Titreyen, ateş gibi saçlarla sarılı oval cismi çok fazla yakından incelememek için şok ile açılmış
ve donmuş gözlerimi başka yöne bakmaya zorladım.
Edward yine hareketlenmişti. Çevik, soğukkanlı ve işini bilen bir şekilde, başsız cesedi
parçaladı.
Ona gidemiyordum – ayaklarımın tepki vermesini sağlayamıyordum; altındaki taşla kaynaşmış
gibiydiler. Ama her hareketini dikkatle inceledim, zarar görmüş olduğuna dair bir kanıt
arayarak. Hiçbir şey bulamadığımda kalp atışlarım daha sağlıklı bir tempoya düştü. Her zaman
olduğu kadar kıvrak ve zarifti. Giysilerinde bir yırtık bile göremedim.
Titreşen ve seyiren uzuvları parçalara ayırdıktan sonra kuru çam iğneleriyle örterken, dehşete
düşmüş halde yamaç duvarında dikilen bana bakmadı. Seth’in arkasından ormana doğru
koşarken bile benim şok geçiren bakışlarıma karşılık vermedi.
Hem o hem Seth geri dönene kadar kendime gelmeye zamanım olmadı. Edward’ın elleri Riley
ile doluydu. Seth ağzında geniş bir parça – gövdeyi – taşıyordu. Yüklerini yığına eklediler ve
Edward cebinden gümüş dikdörtgen bir şekil çıkardı. Çakmağın kapağını açtı ve kuru çam
iğnelerini ateşe verdi. Hemen yandı; uzun turuncu ateşten diller yığını baştan sonra hızla yuttu.
“Her parçayı topla,” dedi Edward Seth’e.
Birlikte, vampir ve kurt adam, ara sıra alevlere beyaz taştan küçük kütleler atarak, kamp
alanını temizlediler.
Edward gözlerini işinden ayırmadı.
Ve sonra işleri bitti, kızgın ateşten gökyüzüne doğru boğuk mor renkli bir zincir yükseliyordu.
Olması gerekenden daha yoğun görünen kalın duman yavaşça kıvrılıyordu, yanan bir tütsü gibi
kokuyordu ve koku rahatsız ediciydi. Ağırdı, fazla sertti.
Seth, göğsünün derinlerinden o kıs kıs gülmeye benzeyen sesi bir daha çıkardı.
Edward’ın gergin yüzünde bir gülümseme yayıldı.
Edward kolunu uzattı, elini yumruk yaptı. Seth hançer gibi dişlerini göstererek sırıttı ve
burnunu Edward’ın eline vurdu.
“İyi takım çalışmasıydı,” diye mırıldandı Edward.
Seth kahkaha attı.
Sonra Edward derin bir nefes aldı ve yavaşça benimle yüzleşmek için döndü.
İfadesini anlamamıştım. Gözleri ben sanki başka bir düşmanmışım gibi tedbirliydi – tedbirliden
ziyade, korkmuştu. Ama Victoria ve Riley ile yüzleştiğinde hiçbir korku göstermemişti...
Zihnim, bedenim gibi şaşkın, sersemlemiş ve işe yaramazdı. Hayretle ona bakakaldım.
“Bella, aşkım,” dedi en yumuşak ses tonuyla, avuç içleri ileriyi gösterecek şekilde elini
kaldırmış, abartılı bir yavaşlıkla bana doğru geliyordu. Afallamış halimle, bu bana garip bir
şekilde polislerin silahlı olmadığını göstererek bir şüpheliye yaklaşışını hatırlattı.
“Bella, taşı bırakır mısın, lütfen? Dikkat et. Kendini incitme.”
İlkel silahımı tamamen unutmuştum, ama şimdi eklem yerlerime itiraz çığlıkları attıracak kadar
sıkı kavradığımı fark etmiştim. Yeniden mi kırılmıştı? Carlisle bu sefer kesin alçıya alırdı.
Edward benden birkaç metre uzakta tereddüt etti, elleri hala havada, gözleri hala korku
doluydu.
Parmaklarımı nasıl oynatacağımı hatırlamam birkaç uzun saniyemi aldı. Sonra taş çatırdayarak
yere düştü ama elim aynı şekilde kaldı.
Edward ellerim boşalınca az da olsa rahatladı, ama daha yaklaşmadı.
“Korkmana gerek yok, Bella,” diye mırıldandı Edward. “Güvendesin. Sana zarar
vermeyeceğim.”
Bu gizemli vaat benim kafamı daha da karıştırdı. Ona bir embesil gibi anlamaya çalışarak
bakakaldım.
“Her şey düzelecek, Bella. Şu anda korktuğunu biliyorum, ama hepsi geçti. Kimse seni
incitmeyecek. Sana dokunmayacağım. Seni incitmeyeceğim,” dedi tekrar.
Gözlerimi hızla kırpıştırdım ve sesimi buldum. “Neden öyle söyleyip duruyorsun?”
Ona doğru titrek bir adım attım ve o benden uzaklaştı.
“Sorun ne?” diye fısıldadım. “Ne demek istiyorsun?”
“Sen...” Altın gözleri birden en az benim kadar şaşkın hale geldi. “Sen benden korkmuyor
musun?”
“Senden korkmak mı? Neden?”
Öne doğru yalpalayarak bir adım daha attım ve sonra bir şeye takıldım – muhtemelen kendi
ayağımdı. Edward beni yakaladı ve yüzümü göğsüne gömüp ağlamaya başladım.
“Bella, Bella. Çok üzgümüm. Geçti hepsi, geçti.”
“Ben iyiyim,” diye soludum. “Ben iyiyim. Ben sadece. Kafayı yiyorum. Bana. Bir dakika. Ver.”
Kolları beni daha da sıkı sardı. “Çok üzgünüm,” diye tekrar ve tekrar fısıldadı.
Tekrar nefes alabilene kadar ona tutundum ve sonra onu öpüyordum – göğsünü, omzunu,
boynunu – uzanabildiğim her yerini. Yavaşça, beynim tekrar çalışmaya başladı.
“Sen iyi misin?” diye sordum öpücüklerin arasında. “Seni hiç incitti mi?”
“Ben tamamen iyiyim,” diye söz verdi yüzünü saçlarıma gömerek.
“Seth?”
Edward kıkırdadı. “İyiden de iyi. Keninden oldukça memnun hatta.”
“Diğerleri? Alice, Esme? Kurtlar?”
“Hepsi iyi. Orada da her şey bitti. Söz verdiğim gibi sorunsuz geçti. En kötüsünü biz burada
yaşadık.”
Bunu özümsemek amacıyla, bilgilerin zihnime girmesi ve yerleşmesi için bir dakika bekledim.
Ailem ve arkadaşlarım güvendeydi. Victoria asla peşimden gelemeyecekti. Hepsi bitmişti.
Hepimiz iyi olacaktık.
Ama hala şaşkınken, iyi haberlerin tamamiyle tadını çıkaramadım.
“Söyle bana,” diye ısrar ettim. “Neden senden korkacağımı düşündün?”
“Üzgünüm,” dedi, tekrar özür diliyordu – ama ne için? Hiçbir fikrim yoktu. “Çok üzgünüm.
Onu görmeni istemezdim. Beni öyle görmeni. Biliyorum, seni dehşete düşürmüş olmalıyım.”
Diğer bir dakika boyunca bunu, elleri havada bir şekilde tedirgin yaklaşımı hakkında düşünmek
zorunda kaldım. Sanki eğer çok hızlı hareket etse kaçacakmışım gibi...
“Cidden mi?” diye sordum sonunda. “Sen... ne? Beni korkuttuğunu mu sandın?”
Homurdandım. Homurdanma iyiydi; homurdanma sırasında ses titremez ya da çatlamazdı.
Kulağa etkileyici bir şekilde gelişigüzel geldi.
Elini çenemin altına koydu ve yüzümdeki ifadeyi okuyabilmek için başımı kaldırdı.
“Bella, ben sadece” – tereddüt etti ve sonra sözleri zorla dile getirdi – “Az önce senden on
metreden daha yakınında duran canlı bir yaratığın kafasını uçurup, bedenini parçalara ayırdım.
Bu seni rahatsız etmiyor mu?”
Kaşlarını çattı.
Omuz silktim. Omuz silkmek de iyiydi. Oldukça kayıtsızdı. “Pek sayılmaz. Tek korkum senin
ya da Seth’in zarar görmesiydi. Yardım etmek istedim ama yapabileceğim çok az şey vardı...”
Aniden öfkelenen yüzü beni susturdu.
“Evet,” dedi, hızlı ve kesik kesin konuşarak. “Senin taşla olan küçük gösterin. Bana az kalsın
bir kalp krizi geçirteceğini biliyor muydun? Bunu yapmak öyle kolay bir şey de değildir.”
Öfkeli bakışı cevaplamayı zorlaştırdı.
“Yardım etmek istedim... Seth yaralıydı...”
“Seth yalnızca yaralı numarası yapıyordu, Bella. Bir hileydi. Ve sen sonra...!” kafasını salladı,
cümleyi tamamlayamadı. “Seth ne yapmaya çalıştığını göremedi, o yüzden ben dahil olmak
zorunda kaldım. Seth şimdi galibiyeti tamamen kendi üzerine alamayacağı için oldukça üzgün.”
“Seth... numara mı yapıyordu?”
Edward sert bir şekilde başını salladı.
“Ah.”
İkimiz de şu anda ısrarla bizi yok sayıp alevleri izleyen Seth’e baktık. Kürkündeki her kıldan
kendini beğenmişlik yansıyordu.
“Şey, bunu bilmiyordum,” dedim kendimi savunarak. “Ve etraftaki tek savunmasız kişi olmak
öyle kolay değil. Ben bir vampir olayım da görün o zaman! Bir daha ki sefere kenarda
oturmayacağım.”
Eğlenmiş olmaya karar vermeden önce bir düzine duygu geçti yüzünden. “Bir dahaki sefer?
Yakında bir başka savaş mı bekliyorsun?”
“Bende bu şans varken. Kim bilir?”
Gözlerini devirdi ama uçtuğunu görebiliyordum – rahatlama ikimizi de sersemletmişti. Bitmişti.
Ya da... öyle miydi?
“Bekle. Daha önce bir şey dememiş miydin – ?” İrkildim ve daha önce tam olarak ne
olduğunu hatırladım – Jacob’a ne söyleyecektim? Parçalanmış kalbim, ağrıyarak acılı bir
şekilde attı. İnanması güçtü, neredeyse imkansızdı, ama günün en zor kısmını atlatmamıştım –
ve sonra devam ettim. “Bir pürüz hakkında? Ve Sam için planı garantiye alması gereken Alice
hakkında. Yakın olacağını söylemiştin. Yakın olacak olan neydi?”
Edward’ın gözleri Seth’e çevrildi ve ikisi de birbirlerine anlam yüklü bir bakış attılar.
“Evet?” diye sordum.
“Hiçbir şey yok, gerçekten,” dedi Edward çabucak. “Ama yola çıkmamız lazım yine de...”
Beni sırtına çekmeye başladı ama ben kaskatı kesilip geri çekildim.
“Hiçbir şeyi tanımla.”
Edward yüzümü avuçlarının içine aldı. “Sadece bir dakikamız var, o yüzden panik yapma, olur
mu? Korkman için hiçbir sebep olmadığını söylemiştim. Bana bu konuda güven, lütfen?”
Ani dehşetimi saklamaya çalışarak başımı salladım – yere yığılmadan önce daha ne kadarını
kaldırabilirdim? “Korkmak için hiçbir sebep yok. Anladım.”
Bir saniye dudaklarını bükdü, ne söyleyeceğine karar veriyordu. Ve sonra ansızın Seth’e baktı,
sanki kurt onu çağırmıştı.
“Ne yapıyor?” diye sordu Edward.
Seth inledi; endişeli, huzursuz bir sesti. Ensemdeki tüylerin kalkmasına sebep oldu.
Sonu olmayan bir saniye boyunca etrafa bir ölüm sessizliği hakim oldu.
Sonra Edward’ın nefesi kesildi. “Hayır!” ve bir elini sanki benim göremediğim bir şeyi tutmaya
çalışırcasına uzattı. “Yapma –!”
Bir kasılma Seth’in bedenini salladı ve ıstırap dolu bir feryat ciğerlerini doldurdu.
Tam olarak aynı anda Edward da dizleri üzerine düştü, iki eliyle başının etrafını tuttu, yüzü
acıyla buruştu.
Sersemlemiş ve dehşete düşmüş halde çığlık atıp onun yanında diz çöktüm. Aptalca ellerini
yüzünden çekmeye çalıştım; terden kayganlaşmış avuçlarım, mermerimsi teninde kaydı.
“Edward! Edward!”
Gözleri bana odaklandı; gözle görülebilir bir güçle, sıktığı dişlerini ayırdı.
“Sorun yok. İyi olacağız. Bu –” Sustu ve yine irkildi.
“Ne oluyor?” diye haykırdım Seth acıyla ulurken.
“İyiyiz. İyi olacağız.” Edward soludu. “Sam – yardım et adama –”
Ve o anda, Sam’in adını söylediğinde, Seth ve kendisinden bahsetmediğini anladım. Gözle
görülmeyen hiçbir güç onlara saldırmıyordu. Bu sefer, kriz burada değildi.
Sürüyü çoğul kullanıyordu.
Bütün adrenalinimi tüketmiştim. Bedenimde geriye hiçbir şey kalmamıştı. Dengemi kaybettim
ve Edward beni kayalıklara çarpmadan yakaladı.
“Seth!” diye bağırdı Edward.
Seth çömelmiş haldeydi, hala ıstırapla gergindi, her an ormana doğru fırlayabilirmiş gibi
duruyordu.
“Hayır!” diye emretti Edward. “Sen doğru eve git. Şimdi. Elinden geldiğince hızlı!”
Seth koca başını sağa sola sallayarak sızlandı.
“Seth. Güven bana.”
İri kurt uzun bir süre Edward’ın acı dolu gözlerine baktı ve sonra dikleşip bir hayalet gibi
kaybolarak ağaçlıklara koştu.
Edward beni sıkıca göğsüne bastırdı ve sonra biz de gölgeli ormanın içinde, kurttan farklı bir
yolda olmak üzere son sürat gidiyorduk.
“Edward.” Kelimeleri kasılmış boğazımdan çıkarmak için güç harcadım. “Ne oldu, Edward?
Sam’e ne oldu? Nereye gidiyoruz? Ne oluyor?”
“Açıklığa geri dönmeliyiz,” dedi alçak bir sesle. “Böyle bir şeyin olma olasığının farkındaydık.
Sabahın erken saatlerinde Alice gördü ve Sam aracılığıyla Seth’e aktardı. Volturi artık araya
girme vaktinin geldiğine karar vermiş.”
Volturi.
Çok fazlaydı. Aklım kelimelerden bir mana çıkarmayı reddetti, anlamamış gibi yaptı.
Yanlarından geçtiğimiz ağaçları sallıyorduk. Yokuş aşağı öyle hızlı koşuyordu ki sanki aşağı
doğru kontrolsüz bir şekilde düşüyormuşuz gibi hissediyordum.
“Panik yapma. Bizim için gelmiyorlar. Sadece bu tip pislikleri temizleyen olağan bir koruma
birliği. Mühim bir şey değil, sadece işlerini yapıyorlar. Tabii, geliş zamanlarını oldukça dikkatli
ayarlamış gibi görünüyorlar. Ki bu da beni eğer yenidoğanlar olur da Cullen ailesinin boyutunu
küçültürlerse, İtalya’da kimsenin yasımızı tutmayacağına inandırıyor.” Dişlerinin arasından
gelen kelimeler sert ve soğuktu. “Ne düşündüklerini onlar açıklığa vardıklarında net olarak
anlayacağım.”
“Bu yüzden mi geri dönüyoruz?” diye fısıldadım. Bunu kaldırabilir miydim? Uçuşan siyah
pelerinler isteksiz aklıma girdiler ve onlardan kaçındım. Kırılma nokrasına çok yakındım.
“Sebeplerinden bir tanesi. Çoğunlukla ise bu noktadan sonra birleşik bir cephe ile karşılarına
çıkmamız bizim için daha güvenli olur. Bizi rahatsız etmeleri için hiçbir sebepleri yok ama...
Jane onlarla birlikte. Eğer diğerlerinden uzakta yalnız olduğumuzu düşünürse, bu onu
cezbedebilir. Victoria gibi, Jane de muhtemelen seninle olduğumu tahmin eder. Demetri de
tabii ki onunla. Jane ondan isterse beni bulabilir.”
O ismi düşünmek istemedim. Kafamın içinde o göz kamaştırıcı mükemmellikteki çocuksu yüzü
görmek istemedim. Boğazımdan tuhaf bir ses çıktı.
“Şşş, Bella, şşş. Hepsi düzelecek. Alice bunu görebiliyor.”
Alice görebiliyordu? Ama... o zaman kurtlar neredeydi? Sürü neredeydi?
“Sürü?”
“Erken ayrılmak zorunda kaldılar. Volturi kurt adamlarla ateşkeslere saygı göstermiyor.”
Nefes alışımın hızlandığını duyabiliyor, ancak kontrol edemiyordum. Nefes nefese kalmaya
başladım.
“Sana yemin ediyorum ki iyi olacaklar,” diye söz verdi. “Volturi kokuyu tanımayacak –
kurtların burada olduğunu fark etmeyecek; bu onların tanıdığı bir tür değil. Sürü iyi olacak.”
Açıklamasını algılayamadım. Konsantrasyonum korkularım tarafından darma dağın olmuştu.
İyi olacağız, demişti daha önce... ve ıstırapla inleyen Seth... Edward, Volturi’yle dikkatimi
dağıtarak ilk sorumdan kaçınmıştı...
Kendimi kaybetmeye çok yakındım – sadece parmak uçlarımla tutunuyordum.
Ağaçlar çevremizde akan zümrüt rengindeki sular misali bulanık bir şekilde bizimle
yarışıyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım tekrar. “Daha önce. Seth inlerken? Sen incindiğinde?”
Edward tereddüt etti.
“Edward! Söyle bana!”
“Her şey bitmişti,” diye fısıldadı. Hızının yarattığı rüzgardan sesini zar zor duyuyordum.
“Kurtlar kendi paylarına düşeni saymamışlardı... hepsini alt ettiklerini sanmışlardı. Tabii, Alice
göremedi...”
“Ne oldu?!”
“Yenidoğanlardan biri saklanıyordu... Leah onu buldu – aptalca, ukalaca davranıyordu, bir
şeyleri kanıtlamak istiyordu. Onunla yalnız yüzleşti...”
“Leah,” diye tekrarladım ve aniden hissettiğim rahatlama duygusundan utanamayacak kadar
zayıf düşmüştüm. “İyi olacak mı?”
“Leah yaralanmadı,” diye mırıldandı.
Uzun bir saniye boyunca ona baktım.
Sam – yardım et adama – diye solumuştu Edward. Adama, kıza değil.
“Neredeyse vardık,” dedi Edward ve gökyüzündeki tek bir noktaya baktı.
Otomatik olarak, gözlerim onunkileri takip etti. Ağaçların üstünde alçak bir yerde koyu mor
bir bulut vardı. Bir bulut? Ama anormal derecede güneşliydi hava... Hayır, bulut değil – kalın
duman sütununu tanıdım, tıpkı bizim kamp alanımızdaki gibiydi.
“Edward,” dedim, sesim neredeyse duyulmayacak haldeydi. “Edward, biri yaralandı.”
Seth’in ıstırabını duymuş, Edward’ın yüzündeki azabı görmüştüm.
“Evet,” diye fısıldadı.
“Kim?”diye sordum, her ne kadar, elbette, cevabı zaten bilsem de.
Elbette biliyordum. Elbette.
Gittiğimiz yere yaklaştıkça ağaçlar yavaşlamaya başladı.
Bana cevap vermesi için uzun bir an geçmesi gerekti.
“Jacob,” dedi.
Başımı bir kere sallayabildim.
“Elbette,” diye fısıldadım.
Ve sonra başımın içinde parmak uçlarımla tutunduğum o son bilinç parçasından da kayıp
gittim.
Her şey karardı.
# # #
İlk olarak bana dokunan soğuk ellerin farkına vardım. Bir çift elden fazlasıydı. Beni tutan
kollar, yanağıma uyacak şekilde kıvrılmış bir avuç, alnımı ovan parmaklar ve bileklerime
yavaşça bastıran başka parmaklar.
Sonra sesleri fark ettim. İlk başta sadece uğultuydu ama sonra ses ve anlaşılırlık sanki birisi
radyonun sesini açmışçasına yükseldi.
“Carlisle – beş dakika oldu,” dedi Edward’ın sesi, endişeliydi.
“Hazır olduğunda kendine gelecek, Edward,” dedi Carlisle’ın sesi, her zaman sakin ve emindi.
“Bugün kaldırabileceğinden fazlasıyla uğraştı. Bırak zihni kendisini korusun.”
Ama zihnim korunaklı değildi. Bilinçsizliğimde – karanlığın bir parçası olan acıda – bile beni
terk etmeyen o bilgi içinde hapsolmuştum.
Bedenimden tamamiyle kopmuş gibi hissettim. Beynimin çok küçük bir köşesinde bir kafese
konmuş gibiydim, artık kontrolde olan ben değildim. Ama bu konuda bir şey yapamıyordum.
Düşünemiyordum. Acı bunun için fazla güçlüydü. Ondan kaçış yoktu.
Jacob.
Jacob.
Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır...
“Alice, ne kadar vaktimiz var?” diye sordu Edward, sesi hala gergindi; Carlisle’ın yatıştırıcı
sözlerinin yardımı dokunmamıştı.
Daha uzaktan, Alice’in sesi geldi. Canlı ve neşeliydi. “Bir beş dakika daha. Ve Bella otuz yedi
saniye içinde gözlerini açacak. Eğer bizi şu an duyabiliyorsa şaşırmam.”
“Bella, tatlım.” Esme’nin yumuşak, rahatlatıcı sesiydi bu. “Beni duyabiliyor musun? Artık
güvendesin, canım.”
Evet, ben güvendeydim. Bu gerçekten önemli miydi?
Sonra soğuk dudaklar kulağımdaydı ve Edward, kendi kafamın içinde ben hapseden
işkenceden kaçmamı sağlatan sözleri söylüyordu.
“Yaşayacak, Bella. Ben şu anda konuşurken, Jacob Black iyileşiyor. İyileşecek.”
Acı ve korku hafiflerken, bedenime geri dönmeyi başarım. Göz kapaklarım titredi.
“Ah, Bella,” diye içini çekti rahatlamayla Edward’ın dudakları benimkilere dokundu.
“Edward,” diye fısıldadım.
“Evet, buradayım.”
Göz kapaklarımı açtım ve sıcak altına baktım.
“Jacob iyi mi?” diye sordum.
“Evet,” dedi.
Gözlerinde sadece beni yatıştırmak için öyle söylediğine dair bir işaret aradım, ama tamamen
nettiler.
“Onu kendim inceledim,” dedi sonra Carlisle; yüzünü görmek içn kafamı çevirdim, sadece otuz
santim uzağa. Carlisle’ın ifadesi hem ciddi hem de güven vericiydi. Ondan şüphe etmek
imkansızdı. “Artık hayatı tehlikesi yok. İnanılmaz bir hızla iyileşiyor; yine de yaraları, her ne
kadar iyileşme hızı sabit kalsa da, normale dönmesi için birkaç gün gerektirecek kadar derindi.
Burada işimizi bitirir bitirmez, ona elimden gelen yardımı yapacağım. Sam onu insan formuna
döndürmek için çabalıyor. Bu onu tedavi etmemizi kolaylaştıracaktır.” Carlisle hafifçe
gülümsedi. “Veterinerlik okuluna hiç gitmedim.”
“Ona ne oldu?” diye fısıldadım. “Yaraları ne kadar kötü?”
Carlisle’ın yüzü tekrar ciddileşti. “Başka bir kurt tehlikedeydi – ”
“Leah,” diye soludum.
“Evet. Onu yoldan çekti ama kendini savunmak için zamanı olmadı. Yenidoğanın kolları ona
yetişti. Bedeninin sağ yarısındaki kemiklerin çoğu parçalandı.”
Korkuyla büzüldüm.
“Sam ve Paul oraya zamanında vardılar. Onu La Push’a geri götürdüklerinde çoktan gelişme
göstermeye başlamıştı.”
“Tamamen normale dönecek mi?” diye sordum.
“Evet, Bella. Kalıcı bir hasarı olmayacak.”
Derin bir nefes aldım.
“Üç dakika,” dedi Alice sessizce.
Dik durabilmeye çalışırken çaba harcadım. Edward ne yaptığımı fark etti ve ayağa kalkmama
yardım etti.
Önümdeki sahneye baktım.
Cullen ailesi, ateşin çevresinde dağınık bir yarım daire şeklinde dikiliyorlardı. Alevler gözle
görülmüyorlardı, sadece kalın, mor-siyah duman parlak çimlerin üstünde bir hastalık gibi
yayılıyordu. Yoğun görünen ince dumana en yakın Jasper duruyordu, gölgesi altındaydı o
yüzden teni diğerlerininki gibi güneş altında parlak bir şekilde ışıldamıyordu. Sırtı bana
dönüktü, omuzları gergin, kolları hafifçe açıktı. Gölgesinde bir şey vardı. İhtiyatlı bir
konsantrasyonla bir şeyin önünde çömelmişti.
Ne olduğunu anladığımda hafif bir şoktan fazlasını hissedemeyecek kadar hissizdim.
Açıklıkta sekiz vampir vardı.
Kız alevlerin yanında bir top gibi kıvrılmış, kollarını bacakları etrafına sarmıştı. Çok gençti.
Benden de genç – belki on beş yaşında gibi duruyordu, koyu renk saçlı ve inceydi. Gözleri
bana odaklanmıştı ve irisleri şok edici bir parlak kırmızılıktaydı. Riley’ninkilerden de parlak,
neredeyse ışıldıyordu. Vahşice, kontrol dışı bir şekilde dönüyorlardı.
Edward benim dehşete düşmüş ifademi gördü.
“Teslim oldu,” dedi sessizce. “Bu hiç görmediğim bir şey. Böyle bir şeyi sadece Carlisle
önermeyi düşünürdü. Jasper onaylamıyor.”
Ateşin önündeki sahneden gözlerimi alamıyordum. Jasper dalgın dalgın sol kolunu
ovuşturuyordu.
“Jasper iyi mi?” diye fısıldadım.
“İyi. Zehir batıyor.”
“Isırıldı mı?” diye sordum korkarak.
“Aynı anda her yerde olmaya çalışıyordu. Aslında, Alice’in yapacak bir şeyi olmamasını
sağlamaya çalışıyordu.” Edward kafasını salladı. “Alice’in kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur.”
Alice gerçek aşkına doğru kaşlarını çattı. “Aşırı koruyucu ahmak.”
Genç dişi birden başını bir hayvan gibi arkaya attı ve keskin bir feryat etti.
Jasper hırladı ve kız sindi ama parmaklarını pençe gibi toprağa batırdı ve başını keder içinde
öne arkaya sallamaya başladı. Jacob ona doğru bir adım attı ve daha da çömeldi. Edward
abartılı bir kayıtsızlıkla hareket etti ve bedenlerimizi kendisi, ben ve kızın arasına gelecek
şekilde döndürdü. Kolunun etrafından yenilmiş kızı ve Jasper’ı izlemek için göz attım.
Carlisle anında Jasper’ın yanındaydı. En yeni oğlunun koluna eliyle bastırdı.
“Fikrini değiştirdin mi, genç kişi?” diye sordu Carlisle, her zamanki gibi sakindi. “Seni yok
etmek istemiyoruz ama kendini kontrol edemezsen ederiz.”
“Buna nasıl katlanıyorsunuz?” diye inledi kız tiz, net bir sesle. “Onu istiyorum.” Parlak kırmızı
irisleri Edward’a ve onun arkasından bana odaklandı ve tırnaklarıyla sert toprağı yine kazımaya
başladı.
“Katlanmalısın,” dedi Carlisle ona ciddi bir şekilde. “Kontrolu öğrenmelisin. Bu mümkün ve bu
şu anda seni kurtaracak olan tek şey.”
Kız, toprak bulaşmış ellerini başının etrafına yapıştırdı ve sessizce uludu.
“Ondan uzağa gitmemiz gerekmiyor mu?” diye fısıldadım Edward’ın kolunu çekiştirerek.
Sesimi duyduğunda, kızın dudakları iyice çekildi ve yüzü işkence çeken bir ifadeye büründü.
“Burada kalmalıyız,” diye mırıldandı Edward. “Açıklığın kuzey ucuna doğru geliyorlar şu
anda.”
Gözlerim açıklığı tararken kalbim son hızla atmaya başladı ama kalın duman tabakasının ötesini
göremiyordum.
Bir saniyelik sonuçsuz aramadan sonra bakışlarım tekrar genç dişi vampire döndü. Hala beni
izliyordu, gözleri yarı kızgındı.
Uzun bir süre kızın bakışlarına karşılık verdim. Çenesine gelen küt saçları, kaymak taşı
beyazlığındaki yüzünü çerçeveliyordu. Hatlarının güzel olup olmadığını söylemek güçtü, çünkü
öfke ve susamışlıkla çarpıtılmıştı. Vahşi kızıl gözleri baskındı – bakışları başka yere çevirmek
çok zordu. Birkaç saniyede bir titreyip debelenerek gaddarca bana dik dik baktı.
Hipnotize olmuşçasına ona baktım ve geleceğimin bir aynasına bakıyor olup olmadığımı merak
ettim.
Sonra Carlisle ve Jasper bizlere doğru gerilemeye başladılar. Emmett, Rosalie ve Esme telaşla
Edward’ın Alice ve benim birlikte dikildiği noktaya yaklaştılar. Birleşik bir cephe, Edward’ın
dediği gibi, kalbinde benimle birlikte, en güvenli yerdi.
Dikkatimi vahşi kızdan ayırıp yaklaşan canavarları aramaya başladım.
Hala görecek bir şey yoktu. Edward’a baktım ve onun gözleri öne doğru kilitlenmişti. Bakışını
takip etmeye çalıştım ama sadece duman vardı – yoğun, yağlı duman yerden başlıyor, tembelce
yükseliyor, çimlerde dalgalanıyordu.
Öne doğru kabardı ve ortalarda karardı.
“Hmm.” Sislerin içinde ölü bir ses mırıldandı. Duygusuzluğu hemen fark ettim.
“Hoşgeldin, Jane.” Edward’ın sesi soğuk bir şekilde nazikti.
Karanlık şekiller yaklaştı, sisten çıkıp ete kemiğe büründüler. Öndekinin Jane olduğunu
biliyordum – en karanlık cüppeli, neredeyse siyah ve altmış santimetreden de fazla bir boy
farkıyla en kısa olandı. Külahının gölgesinde Jane’in meleksi yüz hatlarını zar zor ayırt
ediyordum.
Onun arkasında hantalca dikilen dört gri örtülü figür de bir şekilde tanıdıktı. En büyük olanı
tanıdığımdan emindim ve şüphemi doğrulamak için ona dik dik bakarken, Felix başını kaldırdı.
Başlığının arkaya doğru hafifçe düşmesine izin verdi böylece bana göz kırpıp gülümsediğini
görebildim. Edward hala yanımda fazlasıyla hareketsiz ve sıkıca kontrol altındaydı.
Jane’in bakışları yavaşça Cullenlar’ın ışık saçan yüzlerinde dolaştı ve sonra ateşin yanındaki
yenidoğan kıza sokuldu; yenidoğanın başı yine elleri arasındaydı.
“Anlamıyorum.” Jane’in sesi tek düzeydi ama önceki kadar ilgisiz değildi.
“Teslim oldu,” diye açıkladı Edward, Jane’in kafasındaki karışıklığa cevap vererek.
Jane’in kara gözleri yüzüne baktı. “Teslim mi oldu?”
Felix ve diğer gölge bakıştılar.
Edward omuz silkti. “Carlisle ona seçenek sundu.”
“Kuralları bozanlar için seçenek olmaz,” dedi Jane düz bir sesle.
Sonra Carlisle lafa girdi, sesi yumuşaktı. “Bu sizin elinizde. Bize saldırmaktan vazgeçmeye
istekli olduğu sürece, onu yok etme gereği göremiyorum. Hiçbir şey öğretilmedi ona daha.”
“Onun konuyla ilgisi yok,” diye üsteledi Jane.
“Siz nasıl isterseniz.”
Jane Carlisle’a hayretle baktı. Hafifçe başını salladı ve sonra kendini toparladı.
“Aro seni görecek kadar batıya gideceğimizi ummuştu, Carlisle. Saygılarını gönderiyor.”
Carlisle başıyla onayladı. “Eğer benimkileri de ona iletirsen müteşekkir olurum.”
“Elbette.” Jane gülümsedi. Yüzü hareketlendiğinde neredeyse fazla sevimliydi. Dumana doğru
baktı. “Bugün bizim işimizi siz yapmışsınız gibi görünüyor... büyük bir çoğunlukla.” Gözleri
tutsağa kaydı. “Sadece profesyonel bir merakla soruyorum, kaç kişi vardı? Seattle’da oldukça
kapsamlı bir yıkım bıraktılar arkalarında.”
“On sekiz, bununla birlikte.” Carlisle cevap verdi.
Jane’in gözleri genişledi ve tekrar ateşe baktı, boyutunu tekrar ölçüyormuş gibi görünüyordu.
Felix ve diğer gölgeler daha uzun bakış attılar.
“On sekiz?” diye tekrarladı, ilk defa sesi emin değildi.
“Hepsi yepyeniydi,” dedi Carlisle başından savarcasına. “Yeteneksizdiler.”
“Hepsi?” Sesi keskin bir tona büründü. “O zaman yaratıcıları kimdi?”
“Adı Victoria’ydı,” diye cevap verdi Edward, sesinde hiçbir duygu yoktu.
“Victoria’ydı?” diye sordu Jane.
Edward başını ormanın doğusuna doğru yöneltti. Jane’in gözleri yukarı baktı çok uzak bir
mesafedeki bir şeye odaklandı. Dumandan oluşan diğer sütun muydu? Kontrol etmek için
başımı çevirmedim.
Jane doğuya biraz daha baktı ve sonra tekrar yakındaki ateşi inceledi.
“Şu Victoria – buradaki on sekizin dışında mıydı?”
“Evet. Yanında sadece bir tane vardı. Buradaki kadar genç değildi ama bir yaştan fazla büyük
de değildi.”
“Yirmi,” diye soludu Jane. “Yaratıcıyla kim ilgilendi?”
“Ben ilgilendim,” dedi ona Edward.
Jane’in gözleri kısıldı ve sonra ateşin yanındaki kıza döndü.
“Sen, oradaki,” dedi, sakin sesi eskisinden de sertti. “Adın.”
Yenidoğan, dudakları birbirine bastılırmış bir halde nefret dolu bakışla baktı.
Jane meleksi bir gülüşle karşılık verdi.
Kızın cevap niteliğindeki çığlığı sağır ediciydi; bedeni deforme olmuş, doğal olmayan bir
duruşla kamburlaşmuştı. Kulaklarımı kapatma arzusundan kaçarak başka yöne baktım. Midemi
kontrol edebilmeyi umarak dişlerimi sıktım. Çığlık güçlendi. Edward’ın düz ve duygusuz
yüzüne odaklanlanmaya çalıştım ama bu bana Edward’ın Jane’in işkence eden bakışları altında
olduğu zamanı hatırlattı ve daha da hasta hissettim. Onun yerinde Alice’e ve yanındaki
Esme’ye baktım. Yüzleri en az Edward’ın ki kadar boştu.
En sonunda, sessizlik oldu.
“Adın,” dedi Jane yine, ses tonunda bir değişme yoktu.
“Bree,” dedi zorlukla soluyarak.
Jane gülümsedi ve kız yine haykırdı. Istırabının sesi kesilene kadar nefesini tuttum.
“Bilmek istediğin her şeyi söyleyecektir,” dedi Edward sıkılmış dişleri arasından. “Bunu
yapmana gerek yok.”
Jane başını kaldırdı, ölü gözlerinde ani bir keyif vardı. “Ah, biliyorum,” dedi Edward’a ve
tekrar genç vampir, Bree’ye dönmeden ona sırıttı.
“Bree,” dedi Jane, sesi soğuktu yine. “Hikayesi doğru mu? Yirmi kişi miydiniz?”
Yüzünün bir tarafını toprağa bastırmış olan kız nefes nefese kalmış halde uzanıyordu. Çabucak
konuştu. “On dokuz ya da yirmi, belki de daha fazla, bilmiyorum!” Büzüldü, cehaletinin bir
başka işkenceye sebep olacağından korkuyordu. “Sara ve adını bilmediklerim yolda savaşmaya
başladılar...”
“Ve bu Victoria – seni o mu yarattı?”
“Bilmiyorum,” dedi, yine büzüldü. “Riley adını hiç söylemedi. O gece göremedim... çok
karanlıktı ve acıyordu...” Bree titredi. “Bizim onu düşünebiliyor olmamızı istemiyordu.
Düşüncelerimizin güvenli olmadığını söyledi...”
Jane’in gözleri Edward’a kaydı ve sonra tekrar kıza döndü.
Victoria iyi planlamıştı. “Eğer Edward’ı takip etmiş olmasaydı, bu işe bulaştığını bilmenin her
hangi kesin bir yolu olmazdı...
“Bana Riley’den bahset,” dedi Jane. “Sizi neden buraya getirdi?”
“Riley bize buradaki tuhaf sarı gözlüleri yok etmemiz gerektiğini söyledi.” Bree çabucak ve
istekli bir şekilde konuştu. “Kolay olacağını söyledi. Şehrin onların olduğunu ve bizi
yakalamaya geldiklerini söyledi. Onlar bir kere yok oldu mu, bütün kanın bize ait olacağını
söyledi. Bize onun kokusunu verdi.” Bree tek elini kaldırdı ve parmağıyla beni işaret etti.
“Doğru grubun hangisi olacağını anlayacağımızı çünkü kızın onlarla olacağını söyledi. Kızı kim
önce yakalarsa ona sahip olabileceğini söyledi.”
Edward’ın dişlerinin yanımda gıcırdadığını duydum.
“Riley işin kolay kısmı konusunda yanılmış gibi görünüyor,” diye belirtti Jane.
Bree başıyla onayladı, konuşmanın acısız bir yol izlemiş olması sebebiyle rahatlamış
görünüyordu. Dikkatle dikleşti. “Ne olduğunu bilmiyorum. Ayrıldık ama diğerleri hiç gelmedi.
Riley bizi terk etti ve söz verdiği gibi gelip yardım etmedi. Ve ondan sonrası çok karışıktı ve
herkes parçalara ayrılmıştı.” Yine titredi. “Çok korkuyordum. Kaçmak istedim. Oradaki” –
Carlisle’a baktı – “eğer savaşmayı bırakırsam beni incitmeyeceklerini söyledi.”
“Ah, ama bu onun verebileceği bir ödül değil, genç kişi,” diye mırıldandı Jane, sesi tuhaf bir
şekilde kibardı artık. “Bozulmuş kurallar sonuçlarına katlanılmayı gerektirir.”
Bree ona bakakaldı anlamayarak.
Jane Carlisle’a baktı. “Hepsini yakaladığınıza emin misiniz? Bunlardan ayrılmış olan diğer
yarısını da?”
Carlisle’ın yüzü başını sallarken oldukça duygusuzdu. “Biz de ayrıldık.”
Jane yarı gülümsedi. “Etkilenmediğimi söyleyemem.” Arkasındaki büyük gölgeler başlarını
onaylayarak salladı. “Bu büyüklükteki bir saldırıdan kaçabilen bir başka grup daha önce hiç
görmemiştim. Bunun arkasındaki sebebi biliyor musunuz? Burada yaşama şeklinizi düşünürsek,
çok uç bir davranış. Ve bu kız neden anahtar kişi konumunda?” Gözleri kısa bir saniye için
isteksizce bende durdu.
Titredim.
“Victoria’nın Bella’ya garezi vardı,” dedi Edward, sesi kayısızdı.
Jane kahkaha attı – sesi altınsıydı, mutlu bir çocuğun kahkahası gibiydi. “Kız, türümüzde garip
şekilde güçlü tepkiler uyandırıyor gibi görünüyor,” diye gözlemledi, doğrudan bana doğru
gülümseyerek. Yüzü neşeliydi.
Edward dikleşti. Yüzünü tekrar Jane’e çevirdiğini görmek için tam zamanında ona bakmıştım.
“Lütfen şunu yapma,” dedi gergin bir sesle.
Jane yine hafifçe güldü. “Sadece kontrol ettim. Zararı yokmuş, anlaşılan.”
Titredim, sistemimdeki – Jane’le son karşılaşmamızda beni ondan koruyan – aynı kusurun hala
etkili olduğu için minnettarlık duyarak. Edward’ın kolları beni daha sıkı sardı.
“Eh, bize yapacak bir şey kalmamış gibi görünüyor. Tuhaf,” dedi Jane, sesindeki ilgisizlik geri
dönmüştü. “Gereksiz konumuna düşürülmeye pek alıştık değiliz. Savaşı kaçırmamız çok yazık.
İzlemesi oldukça eğlendirici olabilirdi gibi duruyor.”
“Evet,” dedi Edward çabucak, sesi keskindi. “Ve çok da yakınmışsınız. Bir yarım saat erken
gelmemeniz ne kötü. O zaman belki buradaki amacınıza erişebilirdiniz.”
Jane Edward’ın bakışlarına değişmeyen ifadeyle karşılık verdi. “Evet. İşlerin bu duruma
gelmesi ne kadar yazık, öyle değil mi?”
Edward kendi kendine bir kere başını salladı, şüpheleri doğrulanmıştı.
Jane, yenidoğan Bree’ye bakmak için tekrar döndü, yüzü tamamen sıkılmıştı. “Felix?” dedi ağır
ağır.
“Bekle,” diye araya girdi Edward.
Jane tek kaşını kaldırdı, ama Edward aceleyle konuşurken Carlisle’a bakıyordu. “Genç kişiye
kuralları anlatabiliriz. Öğrenmeye isteksiz gibi görünmüyor. Ne yaptığını bilmiyordu.”
“Tabii ki,” diye cevap verdi Carlisle. “Bree için tam sorumluluk almaya kesinlikle hazır
olabiliriz.”
Jane’in ifadesi inanamamazlık ve eğlenme arasında gidip geldi.
“İstisna yapmayız,” dedi. “Ve ikinci şans vermeyiz. Namımız için kötü. Aa, bu arada... “
Birdenbire, bakışları tekrar bana çevrildi ve meleksi yüzüne gamzeler yerleşti. “Caius, senin
hala bir insan olduğunu duymakla fazlasıyla ilgilenecektir, Bella. Belki ziyaret etmeye karar
verir.”
“Tarih ayarlandı,” dedi Alice ilk kez konuşarak. “Belki biz birkaç ay içinde sizi ziyaret ederiz.”
Jane’in gülüşü soldu ve Alice’e hiç bakmayarak kayıtsızca omuz silkti. Carlisle’a bakmak için
döndü. “Seninle tanışmak güzeldi, Carlisle – Aro’nun abarttığını sanıyordum. Eh, bir daha
görüşünceye dek...”
Carlisle başını salladı ve ifadesi kederlendi.
“Onun icabına bak, Felix,” dedi Jane Bree’ye doğru başını sallayarak, sesinden sıkıntı akıyordu.
“Eve gitmek istiyorum.”
“Bakma,” diye fısıldadı Edward kulağıma.
Talimatını yerine getirmek için fazlasıyla hevesliydim. Bir gün için – bir ömür için – gereğinden
fazlasını görmüştüm. Gözlerimi sıkıca kapadım ve yüzümü Edward’ın göğsüne çevirdim.
Ama hala duyabiliyordum.
Derin, gürleyen bir inleme ve ardından korkunç derecede tanıdık gelen tiz sesli bir çığlık oldu.
Ses çabucak kesildi ve sonra sadece mide bulandırıcı çatırtı ve koparma sesleri gelmeye
başladı.
Edward’ın eli endişeli halde omuzlarımı okşadı.
“Gel,” dedi Jane ve uzun gri cüppelerin sırtlarını kıvrılan dumana doğru gittiğini görmek için
tam zamanında başımı kaldırdım. Yine güçlü bir tütsü kokusu vardı – tazeydi.
Gri cüppeler kalın sisin içinde kayboldu.
ve donmuş gözlerimi başka yöne bakmaya zorladım.
Edward yine hareketlenmişti. Çevik, soğukkanlı ve işini bilen bir şekilde, başsız cesedi
parçaladı.
Ona gidemiyordum – ayaklarımın tepki vermesini sağlayamıyordum; altındaki taşla kaynaşmış
gibiydiler. Ama her hareketini dikkatle inceledim, zarar görmüş olduğuna dair bir kanıt
arayarak. Hiçbir şey bulamadığımda kalp atışlarım daha sağlıklı bir tempoya düştü. Her zaman
olduğu kadar kıvrak ve zarifti. Giysilerinde bir yırtık bile göremedim.
Titreşen ve seyiren uzuvları parçalara ayırdıktan sonra kuru çam iğneleriyle örterken, dehşete
düşmüş halde yamaç duvarında dikilen bana bakmadı. Seth’in arkasından ormana doğru
koşarken bile benim şok geçiren bakışlarıma karşılık vermedi.
Hem o hem Seth geri dönene kadar kendime gelmeye zamanım olmadı. Edward’ın elleri Riley
ile doluydu. Seth ağzında geniş bir parça – gövdeyi – taşıyordu. Yüklerini yığına eklediler ve
Edward cebinden gümüş dikdörtgen bir şekil çıkardı. Çakmağın kapağını açtı ve kuru çam
iğnelerini ateşe verdi. Hemen yandı; uzun turuncu ateşten diller yığını baştan sonra hızla yuttu.
“Her parçayı topla,” dedi Edward Seth’e.
Birlikte, vampir ve kurt adam, ara sıra alevlere beyaz taştan küçük kütleler atarak, kamp
alanını temizlediler.
Edward gözlerini işinden ayırmadı.
Ve sonra işleri bitti, kızgın ateşten gökyüzüne doğru boğuk mor renkli bir zincir yükseliyordu.
Olması gerekenden daha yoğun görünen kalın duman yavaşça kıvrılıyordu, yanan bir tütsü gibi
kokuyordu ve koku rahatsız ediciydi. Ağırdı, fazla sertti.
Seth, göğsünün derinlerinden o kıs kıs gülmeye benzeyen sesi bir daha çıkardı.
Edward’ın gergin yüzünde bir gülümseme yayıldı.
Edward kolunu uzattı, elini yumruk yaptı. Seth hançer gibi dişlerini göstererek sırıttı ve
burnunu Edward’ın eline vurdu.
“İyi takım çalışmasıydı,” diye mırıldandı Edward.
Seth kahkaha attı.
Sonra Edward derin bir nefes aldı ve yavaşça benimle yüzleşmek için döndü.
İfadesini anlamamıştım. Gözleri ben sanki başka bir düşmanmışım gibi tedbirliydi – tedbirliden
ziyade, korkmuştu. Ama Victoria ve Riley ile yüzleştiğinde hiçbir korku göstermemişti...
Zihnim, bedenim gibi şaşkın, sersemlemiş ve işe yaramazdı. Hayretle ona bakakaldım.
“Bella, aşkım,” dedi en yumuşak ses tonuyla, avuç içleri ileriyi gösterecek şekilde elini
kaldırmış, abartılı bir yavaşlıkla bana doğru geliyordu. Afallamış halimle, bu bana garip bir
şekilde polislerin silahlı olmadığını göstererek bir şüpheliye yaklaşışını hatırlattı.
“Bella, taşı bırakır mısın, lütfen? Dikkat et. Kendini incitme.”
İlkel silahımı tamamen unutmuştum, ama şimdi eklem yerlerime itiraz çığlıkları attıracak kadar
sıkı kavradığımı fark etmiştim. Yeniden mi kırılmıştı? Carlisle bu sefer kesin alçıya alırdı.
Edward benden birkaç metre uzakta tereddüt etti, elleri hala havada, gözleri hala korku
doluydu.
Parmaklarımı nasıl oynatacağımı hatırlamam birkaç uzun saniyemi aldı. Sonra taş çatırdayarak
yere düştü ama elim aynı şekilde kaldı.
Edward ellerim boşalınca az da olsa rahatladı, ama daha yaklaşmadı.
“Korkmana gerek yok, Bella,” diye mırıldandı Edward. “Güvendesin. Sana zarar
vermeyeceğim.”
Bu gizemli vaat benim kafamı daha da karıştırdı. Ona bir embesil gibi anlamaya çalışarak
bakakaldım.
“Her şey düzelecek, Bella. Şu anda korktuğunu biliyorum, ama hepsi geçti. Kimse seni
incitmeyecek. Sana dokunmayacağım. Seni incitmeyeceğim,” dedi tekrar.
Gözlerimi hızla kırpıştırdım ve sesimi buldum. “Neden öyle söyleyip duruyorsun?”
Ona doğru titrek bir adım attım ve o benden uzaklaştı.
“Sorun ne?” diye fısıldadım. “Ne demek istiyorsun?”
“Sen...” Altın gözleri birden en az benim kadar şaşkın hale geldi. “Sen benden korkmuyor
musun?”
“Senden korkmak mı? Neden?”
Öne doğru yalpalayarak bir adım daha attım ve sonra bir şeye takıldım – muhtemelen kendi
ayağımdı. Edward beni yakaladı ve yüzümü göğsüne gömüp ağlamaya başladım.
“Bella, Bella. Çok üzgümüm. Geçti hepsi, geçti.”
“Ben iyiyim,” diye soludum. “Ben iyiyim. Ben sadece. Kafayı yiyorum. Bana. Bir dakika. Ver.”
Kolları beni daha da sıkı sardı. “Çok üzgünüm,” diye tekrar ve tekrar fısıldadı.
Tekrar nefes alabilene kadar ona tutundum ve sonra onu öpüyordum – göğsünü, omzunu,
boynunu – uzanabildiğim her yerini. Yavaşça, beynim tekrar çalışmaya başladı.
“Sen iyi misin?” diye sordum öpücüklerin arasında. “Seni hiç incitti mi?”
“Ben tamamen iyiyim,” diye söz verdi yüzünü saçlarıma gömerek.
“Seth?”
Edward kıkırdadı. “İyiden de iyi. Keninden oldukça memnun hatta.”
“Diğerleri? Alice, Esme? Kurtlar?”
“Hepsi iyi. Orada da her şey bitti. Söz verdiğim gibi sorunsuz geçti. En kötüsünü biz burada
yaşadık.”
Bunu özümsemek amacıyla, bilgilerin zihnime girmesi ve yerleşmesi için bir dakika bekledim.
Ailem ve arkadaşlarım güvendeydi. Victoria asla peşimden gelemeyecekti. Hepsi bitmişti.
Hepimiz iyi olacaktık.
Ama hala şaşkınken, iyi haberlerin tamamiyle tadını çıkaramadım.
“Söyle bana,” diye ısrar ettim. “Neden senden korkacağımı düşündün?”
“Üzgünüm,” dedi, tekrar özür diliyordu – ama ne için? Hiçbir fikrim yoktu. “Çok üzgünüm.
Onu görmeni istemezdim. Beni öyle görmeni. Biliyorum, seni dehşete düşürmüş olmalıyım.”
Diğer bir dakika boyunca bunu, elleri havada bir şekilde tedirgin yaklaşımı hakkında düşünmek
zorunda kaldım. Sanki eğer çok hızlı hareket etse kaçacakmışım gibi...
“Cidden mi?” diye sordum sonunda. “Sen... ne? Beni korkuttuğunu mu sandın?”
Homurdandım. Homurdanma iyiydi; homurdanma sırasında ses titremez ya da çatlamazdı.
Kulağa etkileyici bir şekilde gelişigüzel geldi.
Elini çenemin altına koydu ve yüzümdeki ifadeyi okuyabilmek için başımı kaldırdı.
“Bella, ben sadece” – tereddüt etti ve sonra sözleri zorla dile getirdi – “Az önce senden on
metreden daha yakınında duran canlı bir yaratığın kafasını uçurup, bedenini parçalara ayırdım.
Bu seni rahatsız etmiyor mu?”
Kaşlarını çattı.
Omuz silktim. Omuz silkmek de iyiydi. Oldukça kayıtsızdı. “Pek sayılmaz. Tek korkum senin
ya da Seth’in zarar görmesiydi. Yardım etmek istedim ama yapabileceğim çok az şey vardı...”
Aniden öfkelenen yüzü beni susturdu.
“Evet,” dedi, hızlı ve kesik kesin konuşarak. “Senin taşla olan küçük gösterin. Bana az kalsın
bir kalp krizi geçirteceğini biliyor muydun? Bunu yapmak öyle kolay bir şey de değildir.”
Öfkeli bakışı cevaplamayı zorlaştırdı.
“Yardım etmek istedim... Seth yaralıydı...”
“Seth yalnızca yaralı numarası yapıyordu, Bella. Bir hileydi. Ve sen sonra...!” kafasını salladı,
cümleyi tamamlayamadı. “Seth ne yapmaya çalıştığını göremedi, o yüzden ben dahil olmak
zorunda kaldım. Seth şimdi galibiyeti tamamen kendi üzerine alamayacağı için oldukça üzgün.”
“Seth... numara mı yapıyordu?”
Edward sert bir şekilde başını salladı.
“Ah.”
İkimiz de şu anda ısrarla bizi yok sayıp alevleri izleyen Seth’e baktık. Kürkündeki her kıldan
kendini beğenmişlik yansıyordu.
“Şey, bunu bilmiyordum,” dedim kendimi savunarak. “Ve etraftaki tek savunmasız kişi olmak
öyle kolay değil. Ben bir vampir olayım da görün o zaman! Bir daha ki sefere kenarda
oturmayacağım.”
Eğlenmiş olmaya karar vermeden önce bir düzine duygu geçti yüzünden. “Bir dahaki sefer?
Yakında bir başka savaş mı bekliyorsun?”
“Bende bu şans varken. Kim bilir?”
Gözlerini devirdi ama uçtuğunu görebiliyordum – rahatlama ikimizi de sersemletmişti. Bitmişti.
Ya da... öyle miydi?
“Bekle. Daha önce bir şey dememiş miydin – ?” İrkildim ve daha önce tam olarak ne
olduğunu hatırladım – Jacob’a ne söyleyecektim? Parçalanmış kalbim, ağrıyarak acılı bir
şekilde attı. İnanması güçtü, neredeyse imkansızdı, ama günün en zor kısmını atlatmamıştım –
ve sonra devam ettim. “Bir pürüz hakkında? Ve Sam için planı garantiye alması gereken Alice
hakkında. Yakın olacağını söylemiştin. Yakın olacak olan neydi?”
Edward’ın gözleri Seth’e çevrildi ve ikisi de birbirlerine anlam yüklü bir bakış attılar.
“Evet?” diye sordum.
“Hiçbir şey yok, gerçekten,” dedi Edward çabucak. “Ama yola çıkmamız lazım yine de...”
Beni sırtına çekmeye başladı ama ben kaskatı kesilip geri çekildim.
“Hiçbir şeyi tanımla.”
Edward yüzümü avuçlarının içine aldı. “Sadece bir dakikamız var, o yüzden panik yapma, olur
mu? Korkman için hiçbir sebep olmadığını söylemiştim. Bana bu konuda güven, lütfen?”
Ani dehşetimi saklamaya çalışarak başımı salladım – yere yığılmadan önce daha ne kadarını
kaldırabilirdim? “Korkmak için hiçbir sebep yok. Anladım.”
Bir saniye dudaklarını bükdü, ne söyleyeceğine karar veriyordu. Ve sonra ansızın Seth’e baktı,
sanki kurt onu çağırmıştı.
“Ne yapıyor?” diye sordu Edward.
Seth inledi; endişeli, huzursuz bir sesti. Ensemdeki tüylerin kalkmasına sebep oldu.
Sonu olmayan bir saniye boyunca etrafa bir ölüm sessizliği hakim oldu.
Sonra Edward’ın nefesi kesildi. “Hayır!” ve bir elini sanki benim göremediğim bir şeyi tutmaya
çalışırcasına uzattı. “Yapma –!”
Bir kasılma Seth’in bedenini salladı ve ıstırap dolu bir feryat ciğerlerini doldurdu.
Tam olarak aynı anda Edward da dizleri üzerine düştü, iki eliyle başının etrafını tuttu, yüzü
acıyla buruştu.
Sersemlemiş ve dehşete düşmüş halde çığlık atıp onun yanında diz çöktüm. Aptalca ellerini
yüzünden çekmeye çalıştım; terden kayganlaşmış avuçlarım, mermerimsi teninde kaydı.
“Edward! Edward!”
Gözleri bana odaklandı; gözle görülebilir bir güçle, sıktığı dişlerini ayırdı.
“Sorun yok. İyi olacağız. Bu –” Sustu ve yine irkildi.
“Ne oluyor?” diye haykırdım Seth acıyla ulurken.
“İyiyiz. İyi olacağız.” Edward soludu. “Sam – yardım et adama –”
Ve o anda, Sam’in adını söylediğinde, Seth ve kendisinden bahsetmediğini anladım. Gözle
görülmeyen hiçbir güç onlara saldırmıyordu. Bu sefer, kriz burada değildi.
Sürüyü çoğul kullanıyordu.
Bütün adrenalinimi tüketmiştim. Bedenimde geriye hiçbir şey kalmamıştı. Dengemi kaybettim
ve Edward beni kayalıklara çarpmadan yakaladı.
“Seth!” diye bağırdı Edward.
Seth çömelmiş haldeydi, hala ıstırapla gergindi, her an ormana doğru fırlayabilirmiş gibi
duruyordu.
“Hayır!” diye emretti Edward. “Sen doğru eve git. Şimdi. Elinden geldiğince hızlı!”
Seth koca başını sağa sola sallayarak sızlandı.
“Seth. Güven bana.”
İri kurt uzun bir süre Edward’ın acı dolu gözlerine baktı ve sonra dikleşip bir hayalet gibi
kaybolarak ağaçlıklara koştu.
Edward beni sıkıca göğsüne bastırdı ve sonra biz de gölgeli ormanın içinde, kurttan farklı bir
yolda olmak üzere son sürat gidiyorduk.
“Edward.” Kelimeleri kasılmış boğazımdan çıkarmak için güç harcadım. “Ne oldu, Edward?
Sam’e ne oldu? Nereye gidiyoruz? Ne oluyor?”
“Açıklığa geri dönmeliyiz,” dedi alçak bir sesle. “Böyle bir şeyin olma olasığının farkındaydık.
Sabahın erken saatlerinde Alice gördü ve Sam aracılığıyla Seth’e aktardı. Volturi artık araya
girme vaktinin geldiğine karar vermiş.”
Volturi.
Çok fazlaydı. Aklım kelimelerden bir mana çıkarmayı reddetti, anlamamış gibi yaptı.
Yanlarından geçtiğimiz ağaçları sallıyorduk. Yokuş aşağı öyle hızlı koşuyordu ki sanki aşağı
doğru kontrolsüz bir şekilde düşüyormuşuz gibi hissediyordum.
“Panik yapma. Bizim için gelmiyorlar. Sadece bu tip pislikleri temizleyen olağan bir koruma
birliği. Mühim bir şey değil, sadece işlerini yapıyorlar. Tabii, geliş zamanlarını oldukça dikkatli
ayarlamış gibi görünüyorlar. Ki bu da beni eğer yenidoğanlar olur da Cullen ailesinin boyutunu
küçültürlerse, İtalya’da kimsenin yasımızı tutmayacağına inandırıyor.” Dişlerinin arasından
gelen kelimeler sert ve soğuktu. “Ne düşündüklerini onlar açıklığa vardıklarında net olarak
anlayacağım.”
“Bu yüzden mi geri dönüyoruz?” diye fısıldadım. Bunu kaldırabilir miydim? Uçuşan siyah
pelerinler isteksiz aklıma girdiler ve onlardan kaçındım. Kırılma nokrasına çok yakındım.
“Sebeplerinden bir tanesi. Çoğunlukla ise bu noktadan sonra birleşik bir cephe ile karşılarına
çıkmamız bizim için daha güvenli olur. Bizi rahatsız etmeleri için hiçbir sebepleri yok ama...
Jane onlarla birlikte. Eğer diğerlerinden uzakta yalnız olduğumuzu düşünürse, bu onu
cezbedebilir. Victoria gibi, Jane de muhtemelen seninle olduğumu tahmin eder. Demetri de
tabii ki onunla. Jane ondan isterse beni bulabilir.”
O ismi düşünmek istemedim. Kafamın içinde o göz kamaştırıcı mükemmellikteki çocuksu yüzü
görmek istemedim. Boğazımdan tuhaf bir ses çıktı.
“Şşş, Bella, şşş. Hepsi düzelecek. Alice bunu görebiliyor.”
Alice görebiliyordu? Ama... o zaman kurtlar neredeydi? Sürü neredeydi?
“Sürü?”
“Erken ayrılmak zorunda kaldılar. Volturi kurt adamlarla ateşkeslere saygı göstermiyor.”
Nefes alışımın hızlandığını duyabiliyor, ancak kontrol edemiyordum. Nefes nefese kalmaya
başladım.
“Sana yemin ediyorum ki iyi olacaklar,” diye söz verdi. “Volturi kokuyu tanımayacak –
kurtların burada olduğunu fark etmeyecek; bu onların tanıdığı bir tür değil. Sürü iyi olacak.”
Açıklamasını algılayamadım. Konsantrasyonum korkularım tarafından darma dağın olmuştu.
İyi olacağız, demişti daha önce... ve ıstırapla inleyen Seth... Edward, Volturi’yle dikkatimi
dağıtarak ilk sorumdan kaçınmıştı...
Kendimi kaybetmeye çok yakındım – sadece parmak uçlarımla tutunuyordum.
Ağaçlar çevremizde akan zümrüt rengindeki sular misali bulanık bir şekilde bizimle
yarışıyordu.
“Ne oldu?” diye fısıldadım tekrar. “Daha önce. Seth inlerken? Sen incindiğinde?”
Edward tereddüt etti.
“Edward! Söyle bana!”
“Her şey bitmişti,” diye fısıldadı. Hızının yarattığı rüzgardan sesini zar zor duyuyordum.
“Kurtlar kendi paylarına düşeni saymamışlardı... hepsini alt ettiklerini sanmışlardı. Tabii, Alice
göremedi...”
“Ne oldu?!”
“Yenidoğanlardan biri saklanıyordu... Leah onu buldu – aptalca, ukalaca davranıyordu, bir
şeyleri kanıtlamak istiyordu. Onunla yalnız yüzleşti...”
“Leah,” diye tekrarladım ve aniden hissettiğim rahatlama duygusundan utanamayacak kadar
zayıf düşmüştüm. “İyi olacak mı?”
“Leah yaralanmadı,” diye mırıldandı.
Uzun bir saniye boyunca ona baktım.
Sam – yardım et adama – diye solumuştu Edward. Adama, kıza değil.
“Neredeyse vardık,” dedi Edward ve gökyüzündeki tek bir noktaya baktı.
Otomatik olarak, gözlerim onunkileri takip etti. Ağaçların üstünde alçak bir yerde koyu mor
bir bulut vardı. Bir bulut? Ama anormal derecede güneşliydi hava... Hayır, bulut değil – kalın
duman sütununu tanıdım, tıpkı bizim kamp alanımızdaki gibiydi.
“Edward,” dedim, sesim neredeyse duyulmayacak haldeydi. “Edward, biri yaralandı.”
Seth’in ıstırabını duymuş, Edward’ın yüzündeki azabı görmüştüm.
“Evet,” diye fısıldadı.
“Kim?”diye sordum, her ne kadar, elbette, cevabı zaten bilsem de.
Elbette biliyordum. Elbette.
Gittiğimiz yere yaklaştıkça ağaçlar yavaşlamaya başladı.
Bana cevap vermesi için uzun bir an geçmesi gerekti.
“Jacob,” dedi.
Başımı bir kere sallayabildim.
“Elbette,” diye fısıldadım.
Ve sonra başımın içinde parmak uçlarımla tutunduğum o son bilinç parçasından da kayıp
gittim.
Her şey karardı.
# # #
İlk olarak bana dokunan soğuk ellerin farkına vardım. Bir çift elden fazlasıydı. Beni tutan
kollar, yanağıma uyacak şekilde kıvrılmış bir avuç, alnımı ovan parmaklar ve bileklerime
yavaşça bastıran başka parmaklar.
Sonra sesleri fark ettim. İlk başta sadece uğultuydu ama sonra ses ve anlaşılırlık sanki birisi
radyonun sesini açmışçasına yükseldi.
“Carlisle – beş dakika oldu,” dedi Edward’ın sesi, endişeliydi.
“Hazır olduğunda kendine gelecek, Edward,” dedi Carlisle’ın sesi, her zaman sakin ve emindi.
“Bugün kaldırabileceğinden fazlasıyla uğraştı. Bırak zihni kendisini korusun.”
Ama zihnim korunaklı değildi. Bilinçsizliğimde – karanlığın bir parçası olan acıda – bile beni
terk etmeyen o bilgi içinde hapsolmuştum.
Bedenimden tamamiyle kopmuş gibi hissettim. Beynimin çok küçük bir köşesinde bir kafese
konmuş gibiydim, artık kontrolde olan ben değildim. Ama bu konuda bir şey yapamıyordum.
Düşünemiyordum. Acı bunun için fazla güçlüydü. Ondan kaçış yoktu.
Jacob.
Jacob.
Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır...
“Alice, ne kadar vaktimiz var?” diye sordu Edward, sesi hala gergindi; Carlisle’ın yatıştırıcı
sözlerinin yardımı dokunmamıştı.
Daha uzaktan, Alice’in sesi geldi. Canlı ve neşeliydi. “Bir beş dakika daha. Ve Bella otuz yedi
saniye içinde gözlerini açacak. Eğer bizi şu an duyabiliyorsa şaşırmam.”
“Bella, tatlım.” Esme’nin yumuşak, rahatlatıcı sesiydi bu. “Beni duyabiliyor musun? Artık
güvendesin, canım.”
Evet, ben güvendeydim. Bu gerçekten önemli miydi?
Sonra soğuk dudaklar kulağımdaydı ve Edward, kendi kafamın içinde ben hapseden
işkenceden kaçmamı sağlatan sözleri söylüyordu.
“Yaşayacak, Bella. Ben şu anda konuşurken, Jacob Black iyileşiyor. İyileşecek.”
Acı ve korku hafiflerken, bedenime geri dönmeyi başarım. Göz kapaklarım titredi.
“Ah, Bella,” diye içini çekti rahatlamayla Edward’ın dudakları benimkilere dokundu.
“Edward,” diye fısıldadım.
“Evet, buradayım.”
Göz kapaklarımı açtım ve sıcak altına baktım.
“Jacob iyi mi?” diye sordum.
“Evet,” dedi.
Gözlerinde sadece beni yatıştırmak için öyle söylediğine dair bir işaret aradım, ama tamamen
nettiler.
“Onu kendim inceledim,” dedi sonra Carlisle; yüzünü görmek içn kafamı çevirdim, sadece otuz
santim uzağa. Carlisle’ın ifadesi hem ciddi hem de güven vericiydi. Ondan şüphe etmek
imkansızdı. “Artık hayatı tehlikesi yok. İnanılmaz bir hızla iyileşiyor; yine de yaraları, her ne
kadar iyileşme hızı sabit kalsa da, normale dönmesi için birkaç gün gerektirecek kadar derindi.
Burada işimizi bitirir bitirmez, ona elimden gelen yardımı yapacağım. Sam onu insan formuna
döndürmek için çabalıyor. Bu onu tedavi etmemizi kolaylaştıracaktır.” Carlisle hafifçe
gülümsedi. “Veterinerlik okuluna hiç gitmedim.”
“Ona ne oldu?” diye fısıldadım. “Yaraları ne kadar kötü?”
Carlisle’ın yüzü tekrar ciddileşti. “Başka bir kurt tehlikedeydi – ”
“Leah,” diye soludum.
“Evet. Onu yoldan çekti ama kendini savunmak için zamanı olmadı. Yenidoğanın kolları ona
yetişti. Bedeninin sağ yarısındaki kemiklerin çoğu parçalandı.”
Korkuyla büzüldüm.
“Sam ve Paul oraya zamanında vardılar. Onu La Push’a geri götürdüklerinde çoktan gelişme
göstermeye başlamıştı.”
“Tamamen normale dönecek mi?” diye sordum.
“Evet, Bella. Kalıcı bir hasarı olmayacak.”
Derin bir nefes aldım.
“Üç dakika,” dedi Alice sessizce.
Dik durabilmeye çalışırken çaba harcadım. Edward ne yaptığımı fark etti ve ayağa kalkmama
yardım etti.
Önümdeki sahneye baktım.
Cullen ailesi, ateşin çevresinde dağınık bir yarım daire şeklinde dikiliyorlardı. Alevler gözle
görülmüyorlardı, sadece kalın, mor-siyah duman parlak çimlerin üstünde bir hastalık gibi
yayılıyordu. Yoğun görünen ince dumana en yakın Jasper duruyordu, gölgesi altındaydı o
yüzden teni diğerlerininki gibi güneş altında parlak bir şekilde ışıldamıyordu. Sırtı bana
dönüktü, omuzları gergin, kolları hafifçe açıktı. Gölgesinde bir şey vardı. İhtiyatlı bir
konsantrasyonla bir şeyin önünde çömelmişti.
Ne olduğunu anladığımda hafif bir şoktan fazlasını hissedemeyecek kadar hissizdim.
Açıklıkta sekiz vampir vardı.
Kız alevlerin yanında bir top gibi kıvrılmış, kollarını bacakları etrafına sarmıştı. Çok gençti.
Benden de genç – belki on beş yaşında gibi duruyordu, koyu renk saçlı ve inceydi. Gözleri
bana odaklanmıştı ve irisleri şok edici bir parlak kırmızılıktaydı. Riley’ninkilerden de parlak,
neredeyse ışıldıyordu. Vahşice, kontrol dışı bir şekilde dönüyorlardı.
Edward benim dehşete düşmüş ifademi gördü.
“Teslim oldu,” dedi sessizce. “Bu hiç görmediğim bir şey. Böyle bir şeyi sadece Carlisle
önermeyi düşünürdü. Jasper onaylamıyor.”
Ateşin önündeki sahneden gözlerimi alamıyordum. Jasper dalgın dalgın sol kolunu
ovuşturuyordu.
“Jasper iyi mi?” diye fısıldadım.
“İyi. Zehir batıyor.”
“Isırıldı mı?” diye sordum korkarak.
“Aynı anda her yerde olmaya çalışıyordu. Aslında, Alice’in yapacak bir şeyi olmamasını
sağlamaya çalışıyordu.” Edward kafasını salladı. “Alice’in kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur.”
Alice gerçek aşkına doğru kaşlarını çattı. “Aşırı koruyucu ahmak.”
Genç dişi birden başını bir hayvan gibi arkaya attı ve keskin bir feryat etti.
Jasper hırladı ve kız sindi ama parmaklarını pençe gibi toprağa batırdı ve başını keder içinde
öne arkaya sallamaya başladı. Jacob ona doğru bir adım attı ve daha da çömeldi. Edward
abartılı bir kayıtsızlıkla hareket etti ve bedenlerimizi kendisi, ben ve kızın arasına gelecek
şekilde döndürdü. Kolunun etrafından yenilmiş kızı ve Jasper’ı izlemek için göz attım.
Carlisle anında Jasper’ın yanındaydı. En yeni oğlunun koluna eliyle bastırdı.
“Fikrini değiştirdin mi, genç kişi?” diye sordu Carlisle, her zamanki gibi sakindi. “Seni yok
etmek istemiyoruz ama kendini kontrol edemezsen ederiz.”
“Buna nasıl katlanıyorsunuz?” diye inledi kız tiz, net bir sesle. “Onu istiyorum.” Parlak kırmızı
irisleri Edward’a ve onun arkasından bana odaklandı ve tırnaklarıyla sert toprağı yine kazımaya
başladı.
“Katlanmalısın,” dedi Carlisle ona ciddi bir şekilde. “Kontrolu öğrenmelisin. Bu mümkün ve bu
şu anda seni kurtaracak olan tek şey.”
Kız, toprak bulaşmış ellerini başının etrafına yapıştırdı ve sessizce uludu.
“Ondan uzağa gitmemiz gerekmiyor mu?” diye fısıldadım Edward’ın kolunu çekiştirerek.
Sesimi duyduğunda, kızın dudakları iyice çekildi ve yüzü işkence çeken bir ifadeye büründü.
“Burada kalmalıyız,” diye mırıldandı Edward. “Açıklığın kuzey ucuna doğru geliyorlar şu
anda.”
Gözlerim açıklığı tararken kalbim son hızla atmaya başladı ama kalın duman tabakasının ötesini
göremiyordum.
Bir saniyelik sonuçsuz aramadan sonra bakışlarım tekrar genç dişi vampire döndü. Hala beni
izliyordu, gözleri yarı kızgındı.
Uzun bir süre kızın bakışlarına karşılık verdim. Çenesine gelen küt saçları, kaymak taşı
beyazlığındaki yüzünü çerçeveliyordu. Hatlarının güzel olup olmadığını söylemek güçtü, çünkü
öfke ve susamışlıkla çarpıtılmıştı. Vahşi kızıl gözleri baskındı – bakışları başka yere çevirmek
çok zordu. Birkaç saniyede bir titreyip debelenerek gaddarca bana dik dik baktı.
Hipnotize olmuşçasına ona baktım ve geleceğimin bir aynasına bakıyor olup olmadığımı merak
ettim.
Sonra Carlisle ve Jasper bizlere doğru gerilemeye başladılar. Emmett, Rosalie ve Esme telaşla
Edward’ın Alice ve benim birlikte dikildiği noktaya yaklaştılar. Birleşik bir cephe, Edward’ın
dediği gibi, kalbinde benimle birlikte, en güvenli yerdi.
Dikkatimi vahşi kızdan ayırıp yaklaşan canavarları aramaya başladım.
Hala görecek bir şey yoktu. Edward’a baktım ve onun gözleri öne doğru kilitlenmişti. Bakışını
takip etmeye çalıştım ama sadece duman vardı – yoğun, yağlı duman yerden başlıyor, tembelce
yükseliyor, çimlerde dalgalanıyordu.
Öne doğru kabardı ve ortalarda karardı.
“Hmm.” Sislerin içinde ölü bir ses mırıldandı. Duygusuzluğu hemen fark ettim.
“Hoşgeldin, Jane.” Edward’ın sesi soğuk bir şekilde nazikti.
Karanlık şekiller yaklaştı, sisten çıkıp ete kemiğe büründüler. Öndekinin Jane olduğunu
biliyordum – en karanlık cüppeli, neredeyse siyah ve altmış santimetreden de fazla bir boy
farkıyla en kısa olandı. Külahının gölgesinde Jane’in meleksi yüz hatlarını zar zor ayırt
ediyordum.
Onun arkasında hantalca dikilen dört gri örtülü figür de bir şekilde tanıdıktı. En büyük olanı
tanıdığımdan emindim ve şüphemi doğrulamak için ona dik dik bakarken, Felix başını kaldırdı.
Başlığının arkaya doğru hafifçe düşmesine izin verdi böylece bana göz kırpıp gülümsediğini
görebildim. Edward hala yanımda fazlasıyla hareketsiz ve sıkıca kontrol altındaydı.
Jane’in bakışları yavaşça Cullenlar’ın ışık saçan yüzlerinde dolaştı ve sonra ateşin yanındaki
yenidoğan kıza sokuldu; yenidoğanın başı yine elleri arasındaydı.
“Anlamıyorum.” Jane’in sesi tek düzeydi ama önceki kadar ilgisiz değildi.
“Teslim oldu,” diye açıkladı Edward, Jane’in kafasındaki karışıklığa cevap vererek.
Jane’in kara gözleri yüzüne baktı. “Teslim mi oldu?”
Felix ve diğer gölge bakıştılar.
Edward omuz silkti. “Carlisle ona seçenek sundu.”
“Kuralları bozanlar için seçenek olmaz,” dedi Jane düz bir sesle.
Sonra Carlisle lafa girdi, sesi yumuşaktı. “Bu sizin elinizde. Bize saldırmaktan vazgeçmeye
istekli olduğu sürece, onu yok etme gereği göremiyorum. Hiçbir şey öğretilmedi ona daha.”
“Onun konuyla ilgisi yok,” diye üsteledi Jane.
“Siz nasıl isterseniz.”
Jane Carlisle’a hayretle baktı. Hafifçe başını salladı ve sonra kendini toparladı.
“Aro seni görecek kadar batıya gideceğimizi ummuştu, Carlisle. Saygılarını gönderiyor.”
Carlisle başıyla onayladı. “Eğer benimkileri de ona iletirsen müteşekkir olurum.”
“Elbette.” Jane gülümsedi. Yüzü hareketlendiğinde neredeyse fazla sevimliydi. Dumana doğru
baktı. “Bugün bizim işimizi siz yapmışsınız gibi görünüyor... büyük bir çoğunlukla.” Gözleri
tutsağa kaydı. “Sadece profesyonel bir merakla soruyorum, kaç kişi vardı? Seattle’da oldukça
kapsamlı bir yıkım bıraktılar arkalarında.”
“On sekiz, bununla birlikte.” Carlisle cevap verdi.
Jane’in gözleri genişledi ve tekrar ateşe baktı, boyutunu tekrar ölçüyormuş gibi görünüyordu.
Felix ve diğer gölgeler daha uzun bakış attılar.
“On sekiz?” diye tekrarladı, ilk defa sesi emin değildi.
“Hepsi yepyeniydi,” dedi Carlisle başından savarcasına. “Yeteneksizdiler.”
“Hepsi?” Sesi keskin bir tona büründü. “O zaman yaratıcıları kimdi?”
“Adı Victoria’ydı,” diye cevap verdi Edward, sesinde hiçbir duygu yoktu.
“Victoria’ydı?” diye sordu Jane.
Edward başını ormanın doğusuna doğru yöneltti. Jane’in gözleri yukarı baktı çok uzak bir
mesafedeki bir şeye odaklandı. Dumandan oluşan diğer sütun muydu? Kontrol etmek için
başımı çevirmedim.
Jane doğuya biraz daha baktı ve sonra tekrar yakındaki ateşi inceledi.
“Şu Victoria – buradaki on sekizin dışında mıydı?”
“Evet. Yanında sadece bir tane vardı. Buradaki kadar genç değildi ama bir yaştan fazla büyük
de değildi.”
“Yirmi,” diye soludu Jane. “Yaratıcıyla kim ilgilendi?”
“Ben ilgilendim,” dedi ona Edward.
Jane’in gözleri kısıldı ve sonra ateşin yanındaki kıza döndü.
“Sen, oradaki,” dedi, sakin sesi eskisinden de sertti. “Adın.”
Yenidoğan, dudakları birbirine bastılırmış bir halde nefret dolu bakışla baktı.
Jane meleksi bir gülüşle karşılık verdi.
Kızın cevap niteliğindeki çığlığı sağır ediciydi; bedeni deforme olmuş, doğal olmayan bir
duruşla kamburlaşmuştı. Kulaklarımı kapatma arzusundan kaçarak başka yöne baktım. Midemi
kontrol edebilmeyi umarak dişlerimi sıktım. Çığlık güçlendi. Edward’ın düz ve duygusuz
yüzüne odaklanlanmaya çalıştım ama bu bana Edward’ın Jane’in işkence eden bakışları altında
olduğu zamanı hatırlattı ve daha da hasta hissettim. Onun yerinde Alice’e ve yanındaki
Esme’ye baktım. Yüzleri en az Edward’ın ki kadar boştu.
En sonunda, sessizlik oldu.
“Adın,” dedi Jane yine, ses tonunda bir değişme yoktu.
“Bree,” dedi zorlukla soluyarak.
Jane gülümsedi ve kız yine haykırdı. Istırabının sesi kesilene kadar nefesini tuttum.
“Bilmek istediğin her şeyi söyleyecektir,” dedi Edward sıkılmış dişleri arasından. “Bunu
yapmana gerek yok.”
Jane başını kaldırdı, ölü gözlerinde ani bir keyif vardı. “Ah, biliyorum,” dedi Edward’a ve
tekrar genç vampir, Bree’ye dönmeden ona sırıttı.
“Bree,” dedi Jane, sesi soğuktu yine. “Hikayesi doğru mu? Yirmi kişi miydiniz?”
Yüzünün bir tarafını toprağa bastırmış olan kız nefes nefese kalmış halde uzanıyordu. Çabucak
konuştu. “On dokuz ya da yirmi, belki de daha fazla, bilmiyorum!” Büzüldü, cehaletinin bir
başka işkenceye sebep olacağından korkuyordu. “Sara ve adını bilmediklerim yolda savaşmaya
başladılar...”
“Ve bu Victoria – seni o mu yarattı?”
“Bilmiyorum,” dedi, yine büzüldü. “Riley adını hiç söylemedi. O gece göremedim... çok
karanlıktı ve acıyordu...” Bree titredi. “Bizim onu düşünebiliyor olmamızı istemiyordu.
Düşüncelerimizin güvenli olmadığını söyledi...”
Jane’in gözleri Edward’a kaydı ve sonra tekrar kıza döndü.
Victoria iyi planlamıştı. “Eğer Edward’ı takip etmiş olmasaydı, bu işe bulaştığını bilmenin her
hangi kesin bir yolu olmazdı...
“Bana Riley’den bahset,” dedi Jane. “Sizi neden buraya getirdi?”
“Riley bize buradaki tuhaf sarı gözlüleri yok etmemiz gerektiğini söyledi.” Bree çabucak ve
istekli bir şekilde konuştu. “Kolay olacağını söyledi. Şehrin onların olduğunu ve bizi
yakalamaya geldiklerini söyledi. Onlar bir kere yok oldu mu, bütün kanın bize ait olacağını
söyledi. Bize onun kokusunu verdi.” Bree tek elini kaldırdı ve parmağıyla beni işaret etti.
“Doğru grubun hangisi olacağını anlayacağımızı çünkü kızın onlarla olacağını söyledi. Kızı kim
önce yakalarsa ona sahip olabileceğini söyledi.”
Edward’ın dişlerinin yanımda gıcırdadığını duydum.
“Riley işin kolay kısmı konusunda yanılmış gibi görünüyor,” diye belirtti Jane.
Bree başıyla onayladı, konuşmanın acısız bir yol izlemiş olması sebebiyle rahatlamış
görünüyordu. Dikkatle dikleşti. “Ne olduğunu bilmiyorum. Ayrıldık ama diğerleri hiç gelmedi.
Riley bizi terk etti ve söz verdiği gibi gelip yardım etmedi. Ve ondan sonrası çok karışıktı ve
herkes parçalara ayrılmıştı.” Yine titredi. “Çok korkuyordum. Kaçmak istedim. Oradaki” –
Carlisle’a baktı – “eğer savaşmayı bırakırsam beni incitmeyeceklerini söyledi.”
“Ah, ama bu onun verebileceği bir ödül değil, genç kişi,” diye mırıldandı Jane, sesi tuhaf bir
şekilde kibardı artık. “Bozulmuş kurallar sonuçlarına katlanılmayı gerektirir.”
Bree ona bakakaldı anlamayarak.
Jane Carlisle’a baktı. “Hepsini yakaladığınıza emin misiniz? Bunlardan ayrılmış olan diğer
yarısını da?”
Carlisle’ın yüzü başını sallarken oldukça duygusuzdu. “Biz de ayrıldık.”
Jane yarı gülümsedi. “Etkilenmediğimi söyleyemem.” Arkasındaki büyük gölgeler başlarını
onaylayarak salladı. “Bu büyüklükteki bir saldırıdan kaçabilen bir başka grup daha önce hiç
görmemiştim. Bunun arkasındaki sebebi biliyor musunuz? Burada yaşama şeklinizi düşünürsek,
çok uç bir davranış. Ve bu kız neden anahtar kişi konumunda?” Gözleri kısa bir saniye için
isteksizce bende durdu.
Titredim.
“Victoria’nın Bella’ya garezi vardı,” dedi Edward, sesi kayısızdı.
Jane kahkaha attı – sesi altınsıydı, mutlu bir çocuğun kahkahası gibiydi. “Kız, türümüzde garip
şekilde güçlü tepkiler uyandırıyor gibi görünüyor,” diye gözlemledi, doğrudan bana doğru
gülümseyerek. Yüzü neşeliydi.
Edward dikleşti. Yüzünü tekrar Jane’e çevirdiğini görmek için tam zamanında ona bakmıştım.
“Lütfen şunu yapma,” dedi gergin bir sesle.
Jane yine hafifçe güldü. “Sadece kontrol ettim. Zararı yokmuş, anlaşılan.”
Titredim, sistemimdeki – Jane’le son karşılaşmamızda beni ondan koruyan – aynı kusurun hala
etkili olduğu için minnettarlık duyarak. Edward’ın kolları beni daha sıkı sardı.
“Eh, bize yapacak bir şey kalmamış gibi görünüyor. Tuhaf,” dedi Jane, sesindeki ilgisizlik geri
dönmüştü. “Gereksiz konumuna düşürülmeye pek alıştık değiliz. Savaşı kaçırmamız çok yazık.
İzlemesi oldukça eğlendirici olabilirdi gibi duruyor.”
“Evet,” dedi Edward çabucak, sesi keskindi. “Ve çok da yakınmışsınız. Bir yarım saat erken
gelmemeniz ne kötü. O zaman belki buradaki amacınıza erişebilirdiniz.”
Jane Edward’ın bakışlarına değişmeyen ifadeyle karşılık verdi. “Evet. İşlerin bu duruma
gelmesi ne kadar yazık, öyle değil mi?”
Edward kendi kendine bir kere başını salladı, şüpheleri doğrulanmıştı.
Jane, yenidoğan Bree’ye bakmak için tekrar döndü, yüzü tamamen sıkılmıştı. “Felix?” dedi ağır
ağır.
“Bekle,” diye araya girdi Edward.
Jane tek kaşını kaldırdı, ama Edward aceleyle konuşurken Carlisle’a bakıyordu. “Genç kişiye
kuralları anlatabiliriz. Öğrenmeye isteksiz gibi görünmüyor. Ne yaptığını bilmiyordu.”
“Tabii ki,” diye cevap verdi Carlisle. “Bree için tam sorumluluk almaya kesinlikle hazır
olabiliriz.”
Jane’in ifadesi inanamamazlık ve eğlenme arasında gidip geldi.
“İstisna yapmayız,” dedi. “Ve ikinci şans vermeyiz. Namımız için kötü. Aa, bu arada... “
Birdenbire, bakışları tekrar bana çevrildi ve meleksi yüzüne gamzeler yerleşti. “Caius, senin
hala bir insan olduğunu duymakla fazlasıyla ilgilenecektir, Bella. Belki ziyaret etmeye karar
verir.”
“Tarih ayarlandı,” dedi Alice ilk kez konuşarak. “Belki biz birkaç ay içinde sizi ziyaret ederiz.”
Jane’in gülüşü soldu ve Alice’e hiç bakmayarak kayıtsızca omuz silkti. Carlisle’a bakmak için
döndü. “Seninle tanışmak güzeldi, Carlisle – Aro’nun abarttığını sanıyordum. Eh, bir daha
görüşünceye dek...”
Carlisle başını salladı ve ifadesi kederlendi.
“Onun icabına bak, Felix,” dedi Jane Bree’ye doğru başını sallayarak, sesinden sıkıntı akıyordu.
“Eve gitmek istiyorum.”
“Bakma,” diye fısıldadı Edward kulağıma.
Talimatını yerine getirmek için fazlasıyla hevesliydim. Bir gün için – bir ömür için – gereğinden
fazlasını görmüştüm. Gözlerimi sıkıca kapadım ve yüzümü Edward’ın göğsüne çevirdim.
Ama hala duyabiliyordum.
Derin, gürleyen bir inleme ve ardından korkunç derecede tanıdık gelen tiz sesli bir çığlık oldu.
Ses çabucak kesildi ve sonra sadece mide bulandırıcı çatırtı ve koparma sesleri gelmeye
başladı.
Edward’ın eli endişeli halde omuzlarımı okşadı.
“Gel,” dedi Jane ve uzun gri cüppelerin sırtlarını kıvrılan dumana doğru gittiğini görmek için
tam zamanında başımı kaldırdım. Yine güçlü bir tütsü kokusu vardı – tazeydi.
Gri cüppeler kalın sisin içinde kayboldu.