehlikeye davetiye çıkarmaktı. Benim gibi birinin insan olarak kalmaması
gerekiyordu. Bendeki şansa sahip olan birisi kesinlikle daha da acizdi.
Ama kimse beni dinlemezdi.
Carlisle şöyle demişti, “Biz yedi kişiyiz Bella. Ve Alice de bizim tarafımızda, Victoria’nın bizi
savunmasız yakalayacağını hiç sanmıyorum. Charlie için plana sadık kalmamız, bence, önemli.”
Esme şöyle demişti, “Sana bir şey olmasına asla izin vermeyiz, tatlım. Bunu biliyorsun. Lütfen
endişelenme.” Sonra da beni alnımdan öpmüştü.
“Emmett şöyle demişti, “Edward’ın seni öldürmediği için öyle mutluyum ki. Senin çevrende
her şey çok eğlenceli.”
Rosalie ona sert bir bakış atmıştı.
Alice gözlerini devirmişti ve şöyle demişti, “Alınıyorum ama. Gerçekten bunun için
endişelenmiyorsun, değil mi?”
“Eğer büyük bir sorun değilse Edward neden beni Florida’ya sürükledi?” diye ısrarla
sormuştum.
“Belki henüz fark etmedin Bella ama Edward birazcık aşırı tepki vermeye meyilli biri, değil
mi?”
Jasper sessizce bedenimdeki tüm endişeyi ve gerilimi duygusal atmosferi kontrol ederek
ortadan kaldırdı. Endişelerimden tekrar kurtulduğumu hissettim, ve benim çaresiz
yalvarışlarımı teselli etmelerine izin verdim.
Tabii ki bu sakinlik Edward gelene kadar azaldı ve odadan yürümek için dışarı çıkmak zorunda
kaldım.
Sonuç olarak ortak fikir benim peşimde olan ve öldürmeye niyetli vampiri umursamam
yönündeydi. Hayatıma devem etmeliydim.
Ben de öyle yapmaya çalıştım. Ama şaşırtıcı biçimde halletmeye çalıştığım diğer şeyler de en az
o kadar sıkıntı vericiydi. Ayrıca beni nesli tükenen canlılar sınıfına sokan “durumum” hala
aynıydı...
Çünkü Edward’ın karşılığı her zaman aynı şekilde sinir bozucu oluyordu. “Bu senin ve
Carlisle’nin arasında,” demişti. “ Tabii ki sen ve benim aramdaki o bağı kurmak için ne kadar
istekli olduğumu biliyorsun. Ama benim şartımı da biliyorsun” Ve tatlı tatlı gülümsedi.
Ahh. Bu koşulu çok iyi biliyordum. Edward beni nezaman istersem onun gibi yapabileceğine
dair söz vermişti...tabi önce onunla evlenmem gerekiyordu.
Bazen aklımı okuyamamasının sadece bir numara olup olmadığını merak ediyordum. Yoksa
başka türlü direttiği o koşul benim için nasıl bu kadar sorun olabilirdi? O bir koşul bana engel
oluyordu.
Her şeyiyle kötü bir haftaydı. Ve bugün içlerinden en kötüsüydü.
Edward’ın uzakta olduğu her gün kötüydü. Alice’in öngörülerinde bu hafta kayda değer bir
şey yoktu ve ben de bu yüzden kardeşleriyle ava gitmesi konusunda ısrarcı olmuştum. Kolay
ve yakınlardaki avların onun için ne kadar sıkıcı olduğunu biliyordum.
“Git ve eğlen,” demiştim ona. “Benim için birkaç dağ aslanı yakala.”
Ona gittiği zamanlarda her şeyin benim için ne kadar zor olduğunu asla söylemezdim. Tüm o
terkedilme kabusları yeniden hortluyordu. Eğer bunu öğrenirse perişan olurdu ve çok gerekli
bile olsa beni yalnız bırakmaya korkardı. İtalya’dan ilk döndüğü zamanlarda böyleydi. Altın
rengi gözleri duyduğu susuzluktan dolayı siyaha dönmüştü. Bu yüzden yüzüme cesur bir ifade
yerleştirmiş, Emmett ve Jasper ile gitmesi için onu kapı dışarı etmiştim.
Sanırım o zaman aklımdan geçeni anlayabilmişti. Birazcık. Bu sabah yastığımın üzerinde bana
bıraktığı notu bulmuştum.
Çok yakında döneceğim, beni özlemeye vaktin bile olmayacak. Kalbime iyi bak, seninle
birlikte bıraktım.
Artık bomboş bir Cumartesim vardı ama sabahleyin Newton’s Olympic Outfitter’da sabah
mesaimin meşgul edecekti beni. Ve tabi bir de Alice’den kolayca söz almıştım.
“Avlanma için eve yakın bir yerlerde olacağım. Bana ihtiyacın olursa sadece onbeş dakikalık
bir mesafede olurum. Sorun ihtimaline karşın gözüm üzerinde olacak.”
Bunun anlamı şuydu; sakın gülünç bir şeyler yapmaya kalkma çünkü Edward gitti.
Alice kamyonetimi bozma konusunda en az Edward kadar yetenekliydi.
İşi iyi yanından görmeye çalıştım. İşten sonra Alice ile planladığım gibi duyurularını
yollamasına yardım edecektim ve bu benim için epey kafa dağıtıcı olabilirdi. Hem Edward’ın
olmadığı zamanlarda Charlie’nin havası yerinde oluyordu, bu yüzden onla da vakit
geçirebilirdim. Acaba ona soracak kadar zavallılaşırsam Alice gece benimle kalırmıydı merak
ediyordum. Zaten sonraki gün Edward eve gelirdi. Böyle atlatabilirdim.
Erkenden güne başlamak istemedim, kahvaltımı yavaşça yedim, her defasında bir kaşık gevrek
attım ağzıma. Sonra bulaşıkları yıkadım, buzdolabının üzerindeki mıknatısları düz bir çizgi
halinde yanyana dizdim. Belki de obsesif kompulsif bozukluktan muzdarip olabilirdim.
Son iki mıknatıs benim yaptığım düzene bir türlü uymuyordu. İkisinin kutupları aynıydı bu
yüzden ne zaman diğerleriyle yanyana koymaya çalışsam mutlaka biri yere düşüyordu.
Bir nedenle – belki de delirdiğimden – bu beni fena halde rahatsız ediyordu. Neden doğru
düzgün durmuyorlardı ki? Saçma bir inatla bir anda normale dönmelerini beklermişim gibi
yanyana dizmek için çabalamaya devam ettim. İçlerinden birini çevirdiğimdeyse sanki hile
yapıyormuşum gibi hissetmiştim. Nihayet mıknatıslardan çok kendime sinirlendim ve hepsini
alıp avcumda topladım. Biraz çabalayarak, ki epeyce karşı koymuşlardı, yanyana tutmayı
başardım.
“Nasılmış,” dedim sesli şekilde, evet hareket etmeyen nesnelerle konuşma hayra alamet değildi
– “O kadar da fena değilmiş ha?”
Orada bir süre bir aptal gibi durdum, bilimsel gerçeklerin sürekliliğine inanmadığımı kabul
etmeye hazır değildim. Sonra iç geçirdim ve mıknatısları tekrar buzdolabının üzerine koydum.
“Bu kadar inatçı olmaya gerek yok,” dedim kendi kendime mırıldanarak.
Çok erkendi ama tekrar hareketsiz nesnelerle konuşmaya başlamadan önce dışarı çıkmaya
karar verdim.
Newtonlar’a gittiğimde Mike koridoru monoton şekilde paspaslarken annesi de tezgahı yeni
ürünler için düzenliyordu. Onları bir tartışmanın tam ortasında yakalamıştım öyle ki orada
olduğumun farkına bile varmamışlardı.
“Fakat bu Tyler’ın gideceği zaman,” dedi Mike şikayet ederek. “Mezuniyetten sonra demiştin
sen ama –”
“Beklemek zorundasın,” diye tersledi Bayan Newton. “Sen ve Tyle yapacak başka bir şeyler
düşünseniz iyi olur. Polis orada neler olduğunu bulana kadar Seattle’a gidemezsiniz. Beth
Crowley’in Tyler’a aynı şeyi söylediğini de biliyorum, o yüzden beni sanki her şeyin
suçlusuymuşum gibi de gösterme – Ah günaydın Bella,” dedi aniden benim varlığımı
farkederek, sesi birden canlanmıştı. “Erkencisin.”
Karen Newton spor ekipmanları bölümünde yardim istemeyi düşünebileceğim son insandı.
Mükkemel şekilde parlayan sarı saçları zarif biçim ensesinden toplanmış, ayak tırnakları da
tıpkı ellerindekiler gibi işinin erbabı biri tarafından boyanmıştı. Ayağındaki yüksek ökçeli
çapraz bantlı ayakkabı dikkate alınırsa yürüyüş botları konusunda pek yardım edebilecek birine
benzemiyordu.
“Trafik ışıkları,” diyerek espri yaptım ve parlak turuncu korkunç önlüğümü tezgahın altından
çıkardım. Bayan Newton’ın bu Seattle seyahati için Mike kadar micadeleye hazır oluşu beni
şaşırtmıştı. Mike’ın başaracağını sanmıştım.
“Şey, ee...” Bayan Newton tereddüt etti bir an, önünde bir yığın el ilanı vardı ve onlarla
uğraşıyordu.
Kolumda önlüğümü tutarken durdum. Bu bakışı biliyordum.
Bu yaz onlarla çalışmayacağımı Newtonlara söylemiştim – onları yılın en yoğun oldukları
zamanda terk edecektim – bu yüzden onlar da Katie Marshall’ı benim yerimi almak üzere
eğitmeye başlamışlardı. İkimize de aynı anda maaş verebilecek durumları yoktu, ve bugün
sadece birkaç müşteri olacağa benziyordu...
“Ben arayacaktım” dedi Mrs Newton ve devam etti. “Sanırım bugün çok fazla yapmamı
gereken iş olmayacak. Mike ve ben sanırım idare edebiliriz. Seni erkenden kaldırıp buraya
getirtdiğim için üzgünüm...”
Sıradan bir gün olsaydı bu olaya sevinirdim. Ama bugün...sevinmemiştim.
“Tamam,” dedim, iç geçirdim. Omuzlarım düşmüştü. Peki bugün ne yapacaktım ben?
“Bu adil değil anne,” dedi Mike. “Eğer Bella çalışmak istiyorsa – ”
“Hayır, sorun değil Bayan Newton. Gerçekten Mike. Çalışmam gereken sınavlarım ve yapmam
gereken işler var...” Zatn tartışıyor olduklarından aile içindeki bir başka anlaşmazlığın nedeni
olmak istemiyordum.
“Teşekkürler Bella. Mike dördüncü koridoru unutmuşsun. Şey, Bella, bu ilanları da çıkarken
çöpe atar mısın? Bunları bırakan kıza tezgahın üzerinde koyacağımı söylemiştim ama gerçekten
hiç boş yerim yok.”
“Tabii, sorun değil.” Önlüğümü bıraktım ve ilanları kolumun altına tıktım, sisli yağmura doğru
yürümeye başladım.
Çöp kutusu Newton’ların mağazasının hemen yanında, çalışanlar için ayrılmış olan parkın
yanındaydı. Huysuzca ayaklarımı çakıl taşlı yolda sürüyerek ilerledim. Parlak sarı kağıtları çöpe
doğru fırlatmak üzereydim ki ilanın başlığı gözüme takılmıştı. Özellikle bir kelime bütün ilgimi
ona vermeme neden olmuştu.
Ellerimle sıkı sıkı tuttuğum ilanların üzerindeki resme ve altındaki başlığa bakıyordum.
Boğazımda bir şeyler düğümlendi.
Olympic Kurdunu Kurtarın
Bu kelimelerin altında çam ağaçlarının önünde detaylı bir şekilde çizilmiş bir kurt kafasını
geriye doğru atıp aya doğru ulurken görünüyordu. Bu resim kaygı vericiydi; kurdun hüzünlü
duruşu onun sahipsiz gibi görünmesine neden olmuştu. Sanki acı içerisinde uluyor gibiydi.
Kamyonetime doğru koşarken ilanlar hala kolumun altındaydı.
On beş dakika, sahip olduğum tüm zaman buydu. Ama bu kadarı yeterdi. La Push’a gitmem
onbeş dakika alırdı ve şehre varmadan önce beş dakikada da sınırı geçebilirdim.
Kamyonetim hiç sorun çıkarmadan çalıştı.
Alice beni bunu yaparken görmüş olamazdı çünkü bunu planlamamıştım. Ani bir karar, işte
açık buydu! Elimden geldiğince hızlı hareket ettim, ilerde bu zamana ihtiyacım olacaktı.
Aceleyle ilanları fırlatmıştım ve onlar ön koltukta dağılmış halde duruyorlardı. Sarı arka plan
üzerinde kalın kalın yazılmış başlıklar ve uluyan kurtlar her yerdeydi.
Anayoldan hızla aşağa indim, silecekle ön camları temizlerken antika aracın çıkardığı gürültüyü
görmezden geldim. Elli beş ile giderken arabanın sorun çıkarmaması için yalvarırdım, şimdiyese
ancak dua etmem işe yarayabilirdi.
Hiç şüphe yoktu sınırdaydım ama La Push’un dışındaki ilk evi geçtiğim an kendimi güvende
hissettim. Bu Alice’in takip edebileceği mesafenin ötesinde olmalıydı.
Öğleden sonra Angela’ya gittiğimde onu arayabilirdim, böylece iyi olduğumu bilirdi. Onu
heyecanlandırmanın bir anlamı yoktu. Benim için endişelenmesine gerek yoktu, Edward
dönünce ikisi yerine de fazlasıyla sinirlenecekti zaten.
Soluk kırmızı evin önünde gıcırtıyla durduğumda kamyonetimden feci bir vızıltı geldi. Bir
zamanlar sığındığım bu eve bakarken boğazımda bir şeyler düğümlenmişti. Buraya son
gelişimin üzerinden çok zaman geçmişti.
Ben motoru kapatmadan evvel Jacob kapıda belirmişti bile, yüzündeki boş ifadeden şaşırmış
olduğunu anlamıştım.
Aniden kamyon büyük bir gürültü çıkardı ve sustu, onun güçlükle bağırdığı duydum.
“Bella?”
“N’aber Jake!”
“Bella!” diye tekrar bağırdı, yüzünde sıcacık bir gülümseyiş belirmişti. Koyu kahverengi kızıl
tenine tezat oluşacak şekilde dişleri bembeyaz parlıyordu. “Buna inanamıyorum!”
Hemen kamyonete doğru koştu ve beni açık kapıdan sürüklercesine indirdi sonra da ikimiz
çocuklar gibi neşe içerisinde zıplamaya başladık.
“Buraya nasıl geldin?”
“Gizlice!”
“Harika!”
“Selam Bella!” Billy bu şamatanın nedenini anlamak üzere kapıya çıkmıştı.
“Selam Bil...”
Aniden nefesim kesilir gibi olmuştum, Jacob bana sıkıca sarulmış sonra da beni döndürmüştü.
“Vaay, seni burada görmek çok güzel!”
“Ben nefes...alamıyorum,” güçlükle konuşabilmiştim.
Güldü ve beni aşağıya indirdi.
“Tekrar hoş geldin Bella,” dedi gülümseyerek. Ve söyleme şeklinden eve hoş geldin demek
istediğini anlamıştım.
Evde oturamayacak kadar heyecanlı olduğumuzdan yürümeye başladık. Jacob normal olarak
çok hızlı yürüyordu ve ben ona birkaç defa bacaklarımın onunki kadar uzun olmadığını
hatırlatmak zorunda kalmıştım.
Yürüdükçe Jacob’la beraber olmaktan zevk alan, benliğimin diğer yanının iyice su yüzüne
çıkmaya başladığını hissettim. Daha genç ve daha sorumsuzdum. Sanki zaman zaman sebepsiz
yere aptalca şeyler yapan biri gibiydim.
Coşkumuz konuşmamızın ilk birkaç konusunda sona ermişti; neler yaptığımızdan, nasıl
olduğumuzdan ve beni buraya hangi rüzgarın attığından bahsettim. Ona el ilanından tereddüt
ederek bahsettiğimdeyse kahkahaları ağaçların arasında yankılandı.
Ama sonra yavaş yürüyüşümüz deponun arkasından çalılıklara doğru uzandı sonra da First
Beach’den dönerek bir daire çizmiş olduk. Ayrı düşmemizin arkasındaki sebepleri tartışmak
için henüz çok erkendi ve arkadaşımın yüzüne baktıkça takındığı acı maskesinin çok tanıdık
gelmeye başlamıştı.
“Yani tam olarak nedir bu hikaye?” diye sordu Jacob, yolunun üzerindeki ağaç dalını
haddinden güçlü bir biçimde tekmelemişti. Kumsala doğru fırladı, sonra da kayaların üzerine
çarpıp takırdadı. “Demek istediğim bizim son görüştüğümüz zamandan beri...şey yani
bilirsin....” Konuşmaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldı ve tekrar denedi. “Benim sorduğum şey
her şey onun gittiği zamanki haline mi döndü? Onu yaptıkları için af mı ettin?”
Derin bir soluk aldım. “Affedilecek bir şey yoktu.”
Bu kısmı geçmek istiyordum, ihanetler, suçlamalar... ama bir yere varabilmemiz için öncelikle
bunlardan bahsetmemiz gerektiğinin de farkındaydım.
Jacob sanki limon yemişçesine yüzünü buruşturdu. “Keşke geçen Eylül’de Sam seni
bulduğunda resmini çekmiş olsaydı. Delil olarak kullanılabilirdi.”
“Kimse yargılanmıyor.”
“Belki de yargılanmalı.”
“Sen bile onu gidişi için suçlamıyorsan nedenini biliyor olman lazım.”
Birkaç saniye ters ters baktı. “Pekala,” dedi meydan okurcasına. “Şaşırt beni.”
Bu bitmek bilmeyen kini canımı sıkıyordu, sürekli aynı yarayı kaşıyordu. Bana kıgın olması
canımı yakıyordu. Bu bana uzun zaman önceki o öğleden sonrayı anımsatmıştı; Sam’in ona
emrettiği üzere bana arkadaş olamayacağımızı söylemişti. Aklımı toparlamam birkaç saniye
sürdü
“Edward beni geçen sonbahar terketmesinin nedeni benim vampirlerle olamayacağımı
sanmasıydı. Beni terketmesinin daha doğru olduğuna karar vermişti.”
Jacob bu söylediklerime biraz geç reaksiyon verdi. Bir dakika boyunca söylediklerimi kafasında
tarttı. Fakat söylemek için her ne planladıysa bunu söylemekten vazgeçmişti. Edward’ın bu
kararı almasına neden olan şeyi bilmediği için memnun olmuştum. Eğer Jasper’ın beni
öldürmeye çalıştığını öğrenseydi yapabileceklerini sadece hayal edebiliyordum.
“Geri geldi ama değil mi?” Jacob mırıldanarak söyledi bunu. “Kararına bağlı kalmaması çok
kötü.”
“Eğer hatırlıyorsan ben gidip onu getirmiştim.”
Jacob bir dakika boyunca gözlerini dikip bana baktı ve sonra da gözlerini kaçırdı. Yüzü
gevşemişti ve ses tonu da daha sıcaktı.
“Bu doğru. Asla tüm hikayeyi öğrenemedim. Neler olmuştu?”
İkilemde kalmıştım, dudaklarımı kemiriyordum.
“Bu bir sır mı?” Bu sözleri alay edercesine söylemişti. “Bana söylemene izin yok mu?”
“Hayır,” dedim hemen. “Sadece uzun bir hikaye.”
Jacob küstahça gülümsedi sonra da onu takip edeceğimi umarak sahile doğru yürümeye
başladı.
Jacob böyle davranmaya devam edecekse bu hiç de eğlenceli değildi. Dosdoğru onu izlemeye
başladım, arkamı dönüp gitmelimiydim emin değildim. Eve döndüğümde Alice ile yüzleşmem
gerekecekti...Sanırım acele etmeme hiç gerek yoktu.
Jacob tanıdık devasa bir ağaca doğru yürümeye başladı. Ağaç tüm dalları ve kökleriyle birlikte
bembeyazdı, kumsalın içine, karaya oturmuş. Bu ağaç bir şekilde bizim ağacımızdı.
Jacob ağacın köklerinden birinin üzerine oturdu, sonra da yanındaki yere vurarak benim de
oturmamı belirtti.
“Uzun bir hikaye olmasının mahsuru yok. Aksiyon var mı?”
Yanına otururken gözlerimi devirdim.”Biraz aksiyon var,” diye kabul ettim.
“Aksiyon olmadan gerçek bir korku sayılmazdı.”
“Korku mu?” diyerek küçümsedim söylediklerini. “Söylediklerimi arkadaşlarım hakkında kaba
yorumlar yaparak mı dinleyeceksin?”
Sanki görünmez bir anahtarla ağzını kilitliyormuş gibi yaptıktan sonra omzunun üzerinden
görünmez anahtarı fırlattı.Gülümsememeye çalıştıysam da başarılı olamamıştım.
“Senin de dahil olduğun kısmından başlamak zorundayım” böyle karar vermiştim, anlatmaya
başlamadan önce tüm hikayeyi aklımda sıraladım.
Jacob elini kaldırdı.
“Konuş.”
“Bu iyi,” dedi. “Neden o zamandan başlaman gerektiğini anlamıyorum ama.”
“Evet, neyse, bu biraz karmaşık o yüzden dikkatini ver. Alice’in nasıl gördüğünü biliyor
musun?”
Kaşlarını çattı – kurtlar efsanelerde anlatılan vampirlerin doğa üstü yeteneklere sahip olması
hikayesinin doğru olmasına pek de heyecanlanmıyorlardı – anlatmaya devam ettim ve Edward’ı
İtalya’da nasıl kurtardığımı anlattım.
Olabildiğince özetleyerek anlatmıştım, önemsiz ayrıntıların hepsini atlamıştım. Jacob’ın
tepkisini anlamaya çalışıyordum. Benim ölüm haberimi alan Edward’ın kendini öldürmeye
karar verdiğini gören Alice’i anlattığım andan beri suratında esrarengiz bir ifade oluşmuştu.
Bazen Jacob oldukça düşünceli göründü, dinleyip dinlemediğine pek emin olamadım. Sözümü
sadece bir defa kesti.
“O medyum kan emici bizi göremiyor mu?” diye haykırdı, yüzü hem vahşi görünüyordu hem
de neşeli. “Cidden mi? Bu muhteşem!”
Dişlerimi sıktım ve sessizce oturmaya devam ettim, yüz ifadesinden benim devam etmemi
beklediğini anlayabiliyordum. Bir hata yaptığını farkedene kadar gözlerimi ondan ayırmadan
baktım.
“Ahh!” dedi. “Üzgünüm.” Bir kez daha dudaklarına kilit vurdu.
Volturi kısmına geçtiğimde yüz ifadesi daha anlaşılabilir hale gelmişti. Çenesi kasılmış, tüyleri
diken diken olmuş ve burun delikleri büyümüştü. Detaylandırmamıştım, sadece Edward’ın bu
sorunu çözdüğünü söyledim, ona verdiğimiz sözden ya da beklediğimiz ziyeretten
bahsetmedim. Jacob’ın benim kabuslarıma ihtiyacı yoktu.
“Şimdi tüm hikayeyi biliyorsun,” diye sonuçlandırdım. “Şimdi konuşma sırası sende. Ben
annemleyken sen neler yaptın?” Jacob’ın Edward’dan daha fazla ayrıntı vereceğini biliyordum.
Beni ürkütmekten çekinmiyordu.
Aniden hareket ederek öne doğru eğildi. “Ben, Embry ve Quil Cumartesi gecesi olağan
devriyelerimizden birini yapıyorduk ve sonra aniden – baaam!” Kollarını birdenbire havaya
kaldırmıştı, bir patlamayı ima ediyordu. “Taze bir iz vardı, daha onbeş dakikalıktı. Sam bizden
onu beklememizi istemişti ama gittiğinden haberim yoktu ayrıca senin kan emicilerin sana göz
kulak olmaya devam edip etmediğinden de haberim yoktu. Bu yüzden onu son hızla takip
etmeye başladık fakat biz onu yakalayamadan o sınırı geçti. Sınır boyunca dağaldık, tekrar geri
gelmesini umuyorduk. Sana söyleyeyim gerçekten sinir bozucuydu.” Başını salladı – sürüye
katıldığı günden beri uzattığı saçları gözlerinin önüne geldi. “Güney ucuna kadar gittik.
Cullenlar’da onu takip ediyordu, bizim taraftan sadece onbeş mil kadar uzaktaydılar. Eğer
nerede bekleyeceğimizi bilseydik bu mükemmel bir pusu olabilirdi.”
Yüzünü buruşturarak hayıflandı. “Fakat bu tehlikeli bir hal almıştı. Sam ve diğerleri biz
ulaşamadan sıkıştırmıştı fakat o sınır boyunca bir o yana bir bu yana gidiyordu. Ve seninkiler
de sınırın diğer tarafındaydı. Şu iri olanın adı neydi...”
“Emmett.”
“Evet, o. Ona hamle yaptı ama o kızıl kafa cidden hızlıydı. Onun tam arkasındaydı ve
neredeyse Paul ile çarpışacaklardı. Şey, Paul....onu biliyorsun.”
“Evet.”
“Konsatrasyonunu yitirdi. Aslında onu da suçlayamıyorum, onlar kocaman kan emicilerdi ve
tam önünde duruyorlardı. Hemen saldırdı... hey bana öyle bakmaktan vazgeç. Vampirler bizim
topraklarımızdaydı.”
Devam etmesi için yüzümü toplamaya çalıştım. Her ne kadar sonunu bilsem de anlattıklarından
dolayı öylesine heyecanlanmıştım ki tırnaklarımla elimin içini tırmalıyordum.
“Neyse, Paul ıskaladı ve iri olan kendi taraflarına doğru geçti. Ama sonra neydi o, şey hani şu
sarışın olan...” Jacob’ın yüzünde takdir etmekten uzak tiksinti dolu bir ifade vardı, kastetmeye
çalıştığı kişi Edward’ın kızkardeşiydi.
”Rosalie.”
“Her neyse işte. O bizim alana girdi bu yüzden Sam ve ben de Paul’ün desteğe ihtiyacı
olduğunu hissettik. Sonra onların liderleri ve diğer sarışın adam....”
“Carlisle ve Jasper.”
Bana öfkeli bir şekilde baktı. “Biliyor musun isimleri cidden umrumda değil. Neyse Carlisle
Sam ile konuşarak ortamı yatıştırmaya çalıştılar. Fakat birdenbire herkes sakinleşti. Şu ismini
söylediğin diğeri bize bir şeyler yaptı. Onun yaptığını bildiğimiz halde sakinleşmeyi başardık.”
“Nasıl hissettiğini biliyorum.
“Böyle hissetmek cidden can sıkıcı. Daha sonra öyle sinirlenmenin imkanı yok.” Kafasını
öfkeyle salladı. “Yani Sam ve vampirlerin başı Victoria’nın öncelikleri olması konusunda
anlaştı ve tekrar onun peşine düştüler. Carlisle bize onun kokusunu takip edebilmemiz için
kendi taraflarına geçiş izni verdi. Fakat o kadın Makah bölgesinın kuzeyindeki sarp kayalıklara
doğru gitmeye başladı. Oranın birkaç mil uzağında sahil sınırı başlıyordu. O kadın tekrar
denizin üzerinde uçmaya başlamıştı. Şu büyük olanla ve sakin olan onu takip etmek için
sınırdan geçme izni istediler ama tabii ki hayır dedik.”
“İyi. Yani aptalca davranmışsın ama memnunum.Emmett asla yeterince tedbirli davranmaz.
Yaralanabilirdi.”
Jacob homurdandı. “Yani senin vampirlerin onlara hiçbir sebep yokken saldırdığımızı ve
onların tamamen masum olduklarını mı söyle – ”
“Hayır,” dedim sözünü keserek. “Edward ayrıntı vermeden aynı hikayeyi anlattı.”
“Ya,” dedi nefesini verirken ve eğilip yerde bulunan milyonlarca çakıltaşı arasından birini aldı.
Rahat bir şekilde koydan yüzlerce metre uzağa fırlattı. “Yani sanırım o dönecej. Bizler onu
yakalamaya çalışacağız.”
Ürpermiştim; tabii ki dönecekti. Edward bana bir dahaki sefer söyler miydi? Hiç sanmıyordum.
Gözümü Alice’den ayırmamalıydım, böylece olanların tekrar etmesi durumunda işaretlerden
anlayabilirdim...
Jacob benim verdiğim tepkiyi görmüşe benzemiyordu. Dudak bükmüş, düşünceli şekilde
dalgalara bakıyordu.
“Ne hakkında düşünüyorsun?” Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra sormuştum bunu.
“Bana söylediklerini düşünüyordum. O medyum kız seni uçurumdan atlarken görüşünü ve seni
intahar etti sanıp her şeyin kontrolden çıkışını... Farkında mısın eğer olması gerektiği gibi beni
bekleseydin, o zaman o kan emi – Alice seni atlarken göremeyecekti? Hiçbir şey
değişmeyecekti. Biz muhtemelen şu anda diğer Cumartesi günlerinde yaptığımız gibi garajda
olacaktık. Forks’da başka vampir olmayacaktı, sonra sen ve ben...” sesi giderek azaldı ve
sonunda düşüncelere dalıp iyice duyulmaz oldu.
Onun bu şekilde söylemesi can sıkıcıydı, sanki Forks’da hiç vampir olmamasının iyi bir şey
olduğunu kastetmişti. Kalbim onun aklındaki manzara karşısında acıyla çarptı.
“Edward her koşulda geri dönerdi.”
“Bundan emin misin?” diye sordu, Edward’ın adının geçmesi eski kavgacı halini tekrar su
yüzüne çıkarmıştı.
“Ayrı olmak...ikimizde de çok işe yaramadı.”
Bir şeyler söylemeye çalıştı, yüzündeki ifadeden öfke dolu bir şey olduğu belliydi ama
kendinisi engelledi ve derin bir nefes alıp baştan başladı.
“Sam’in sana kızgın olduğunu biliyor muydun?”
“Bana mı?” şaşırmıştım. “Ah anlıyorum. Buraya gelmediğim için.”
“Hayır. O yüzden değil.”
“Sorun ne o zaman?”
Jacob başka bir taş almak üzere uzandı. Taşı elinde çevirmeye başladı; sesini alçak tuttu ve
gözünü siyah taştan ayırmadan konuştu.
“Sam seni gördüğünde... yani başlangıçta nasıl olduğunu. Billy onlara Charlie’nin iyiye
gitmediğin için ne kadar endilendiğini söylemişti ve sonra sen de uçurumdan atladın...”
Surat asmıştım. Kimsenin bana bunu unutturmaya niyeti yoktu anlaşılan. Gözlerime heyecanla
baktı. “Senin Cullenlar’dan onun kadar nefret etmesi için sebebi olan tek kişi olduğunu
sanıyordu. Sen hayatına...sanki canın yanmamış gibi onları dahil ettiğinde ihanet uğramış gibi
hissetti.”
Sam’in bir an böyle hisseden biri olduğuna inanamadım. Ağzımda acı bir tat oluştu, söyleceğim
iki çift laf her ikisi için de olacaktı.
“Sam’e şunu söyle cehennemin – ”
“Şuna bak,” diyerek sözümü kesti Jacob, inanılmaz bir hızla okyanusa doğru dalışa geçen
kartalı gösteriyordu. Kartal son anda kendini durdurmuş ve sadece pençeleri suyun yüzeyine
bir anlığına olsun temas etti. Sonra da kanat çırparak pençeleri arasındaki büyük balığı alarak
uzaklaştı.
“Her yerde görebilirsin bunu,” dedi Jacob, sesi birdenbire mesafeli bir hal almıştı. “Doğanın
kendi işleyişini; av ve avcıyı, yaşam ve ölümün sonsuz döngüsünü.”
Bu doğa dersinin amacının ne olduğunu anlamamıştım; konuyu değiştirmeye çalıştığını tahmin
ediyordum. Fakat daha sonra bana doğru döndü ve gözlerinde meşum bir mutluluk vardı.
“Lakin, balığı kartalı öpmeye çalışırken göremezsin. Bunu asla göremezsin.” Alay edercesine
gülümsemişti.
Aynı şekilde gülümsedim, dahası ağzımdaki acı tat hala duruyordu. “Belki de balık
uğraşıyordur,” dedim. “Bir balığın ne düşündüğünü bilmek zordur. Hem bilirsin, kartallar güzel
kuşlardır.”
“Böyle mi oldu peki?” sesi birdenbire sert bir şekilde çıkmıştı. “İyi göründüğü için mi?”
“Aptal olma Jacob.”
“O zaman para yüzünden, öyle mi?” diye ısrarla sordu.
“Bu harika,” diye söylendim ve ayağa kalktım. “Beni bu kadar düşündüğün için koltuklarım
kabardı.” Ona sırtımı döndüm ve yürümeye başladım.
“Off, kızma ama.” Arkamdan geliyordu; bileğimden yakaladı ve beni çevirdi. “Ciddiyim!
Anlamaya çalışıyorum sadece ve bir çıkmazdayım.”
Kaşlarını öfkeyle çatmıştı ve siyah gözlerinde gölgeler dolaşıyordu.
“Onu seviyorum. Zengin ya da yakışıklı olduğu için de değil!” Son cümleyi tükürür gibi
söylemiştim. “Zengin ya da yakışıklı olmasaydı da onu severdim. O kadar yakınız ki
birbirimize, o tanıdığım en sevgi dolu, en kendini düşünmeyen, en zeki ve en düzgün insan.
Tabii ki onu seviyorum. Bunu anlamasının nesi bu kadar zor?”
“Bunu anlamak imkansız?”
“Lütfen beni aydınlat Jacob,” sesimde alay vardı. “Bir insanın diğerini sevmesi için gereken
geçerli neden nedir? Görünüşe göre yanlış bir şeyler yapıyorum.”
“Sanırım önce kendi türünden birilerine bakarak işe başlamalısın. Normali budur.”
“Ama bu çok saçma!” diye cevap verdim. “O zaman sanırım Mike Newton’la olmalıyım.”
Jacob geriye doğru gitti ve dudaklarını ısırdı. Sözlerimin onun canını acıttığını görebiliyordum
ama kötü hissedemeyecek kadar kızgındım. Bileğimi bıraktı ve kollarını göğsünde kavuşturdu
ve okyanusa doğru bakmaya başladı.
“Ben bir insanım,” diye mırıldandı, sesi neredeyse duyulamayacak düzeyde çıkmıştı.
“Mike kadar insan değilsin,” diyerek insafsızca devam ettim.
“Bunun en önemli şey olduğunu hala düşünüyor musun?”
“Bu aynı şey değil.” Jacob gözlerini gri dalgalardan ayırmamıştı. “Bunu ben seçmedim.”
Söylediklerine inanamayarak güldüm. “Sence Edward seçti mi? Ne hale geleceğini senden fazla
bilmiyordu.Bunun için bir anlaşma imzalamadı.”
Jacob başını hızlıca öne ve arkaya doğru salladı.
“Sen Jacob kendini beğenmişin tekisin, sen de bir kurt adamsın. Ya buna ne dersin.”
“Bu aynı şey değil,” diye tekrar etti ve bana öfkeli bir şekilde baktı.
“Neden olmadığını anlayamıyorum. Cullenlar’a karşı daha anlayışlı olabilirsin. Onların özünde
ne kadar iyi oldukları hakkında bir fikrin yok Jacob.”
Daha da sinirlenmişti. “Onların var olmaması gerekiyordu. Onların varlığı doğaya ters.”
Ona uzun süre gözümü ayırmadan baktım, uzun bir sürenin sonunda nihayet bunu fark etti.
“Ne?”
“Doğal olmayan diyordun...” diye ipucu verdim.
“Bella,” sesi alçak ve farklıydı. Sanki yaşlı gibiydi. Ses tonu aniden benden yaşlı birininkine
aitmiş gibi değişmişti, sanki konuşan öğretmen ya da bir ebeveyndi. “Ben böyle doğdum. Bu
benliğimin bir parçası, ailemin de ve hepimiz aynı nedenden dolayı böyleyiz. Burada olmamızın
sebebi de bu.”
“Dahası,” bana küçümser gibi bakıyordu, gözlerindeki ifade anlaşılmazdı. “Ben hala bir
insanım.”
Elimi aldı ve sıcak göğsüne bastırdı. Üzerindeki tişörte rağmen kalbinin atışını avcumda
hissedebiliyordum.
“Normal insanlar motorsikleti senin gibi kullanamazlar.”
Belli belirsiz gülümsedi. “Normal insanlar canavarlardan kaçarlar Bella. Ve ben asla normal
olduğumu iddia etmedim. Sadece insan olduğumu söyledim.”
Jacob’a öfkeli kalabilmek gerçekten zordu. Elimi onun göğsünden çekerken gülümsedim.
“Bana oldukça insan gibi göründün,” diye onayladım. “Şu anda.”
“İnsan gibi hissediyorum,” Gözleri artık bana bakmıyordu, çok uzaklardaydı. Alt dudağı
titredi, biraz sarsılmış görünüyordu.
“Ah, Jake,” diye fısıldadım ve eline uzandım.
Bu burada olma nedenimdi. Döndüğümden beri, ne olursa olsun, beklediğim şey buydu. Çünkü
tüm o alaycılığın ve öfkenin altında Jacob aslında acı çekiyordu. Şu anda bu gözlerinden
okunabiliyordu. Ona nasıl yardım edeceğimi bilmiyordum ama denemek zorunda olduğumu
biliyordum. Bunu ona borçluydum, üstelik onun acı çekmesi benim de canımı yakıyordu. Jacob
benim bir parçam olmuştu ve bunu hiçbir şey değiştirememişti.