Ancak bir sürü mırıltı duyuyordum, diğer vampirler yetenekli olup olmadıklarını merak ediyorlardı. Raoul çoktan yetenekli olduğuna karar vermiş gibi havalanmıştı. Benim görebildiğim kadarıyla ise, etrafta özel olan tek kişi yanımda duruyordu.
“Dinleyin!” diye emretti Riley. “Bunu size eğlenmeniz için anlatmıyorum.”
“Bu düşman klanı” diye araya girdi Kristie. “Onlar yetenekli. Değil mi?”
Riley onaylayarak başını salladı. “Kesinlikle. Burada en azından birinin ipuçlarını birleştirebildiğine sevindim.”
Raoul’un üst dudağı seğirdi.
“Bu klan tehlikeli denecek kadar yetenekli,”diye devam etti Riley, sesi kısık bir fısıltıya dönmüştü. “İçlerinde bir zihin okuyucu var.” Yüzlerimizi inceledi ve bu bilginin önemini kavrayıp kavrayamadığımızı anlamaya çalıştı. Gördüklerinden memnun kalmamış gibiydi. “Düşünsenize! Kafanızdaki her şeyi bilecek. Saldırırsanız, yapacağınız hareketi siz yapmadan öğrenecek. Sola atıldığınızda, orada sizi bekliyor olacak.”
Gergin bir sessizlik oldu.
“İşte bu yüzden o kadar dikkatli davrandık… Ben ve sizi yaratan vampir.”
Riley o dişi vampirden bahsedince Kristie irkilerek geri çekildi. Raoul daha da kızgın görünüyordu. Odadaki bütün vampirlerin gerildiğini hissediyordum.
“Adını bilmiyorsunuz, nasıl göründüğünü de. Bu hepimizi koruyor. Eğer size tek başınızayken rastlasalardı, onunla bağlantılı olduğunuzu anlayamazlardı ve sizi rahat bırakabilirlerdi. Ama eğer onun klanının bir parçası olduğunuzu bilselerdi, ölümünüz gecikmezdi.”
Bu bana hiç mantıklı gelmemişti. Gizlilik bizden çok onu korumuyor muydu? Riley bu bilgiyi incelememize fırsat vermeden aceleyle devam etti.
“Tabii, artık Seattle’a geri dönmeye karar verdikleri içim bunun bir önemi yok. Onları buraya gelirken şaşırtacak ve böylece ortadan kaldıracağız. Yok olacaklar. Sonra sadece şehir bizim olmakla kalmayacak, diğer klanlar da bizimle uğraşmamaları gerektiğini öğrenecekler. Artık izlerimizi kapamak için çok fazla dikkat etmemize gerek kalmayacak. Ne kadar kan isterseniz, o kadar kanınız olacak. Her gece avlanacağız. Şehrin tam içine taşınacağız ve şehri yöneteceğiz.”
Çıkan hırıltılar ve homurdanmalar alkış gibiydi. Herkes Riley’e katılmıştı. Benim dışımda. Kıpırdamadım, hiçbir ses de çıkarmadım. Fred de… Ama bunun niye olduğunu kim bilebilirdi ki?
Riley’e katılmıyordum çünkü verdiği sözler kulağa yalan gibi geliyordu. İnanırsam bütün mantık zincirim birden bozulurdu. Riley bizi dikkatle avlanmaya itenin bu düşmanlar olduğunu söylemişti. Ama bu bütün vampirlerin gizleniyor olması gerektiği, yoksa insanların çok önceden onlardan haberdar olacağı gerçeğiyle çelişiyordu.
Bunu daha fazla düşünmeye devam edemedim çünkü merdivenlerin yukarısındaki kapı hala kıpırdamamıştı. Diego…
“Ama bunu beraber yapmalıyız. Bugün size birkaç teknik göstereceğim. Savaş tekniği. Savaşmak yerde çocuklar gibi kapışmaktan öte bir şey. Hava karardığında çalışmak için dışarı çıkacağız. Ve çok sıkı çalışmanızı ama odağınızı kaybetmemenizi istiyorum. Bu klanın bir üyesini daha kaybetmek istemiyorum! Hepimizin birbirine ihtiyacı var! Her birimize! Daha fazla aptallığı tolere etmeyeceğim ve beni dinlemeniz gerekmediğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.” Kısa bir an için durdu. “Ve sizi ona götürdüğümde,” –ürperdim, diğer herkes de benim gibi ürperirken odanın titrediğini hissettim- “o bacaklarınızı sökerken ve yavaşça, yavaşça parmaklarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı, dilinizi ve her türlü gereksiz uzantınızı yakarken, sizi kaçamamanız için tuttuğumda ne kadar yanıldığınızı anlarsınız.”
Hepimiz en azından bir uzvumuzu kaybetmiştik ve vampir olurken hepimiz yanmıştık, o yüzden bunun nasıl olacağını hayal etmek kolaydı ama esas dehşet verici olan tehdit eğildi. Gerçekten korkutucu olan şey Riley’in yüzünün bunları söylerken aldığı şekildi. Yüzü normalde kızgın olduğu gibi değildi, sakin ve soğuktu, pürüzsüz ve güzel, dudaklarının kenarları hafif bir gülümsemeye bürünmüştü. Birdenbire bunu yeni bir Riley olduğu izlenimine kapıldım. Bir şey onu değiştirmiş, sertleştirmişti ama bir gecede bu zalim, mükemmel gülümsemeyi neyin oluşturabileceğini hayal edemiyordum.
Titreyerek başımı çevirdim ve Raoul’un gülümsemesinin de Riley’inkini taklit ediyor olduğunu gördüm. Gelecekte kurbanlarını çok çabuk öldürmeyecekti anlaşılan.
“Şimdi, gruplar halinde çalışabilmek için birkaç takım oluşturalım.” dedi Riley, yüzü normale dönmüştü. “Kristie, Raoul, adamlarınızı toplayın ve diğerlerini de eşit şekilde ikiye bölün. Kavga etmeyin! Bana bunu mantıklı olarak yapabileceğinizi gösterin. Kendinizi kanıtlayın.”
Sonra ikisinden uzaklaştı ve anında tartışmaya başladıklarını görmezden geldi. Odanın dış tarafını dolaşıyordu. Geçerken birkaç vampirin omzuna dokundu ve onları iki yeni liderden birine doğru yöneltti. O kadar geniş bir daire çizmişti ki başta bana yaklaştığını anlamadım.
“Bree,” dedi, durduğum yere doğru gözleri kısık bir halde bakarak. Bakmak için çok saba sarf ediyor gibi görünüyordu.
Ben ise kendimi bir buz kalıbı gibi hissediyordum. İzimin kokusunu almış olmalıydı. Ölecektim.
“Bree?”dedi, sesi biraz daha yumuşaktı şimdi. Sesi bana benimle ilk konuşmasını hatırlatmıştı. Bana iyi davrandığı zamanı. Sonra sesini daha da alçaltıp, “Diego’ya sana bir mesaj ileteceğime dair söz verdim. Sana bunun bir Ninja işi olduğunu söylememi istedi. Bu sana hiçbir anlam ifade etmiyor mu?”
Hala bana bakamıyordu ama yavaş yavaş yaklaşıyordu.
“Diego?”diye mırıldandım. Kendimi tutamamıştım.
Riley gülümsedi. “Konuşabilir miyiz?” Başıyla kapıyı işaret etti. “Bütün pencereleri iki kere kontrol ettim. Üst kat tamamen karanlık ve güvenli.”
Fred’den uzaklaştığım an çok güvende olamayacağımı biliyordum ama Diego’nun bana söylemek istediği şeyi duymak istiyordum. Ne olmuştu? Keşke Riley’le konuşmak için onun yanında kalsaydım.
Riley’i odanın içinde takip ederken başımı aşağıda tuttum. Riley, Raoul’a birkaç talimat verdi, Kristie’ye doğru başını salladı, sonra da merdivenlerden çıkmaya başladı. Göz ucuyla birkaç kişinin merakla onu izlediğini gördüm.
Kapıdan önce Riley geçti. Evin mutfağı tıpkı söz verdiği gibi tamamen karanlıktı. Onu takip etmemi işaret etti. Birkaç açık yatak odası kapısını, bir de kapısında asma kilit olan bir kapıyı geçtik. En sonunda garajda durduk.
Çok kısık bir sesle, “Cesursun,”dedi. “Ya da bana çok güveniyorsun. Güneş tepedeyken seni yukarı çıkarmamın daha zor olacağını sanmıştım.”
Lanet olsun. Daha korkak davranmalıydım. Ama artık çok geçti. Omzumu silktim.
“Diego’yla çok yakınsınız değil mi?” diye sordu fısıldayarak. Eğer bodrumdaki herkes sessiz olsaydı, onu duyabilirlerdi ama şu anda aşağısı oldukça gürültülüydü.
Yine omzumu silktim.”Hayatımı kurtardı.”dedim.
Riley çenesini kaldırdı ve hafifçe başını salladı. Bana inanmış mıydı? Hala gündüz vaktinden korktuğumu mu düşünüyordu?
“Çok iyi biri,” dedi Riley. “Elimdeki en zeki çocuk o.”
Başımı salladım.
“Bu durum hakkında konuştuk. Birinin o klanı gözetlemesi gerekiyordu. Körü körüne gitmek çok tehlikeli. Önceden gözetlemesi için güvenebileceğim tek kişi o.”
Neredeyse öfkeli bir şekilde içini çekti. “Keşke ondan iki tane daha olsaydı! Raoul hemen sinirleniyor ve Kristie de esas olayı anlayamayacak kadar egoist ama elimdeki en iyi iki lider onlar ve onlarla idare etmek zorundayım. Diego senin de zeki olduğunu söyledi.”
Riley’in hikâyemizin ne kadarını bildiğine emin olamadığımdan sadece devam etmesini bekledim.
“Fred konusunda yardıma ihtiyacım var. O çocuk gerçekten çok güçlü! Bu gece ona bakamadım bile.”
Yine dikkatle başımı salladım.
“Düşmanlarımızın bize bakamadığını bir düşünsene! İşimiz çok kolaylaşır!”
Fred’in bu fikri beğeneceğinden emin değildim ama belki de yanılıyordum. Klanımızla ilgili hiçbir şeyi umursuyor değildi. Bizi kurtarmak isteyecek miydi? Riley’e cevap vermedim.
“Onunla beraber çok fazla vakit geçiriyorsun.”
Omzumu silktim.”Onun yanında durunca kimse beni rahatsız etmiyor. Ama yanında durmak kolay değil.”
Riley dudaklarını büzüp başını salladı. “Zekisin, tıpkı Diego’nun dediği gibi.”
“Diego nerede?”
Bunu sormamalıydım. Kelimeler kendi kendilerine ağzımdan çıkmıştı. Endişeyle bekledim, umursamaz görünmeye çalışıyordum ama bunu büyük ihtimalle başaramadığımdan emindim.
“Harcayacak zamanımız yok. Önümüzdeki günlerde olacakları öğrenir öğrenmez onu güneye yolladım. Eğer düşmanlarımız önceden saldırmaya karar verirlerse, bunu bilmemiz gerekir. Diego onlarla savaşmaya başladığımızda bizle buluşacak.”
Şu anda Diego’nun nerede olduğunu hayal etmeye çalıştım. Keşke onunla beraber olsaydım. O zaman belki onu Riley’in işini yapmaktan vazgeçirebilir, hayatını tehlikeye atmamasını sağlayabilirdim. Ya da belki de vazgeçiremezdim. Görünüşe göre, Diego tıpkı endişelendiğim gibi Riley’e çok yakındı.
“Diego sana bir şey söylememi istedi.”
Gözlerim hemen yüzüne kaydı. Çok hızlı, çok hevesli davranmıştım. Yine hata yapmıştım.
Gerçi söylediği bana çok saçma geldi. Dedi ki, ‘Bree’ye söyle, el sıkışmasını buldum. Ona dört gün sonra buluştuğumuzda göstereceğim.’ Bunu ne anlama geldiğini hiç bilmiyorum. Sen biliyor musun?”
Hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. “Belki. Gizli bir el sıkışması bulması gerektiğini söylemişti. Sualtındaki mağarası için. Bir tür parola gibi. Ama sadece dalga geçiyordu. Ne demek istediğini anlamadım.”
Riley güldü. “Zavallı Diego.”
“Ne?”
“Sanırım o seni, senin onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor.”
“Ah.” Şaşkınlıkla başımı çevirdim. Diego bu mesajı Riley’e güvenebileceğimi göstermek için mi vermişti? Ama Riley’e güneşi bildiğimi söylememişti. Yine de, Riley’e bu kadar fazla şey söylediğine, beni umursadığını gösterdiğine göre, ona güveniyor olmalıydı. Ama çenemi kapalı tutmanın daha akıllıca olacağına karar verdim. Çok fazla şey değişmişti.
“Onu hemen eleme, Bree. Dediğim gibi, tanıdığım en iyi vampir o. Ona bir şans ver.”
Riley bana aşk hayatım konusunda tavsiye mi veriyordu? Bu konuşma daha fazla garipleşemezdi. Başımı salladım ve, “Tabii.”dedim.
“Fred’le konuşmayı dene. Bizimle beraber savaşmasını sağla.”
Omzumu silktim. “Elimden geleni yaparım.”
Riley gülümsedi. “Harika. Gitmeden önce seni kenara çekerim, konuşmanın nasıl geçtiğini söylersin. Çaktırmadan sorarım, bu geceki gibi değil. Fred’in onu gözetlediğimi düşünmesini istemem.
“Tamam.”
Riley onu takip etmemi işaret etti ve bodruma doğru yola koyuldu.
Eğitimimiz bütün gün sürdü ama ben eğitime katılmadım. Riley takım liderlerinin yanına döndükten sonra ben de Fred’in yanındaki yerimi almıştım. Diğerleri dört kişilik dört gruba ayrılmışlardı. Raoul ve Kristie onları yönetiyordu. Kimse Fred’i seçmemişti, belki de Fred onları görmezden gelmişti, belki de onu göremiyorlardı bile. Ben ise onu hala görebiliyordum. Çok göze batıyordu çünkü odada savaşmayan tek kişi oydu.
Raoul’un da, Kristie’nin de takımına katılmaya hiç niyetim yoktu, o yüzden sadece izlemekle yetindim. Kimse Fred’le oturduğumu fark etmemiş gibiydi. Yetenekli Fred sayesinde görünmez gibi olsak da, ben korkunç bir şekilde göze battığımı hissediyordum. Keşke kendime görünmez olabilseydim, keşke bu illüzyonu görebilseydim, bu sayede görünmez olduğuma güvenebilirdim. Ama kimse bizi fark etmedi ve bir süre sonra az da olsa rahatladım.
Eğitimi yakından izledim. Ne olur ne olmaz diye her şeyi bilmek istiyordum. Savaşmak gibi bir planım yoktu. Diego’yu bulup kaçmak istiyordum. Ama ya Diego savaşmak isterse? Ya da diğerlerinden uzaklaşmak için savaşmamız gerekirse? Teknikleri öğrenmekle bir şey kaybetmezdim.
Sadece tek bir kişi Diego’yu sordu. Soran Kevin’dı ama ona bunu Raoul’un sordurduğunu hissetmiştim.
“Ee, Diego yandı mı?” diye sordu Kevin, sesinde zorlama bir alaycılık vardı.
“Diego onunla,” dedi Riley ve kimse kimi kastettiğini sorma ihtiyacı hissetmedi. “Gözetleme görevinde.”
Birkaç kişi titredi. Bir daha da kimse Diego’yla ilgili bir şey söylemedi.
Gerçekten onunla mıydı? Bunu düşününce korkudan olduğum yere sindim. Belki Riley sırf diğerleri Diego’yla ilgili soru sormasın diye öyle söylemişti. Raoul’un kıskanıp Diego’dan daha az becerikli olduğunu hissetmesini istemezdi, bugün Raoul’un çok ukala olmasına ihtiyacı vardı. Emin olamıyordum ve bunu sormayacaktım. Her zamanki gibi sessiz kaldım ve eğitimi izlemeye devam ettim
Savaşanları izlemek sıkıcı ve susatıcıydı. Riley ordusuna üç gün ve iki gece boyunca ara verdirmedi. Gündüz vakti kavgalardan kaçınmak daha zor oluyordu çünkü hepimiz bodrumda sıkış tıkış duruyorduk. Bu Riley için bir şeyi kolaylaştırmıyordu- kavgalar çığrından çıkmadan savaşanları durdurabiliyordu. Geceleyin ise dışarıda kavga edenlerin daha çok yeri oluyordu ve Riley kopan uzuvları toplamak için sağa sola koşturmak zorunda kalıyordu. Sinirlerine iyi hâkim olamıyordu ve bu sefer bütün çakmaklara el koyacak kadar zeki davranmıştı. Bunun kontrolden çıkacağına emindim. Raoul’la Kristie’nin günlerce savaşacağını ve birkaç klan üyesini kaybedeceğimizi düşünüyordum. Ama Riley onları tahmin ettiğimden çok daha fazla kontrol edebiliyordu.
Yine de eğitim çoğunlukla tekrardan ibaretti. Riley’in tekrar, tekrar, tekrar aynı şeyleri söylediğini fark etmiştim. Beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın, beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın, beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın. Bu biraz saçmaydı ve grubu çok aptal gösteriyordu. Ama Fred’in yanında sükûnetle onları izlemek yerine kavgaların ortasında olsam ben de bu kadar aptal olurdum, bundan emindim.
Bu bana Riley’in bizi güneşten nasıl korkuttuğunu hatırlatmıştı. Sürekli tekrar ederek.
Yine de, ilk gün on saat geçtikten sonra iş o kadar sıkıcı bir hal almıştı ki, Fred bir deste kâğıt çıkarıp fal açmaya başladı. Bu aynı hataları sürekli olarak izlemekten daha eğlenceliydi, o yüzden ben de onu izlemeye başladım.
Yaklaşık on iki saat sonra tekrar içerideydik. Fred’e yana alabileceği kırmızı bir beşliyi gösterdim. Başını sallayıp beşliyi siyah altılının altına aldı. O elden sonra kartları ikimize birden dağıttı ve remi oynadık. Hiç konuşmadık, ama Fred birkaç kere gülümsedi. Kimse bize bakmamış veya onlara katılmamızı istememişti.
Avlanmak için ara verilmemişti ve zaman geçtikçe bunu görmezden gelmek de giderek zorlaştı. Daha az provokasyona rağmen daha çok kavga çıkıyordu. Riley emirlerini artık daha tiz bir sesle veriyordu ve iki kişinin kolunu koparmıştı. Ben ise yakıcı susuzluğu mümkün olduğu kadar düşünmemeye çalışıyordum. Ne de olsa Riley de susuyor olmalıydı, bu sonsuza kadar süremezdi ama genelde aklımdaki tek şey susuzluktu. Fred de çok gergin görünüyordu.
Üçüncü gecenin başlarında-artık tek bir gün kalmıştı ve akan kum saatini düşündüğümde boş midem düğümleniyordu- Riley bütün yapmacık kavgaları durdurdu.
“Toplanın çocuklar,” dedi ve herkes ona bakacak şekilde yarım bir daire oluşturdu. Orijinal çeteler birbirlerine yakın duruyordu, yani beraber eğitim almak yandaşlıkları değiştirmemişti. Fred kartları arka cebine koyup ayağa kalktı. Ben de onun yanında durdum, tiksindirici aurasının beni gizleyeceğine güveniyordum.
“İyi iş çıkardınız,” dedi Riley. “Bu gece ödüllendirileceksiniz. İstediğiniz kadar için çünkü yarın güçlü olmak isteyeceksiniz.”
Herkesten rahatlamış hırıltılar geldi.
“Güçlü olmaya ihtiyacınız olacak yerine özellikle güçlü olacaksınız dedim.”diye devam etti Riley. “Bence çok iyi öğrendiniz. Zeki davrandınız ve sıkı çalıştınız. Düşmanlarımız neye uğradıklarını şaşıracaklar!”
Kristie ve Raoul hırladı ve ikisinin de çeteleri hemen onları taklit etti. Buna şaşırmıştım, ama şu anda gerçekten bir orduya benziyorlardı. Formalarla uygun adım yürümüyorlardı ama verdikleri tepkilerde bir birlik vardı. Sanki hepsi büyük bir organizmanın parçasıymış gibi. Her zamanki gibi, Fred ve ben bu hırıltılara katılmamıştık ama sadece Riley’in bizim farkımızda olduğunu düşünüyordum, aslında o da çok farkında değildi. Ara sıra gözleri durduğumuz yere kayıyordu. Sanki Fred’in yeteneğinin hala var olup olmadığını kontrol ediyor gibiydi. Riley onlara katılmamızı umursuyormuş gibi değildi. En azından şu anda.
“Şey, yarın gece, demek istiyorsun, değil mi patron?” diye düzeltti Raoul.
“Evet,”dedi Riley, garip bir gülümsemeyle. Kimse cevabındaki garipliği fark etmemiş gibiydi – Fred dışında. Tek kaşını kaldırarak bana baktı. Omzumu silktim.
“Ödülünüze hazır mısınız?” diye sordu Riley.
Küçük ordusu gürledi.
“Bu gece rakiplerimiz ortadan kalktıktan sonra hayatın nasıl olacağını tadacaksınız. Beni izleyin!”
Riley ilerledi, Raoul ve takımı hemen arkasındaydı. Kristie’nin grubu ise öne geçmek için onları iteliyordu.
“Beni fikrimi değiştirmeye zorlamayın!”diye bağırdı Riley. “Hepiniz susuz kalabilirsiniz. Hiç umurumda olmaz!”
Kristie bağırarak bir emir verdi ve grubu hemen Raoul’unkinin arkasına geçti. Fred’le onlar gözden kaybolana dek bekledik. Sonra Fred koluyla, önden bayanlar işareti yaptı. Sırtını kollamak istiyormuş gibi değildi, sadece nazik davranıyordu. Ordunun peşinden koşmaya başladım.
Diğerleri çoktan gitmişti ama kokularını izlemek çok kolaydı. Fred’le hoş bir sessizlik içinde koşuyorduk. Ne düşündüğünü merak ediyordum. Belki de sadece susamıştı. Benim boğazım yanıyordu, o yüzden onunki de yanıyor olmalıydı.
Beş dakika sonra diğerlerine yetişmiştik ama yine de mesafemizi koruduk. Ordu şaşırtıcı bir sessizlikle ilerliyordu. Odaklanmışlardı ve daha… disiplinlilerdi. Keşke Riley bu eğitime biraz daha önce başlasaydı. Bu grubun yanında olmak daha kolaydı.
İki şeritli bir yolu ve başka bir ormanı geçip sahile geldik. Su pürüzsüzdü, kuzeye doğru ilerlemiştik, o yüzden boğaza varmış olmalıydık. Yolumuzun üzerinde hiçbir ev yoktu, Riley’in özellikle bu rotayı seçtiğine emindim. Çok susamıştık ve gergindik, ufak organizasyonumuzun birkaç insan gördüğümüzde dağılması işten değildi.
Daha önce hiç hep beraber avlanmamıştık ve şu anda bunun iyi bir fikir olmadığına emindim. Kevin ve Örümcek Adam hayranının Diego’yla konuştuğum ilk gece arabadaki kadın için nasıl kavga ettiğini hatırlıyordum. Riley bir sürü insan bulsa iyi olurdu, yoksa vampirler en çok kanı alabilmek için birbirlerine saldırmaya başlayacaklardı.
Liderimiz suyun yanında durdu.
“Kendinizi tutmayın,”dedi. “İyi beslenmenizi ve güçlü olmanızı istiyorum. Zirvede olmanızı. Hadi… gidip eğlenelim.”
Daha sonra zarafetle koya daldı. Diğerleri de suyun altına dalarken heyecanla hırlıyorlardı. Fred’le bu sefer gruba daha fazla yaklaştık çünkü suyun altında kokularını takip edemezdik. Ama Fred’in isteksiz olduğunu biliyordum. Gerçekten de istediğiniz kadar yiyin tarzı bir açık büfe yerine karşısına başka bir şey çıktığı an geri çekilmeye hazırdı. Anlaşılan o da benim gibi Riley’e güvenmiyordu.
Kısa bir süre yüzdükten sonra diğerlerinin yukarı çıktığını gördük. En son yüzeye çıkan Fred’le bendik ve Riley sanki bizi bekliyormuş gibi kafalarımız sudan çıktığı anda konuşmaya başladı. Diğerlerinin aksine o, Fred’in farkında olmalıydı.
Muhtemelen Kanada’dan en son seferini yapan büyük bir feribota elini sallayarak, “İşte,”dedi. “Bana sadece bir dakika verin. Elektrik gittiği zaman içindekilerle doya doya beslenebilirsiniz.”
Heyecanlı mırıltılar yükseldi. Biri kıkırdadı. Riley kurşun gibi fırladı ve onu büyük motorun kenarında gördük. Geminin üzerindeki kontrol kulesine çıktı. Tahminen radyoyu susturacaktı. Dikkat etmemizin tek sebebinin düşmanlarımız olduğunu söylüyordu ama tek sebebinin bu olmadığına emindim. İnsanların vampirlerden haberdar olmaması gerekiyordu. En azından uzun bir süre boyunca. Sadece onları öldürmeden önceki saniyelerde haberdar olmalarında ise problem yoktu.
Riley önündeki büyük cam pencereyi tekmeledi ve kulenin içinde kayboldu. Beş saniye sonra ışıklar sönmüştü.
Raoul’un çoktan yola koyulduğunu fark ettim. Riley’in arkasından gittiğimizi fark etmemiz için suyun altına dalmış olmalıydı. Diğer herkes de yüzmeye başladı ve deniz sanki birazdan kocaman bir barakuda saldıracakmış gibi dalgalandı.
Fred’le onların arkasından yavaşça yüzüyorduk. Garip bir şekilde, sanki uzun zamandır evli bir çift gibi davranıyorduk. Hiç konuşmuyor ama her şeyi aynı anda yapıyorduk.
Üç saniye sonra feribota vardık, gece çoktan çığlıklarla ve kanın ılık kokusuyla dolmuştu. Koku ne kadar susadığımı fark etmemi sağladı ama en son fark ettiğim şey buydu. Bundan sonra beynim çalışmayı tamamen durdurdu. Boğazımda yakıcı acıdan başka bir şey yoktu ve her yerde bu ateşi söndürecek lezzetli kanlar vardı.
Beslenmemiz bittikten ve gemide bir tane bile atan kalp kalmadıktan sonra tek başıma kaç kişiyi öldürdüğüme emin olamadım. Kesinlikle daha önceki avlanmalarımda öldürdüğümün en az üç katını öldürmüştüm. Kendimi sıcak ve canlı hissediyordum. Susuzluğumun tamamen bitmesinden sonra bile çok uzun bir süre içmeye devam etmiştim, sadece kanın tadı için. Feribottaki kanın çoğu temiz ve çekiciydi – bu yolcular süprüntü değildi. Kendimi tutmamış olsam da, muhtemelen öldürme konusunda sayı olarak bayağı aşağılardaydım. Raoul’un yanında o kadar fazla ceset vardı ki, ufak bir tepe oluşturuyordu. Raoul ise bu tepenin üzerinde oturmuş kendi kendine sesli bir şekilde gülüyordu.
Gülen tek kişi o değildi. Karanlık gemi neşeli seslerle doluydu. Kristie’nin, “Bu harikaydı, Riley’e koca bir alkış!”dediğini duydum ve grubundan birkaç kişi mutlu sarhoşlar gibi bağırıp çağırdı.
Daha sonra Jen ve Kevin’ı gördüm, sırılsıklamlardı. Jen, Riley’e “Hepsini öldürdük, patron.”dedi. Demek ki birkaç kişi kaçmak için yüzmeye yeltenmişti. Onları fark etmemiştim.
Fred’e bakındım. Onu bulmam biraz zaman aldı. Sonunda satış otomatlarının oraya bakmadığını fark ettim ve o tarafa yöneldim. Başta sallanan feribotun midemi bulandırdığını sandım ama yeteri kadar yaklaştığımda bu his kayboldu ve Fred’in pencerenin yanında durduğunu gördüm. Bana gülümsedi ve arkama baktı. Ben de bakışlarını takip ettim ve Riley’i izlediğini gördüm. Sanırım bunu bir süredir yapıyordu.
“Pekala çocuklar,”dedi Riley. “Tatlı hayatın tadına baktınız ama artık yapacak işlerimiz var!”
Herkes hevesle gürledi.
“Size söyleyeceğim üç şey daha var ve bunların biri tatlıyı içeriyor, o yüzden hadi, bu gemiyi batırıp eve gidelim!”
Ordu, hırlamalarla karışık kahkahalarla gemiyi mahvetmeye girişti. Fred’le pencereden kaçtık ve olayları uzaktan izledik. Feribotun metalin yüksek gıcırtısıyla ortadan bölünmesi çok uzun sürmedi. Başta geminin orta kısmı battı, kıç tarafı da pruva da hala gökyüzüne bakıyordu. Sonra teker teker onlar da battı, kıç tarafı pruvayı birkaç saniyeyle geçmişti. Kocaman barakudalar sürüsü bize doğru ilerledi. Fred’le kıyıya yüzmeye başladık.
Diğerleriyle beraber eve koştuk ama mesafemizi yine koruduk. Birkaç kere Fred bana bir şey söyleyecekmiş gibi baktı ama her seferinde fikrini değiştirmiş gibi başını çevirdi.
Eve geldiğimizde Riley zafer dansı edasını azaltmaya çalıştı. Birkaç saat geçmiş olmasına rağmen hala herkesi ciddileştirmeye zorlanıyordu. İlk defa sonlandırmaya çalıştığı şey bir kavga değil, neşeli ruh halleriydi. Eğer Riley’in verdiği sözler yalansa, diye düşündüm, bu tuzak sona erdiğinde başı derde girecekti. Bütün bu vampirler gerçek bir ziyafet çektikten sonra artık kendilerinin kolay kolay tutamayacaklardı. Ama bu gecelik Riley bir kahramandı.
Sonunda – sanırım güneş doğduktan bayağı bir süre sonra- herkes sessizleşti ve dikkat kesildi. Yüzlerinden Riley’in söyleyeceği her şeye hazır oldukları anlaşılıyordu.
Liderimiz merdivenlerde birkaç basamak çıktı, yüzü ciddiydi.
“Üç şey,” diye başladı. “Öncelikle, doğru klana saldırdığımıza emin olmalıyız. Yanlışlıkla başka bir klanı katledersek, gerçek düşmanlarımız planımızdan haberdar olurlar. Onların kendilerine gereksiz yere fazla güvenmesi ve onları hazırlıksız yakalamamız gerek. Bu klanı belli eden iki şey var ve bunları fark etmek imkânsız. Öncelikle, farklı görünüyorlar – gözleri bal rengi.”
Şaşkınlık belirten mırıltılar yükseldi.
Raoul iğrenmiş bir sesle, “Bal rengi mi?”diye tekrar etti.
“Daha karşılaşamadığımız birçok vampir var. Size bu vampirlerin yaşlı olduğunu söylemiştim. Gözleri bizimkilerden daha zayıf, yaşlılıktan dolayı sararmış. İşte lehimize bir şey daha.”Kendi kendine, biri gitti, dermiş gibi başını salladı. “Ama başka yaşlı vampirler de var, o yüzden onların aradığımız klan olduğunu anlamamız için kesin başka bir yol var… ve işte burada işin içine bahsettiğim tatlı giriyor. “Riley sinsice gülümsedi.”Bunu anlamak zor olacak.”diye uyardı.”Ben de anlamıyorum ama kendi gözlerimle gördüm. Bu yaşlı vampirler o kadar yumuşamışlar ki, yanlarında evcil bir insan besliyorlar.”
Bildirisi sadece sessizlikle karşılandı çünkü kimse buna inanmamıştı.
“Biliyorum, sindirmesi zor ama doğru. Onların doğru klan olduğundan emin olacağız çünkü yanlarında insan bir kız olacak.”
“Yani…Nasıl?”diye sordu Kristie.”Yanlarında besinlerini mi taşıyorlar?”
“Hayır, hep aynı kız, sadece bir kişi ve onu öldürmeyi planlamıyorlar. Bunu nasıl başarıyorlar veya niye başarıyorlar bilmiyorum. Belki de sadece farklı olmayı seviyorlardır. Belki kendilerini ne kadar iyi kontrol ettiklerini gösterip hava atmak istiyorlardır. Belki bunun onları daha güçlü hale getirdiğini düşünüyorlardır. Bana hiç mantıklı gelmiyor. Ama onu gördüm. Hatta kokusunu aldım.”
Riley yavaş ve dramatik bir şekilde ceketinin cebine uzandı ve içinde kırmızı bir kumaş duran ufak bir torba çıkardı
“Son birkaç haftadır keşfe çıkıp bal rengi gözlüleri araştırıyorum ama bizim alanımıza yaklaştıkları an,” durup bize babacan bir bakış attı. “çocuklarımı gözetiyorum. Her neyse, bize yaklaştıklarını fark ettiğimde bunu aldım.”Elindeki torbayı salladı. “Böylece onların izini daha kolay sürebileceğiz. Hepinizin bu kokuyu ezberlemesini istiyorum.”
Torbayı Raoul’a verdi, Raoul fermuarlı torbayı açıp derin nefes aldı. Sonra da Riley’e şaşkın bir bakış attı.
“Biliyorum,”dedi Riley.”İnanılmaz, değil mi?”
Raoul torbayı Kevin’a uzattı, gözleri düşünceli bir hal almıştı.
Teker teker bütün vampirler torbayı kokladı ve herkesin gözleri büyüdü ama başka bir tepki vermediler. O kadar merak etmiştim ki, Fred’den tekrar midemin bulandığını hissedene kadar uzaklaştım, oluşturduğu korumadan çıkmıştım. Örümcek Adam hayranının yanına gelene kadar gizli gizli öne ilerledim. Çocuk torbayı kokladıktan sonra tam ona uzatan vampire geri verecekti ki, elimi uzatıp sessizce tısladım. Sanki beni daha önce hiç görmemiş gibi şaşırdı ve torbayı bana uzattı.
Anlaşılan o kırmızı kumaş bir bluzdu. Burnumu torbanın açıklığına soktum, ne olur ne olmaz diye gözlerimi yanımdaki vampirlerden ayırmadım ve kokuyu içime çektim.
Ah. Artık yüz ifadelerinin sebebiyetine anlam verebiliyor ve benim yüzümde de onlarınkine benzer bir ifade oluştuğunu hissedebiliyordum. Çünkü bu bluzu giyen insanın kanı kesinlikle çok lezzetli olmalıydı. Riley tatlı derken çok doğru bir kelime seçmişti. Öte yandan şimdiye kadar ilk defa bu kadar az susamıştım. O yüzden gözlerim takdirle büyüse de, boğazım yüzümü ekşitecek kadar yanmadı. Bu kanın tadını almak harika olurdu ama şu anda tadını alamadığım için canım acımıyordu.
Ne zaman susayacağımı merak ediyordum. Genelde beslendikten birkaç saat sonra acı geri dönüyor ve gitgide kötüleşiyordu, birkaç gün sonra ise bir saniyeliğine bile acıyı görmezden gelmek mümkün olmuyordu. İçtiğim aşırı miktardaki kan bunu geciktirir miydi? Çok yakında bunu anlayacaktım.
Kimsenin torbayı beklemediğine emin olmak için etrafıma bakındım çünkü Fred’in de oldukça meraklandığını tahmin ediyordum. Riley benimle göz göze geldi, hafifçe gülümsedi ve çenesiyle Fred’in durduğu köşeye işaret etti. Bu da biraz önce yapmak istedim şeyin tam tersini yapmak istememe sebep oldu ama Riley’i şüphelendirmek istemiyordum.
Fred’ doğru yürüdüm, mide bulantım kaybolana kadar tiksintimi görmezden geldim ve yanında durdum. Torbayı ona uzattım. Onu da bu işin içine katmayı akıl ettiğim için memnun görünüyordu. Gülümseyip bluzu kokladı. Bir saniye sonra kendi kendine, düşünceli bir halde başını salladı. Bana manalı bir bakış atarak torbayı uzattı. Bir daha yalnız kaldığımızda daha önce ne paylaşmak istediyse onu söyleyeceğimi düşüyordum.
Torbayı Örümcek Adam’a attım, çocuk torbayı yere düşmeden yakalamayı başardı.
Herkes bluzun kokusundan bahsediyordu. Riley ellerini iki kere çırptı.
“İşte, bahsettiğim tatlı buydu. Kız bal rengi gözlülerle beraber olacak. Ve ona önce kim ulaşırsa tatlıyı o alır. Bu kadar basit.”
Kalabalıktan takdir eden, hırslı hırıltılar yükseldi.
Basit, evet, ama…yanlış. Bal rengi gözlü klanı yok ediyor olmamız gerekmiyor muydu? Birliğin çok önemli olması gerekiyordu, sadece tek bir vampirin kazanacağı, ilk önce gelenin alacağı bir ödül olması birlik kavramına tamamen tersti. Bu planın tek garanti edebileceği sonuç bir insanın daha ölecek olmasıydı, ben bu orduyu motive edebilecek yarım düzine çok daha iyi fikir üretebilirdim. En çok bal rengi gözlüyü öldüren kızı alır. En çok takım ruhu gösteren kızı alır. Plana en iyi uyan. Emirleri en iyi uygulayan. Vesaire. Odağımız tehlikeli olmalıydı ve insan kız bir tehlike değildi.
Diğerlerine baktım ve hiçbirinin aynı mantığı yürütmediğine karar verdim. Raoul ve Kristie birbirine pis pis bakıyorlardı. Sara’yla Jen’in ise ödülü paylaşmak konusunda fısıldaştıklarını duydum.
Belki de Fred düşündüğüm şeyi anlamıştı çünkü o da kaşlarını çatmış bir biçimde duruyordu.
“Ve son olarak,”dedi Riley. İlk defa sesinde bir isteksizlik sezmiştim. “Bunu kabul etmek zor olacak, o yüzden size göstereceğim. Sizden benim yapmayacağım hiçbir şey istemeyeceğim. Bunu unutmayın- her adımda sizin yanınızda olacağım.”
Vampirler yine hareketsizleşmişlerdi. Raoul’un içinde kumaş olan torbayı tuttuğunu ve sahiplenici bir şekilde sıktığını gördüm.
“Vampir olmak hakkında öğrenmeniz gereken çok şey var.”dedi Riley. “Bazıları diğerlerinden daha mantıklı gelebilir. Bu başta doğru gelmeyecek şeylerden biri ama kendim de deneyimledim ve size göstereceğim.” Uzun bir an boyunca düşündü. “Güneş, senede dört kere, belli, eğik bir açıdan geliyor. O gün, senede dört kere, güvendeyiz…gündüz dışarı çıkabiliriz.”
Bütün küçük kıpırtılar sona erdi. Kimse nefes bile almıyordu. Riley artık bir grup heykelle konuşur gibiydi.
“Bu özel günlerden biri şimdi başlıyor. Bugün dışarıda doğan güneş hiçbirimize zarar vermeyecek. Ve bu nadir istisnayı düşmanlarımızı şaşırtmak için kullanacağız.
Düşüncelerim birden kontrolden çıktı. Demek Riley güneş varken dışarı çıkmamızın güvenli olduğunu biliyordu. Veya biliyordu, yaratıcımız ona bu ‘dört gün’ hikâyesini anlatmıştı. Ya da… bu doğruydu, ve Diego’yla şansa bu günlerden birine denk gelmiştik. Gerçi tabii Diego daha önce gölgede durmuştu. Ve Riley bunun her mevsimde bir kez olan, ekinoksumsu bir şey olduğunu ima etmişti ve Diego’yla gün ışığına sadece birkaç gün önce çıkabilmiştik.
Riley’in ve yaratıcımızın bizi güneşten korkutarak kontrol etmek istemesini anlıyordum. Bu mantıklıyı. Ama neden şimdi doğruyu-sınırlayarak söylüyorlardı?
Eminim bu o korkutucu koyu cübbelilerle ilgiliydi. Yaratıcımız muhtemelen son güne yaklaşmak istememişti. Cübbeliler daha ona bütün bal rengi gözlüleri öldürürsek yaşamasına izin vereceklerini söylememişlerdi. Buradaki hedefini başarır başarmaz kurşun gibi fırlayıp gideceğine emindim. Bütün bal rengi gözlüleri öldürüp Avustralya’da, ya da dünyanın öbür ucunda bir yerde uzun bir tatile çıkacaktı. Hiçbirimize özel davetiye göndermeyeceği kesindi. Bizim de kaçabilmemiz için hemen Diego’ya ulaşmalıydım. Riley’den ve yaratıcımızdan uzağa doğru gidebilmemiz için. Ve Fred’e bunu söylemeliydim. Onunla yalnız kalır kalmaz bunu anlatmaya karar verdim.
Bu ufak konuşmada o kadar fazla manipülasyon dönüyordu ki, hepsini anlayabildiğime bile emin değildim. Keşke Diego burada olsaydı da, Riley’in konuşmasını beraber analiz edebilseydik.
Eğer Riley bu dört gün hikâyesini şimdi uydurduysa, sanırım neden olduğun anlayabiliyordum. Şey, size bütün hayatınız boyunca yalan söyledim ama şimdi doğruyu söylüyorum, diyemezdi ya. Bugün onu savaşta takip etmemizi istiyordu; kazandığı güvenleri kaybedemezdi.
“Bu düşünceyle dehşete düşmeniz normal,”dedi Riley heykellere.”Şimdiye kadar hayatta kalmanızın sebebi size dikkatli olmanızı söylediğimde beni dinlemiş olmanız. Eve zamanında geldiniz, hata yapmadınız. Bu korku sizi akıllı ve dikkatli hale getirdi. Bu zeki korkuyu kolayca bir kenara bırakmanızı beklemiyorum. Ben söyledim diye kapıdan dışarı koşmanızı da. Ama…” Odayı gözleriyle bir kez taradı.”Dışarı çıktığımda sizden beni takip etmenizi bekliyorum.”
Gözleri sadece bir anlığına seyircilerden uzaklaştı ve başımın üzerindeki bir şeye odaklandı.
“Beni izleyin,”dedi. “Beni dinleyin. Bana güvenin. İyi olduğumu gördüğünüzde gözlerinize güvenin. Bugünkü güneşim teninizin üzerinde ilginç etkileri olacak. Göreceksiniz. Hiçbir şekilde canınızı acıtmayacak. Sizi gereksiz yere tehlikeye sokmam. Bunu biliyorsunuz.”
Merdivenlerden çıkmaya başladı.
“Riley, geceyi bekleyemez mi…”diye başladı Kristie.
“Dinleyin!” diye emretti Riley. “Bunu size eğlenmeniz için anlatmıyorum.”
“Bu düşman klanı” diye araya girdi Kristie. “Onlar yetenekli. Değil mi?”
Riley onaylayarak başını salladı. “Kesinlikle. Burada en azından birinin ipuçlarını birleştirebildiğine sevindim.”
Raoul’un üst dudağı seğirdi.
“Bu klan tehlikeli denecek kadar yetenekli,”diye devam etti Riley, sesi kısık bir fısıltıya dönmüştü. “İçlerinde bir zihin okuyucu var.” Yüzlerimizi inceledi ve bu bilginin önemini kavrayıp kavrayamadığımızı anlamaya çalıştı. Gördüklerinden memnun kalmamış gibiydi. “Düşünsenize! Kafanızdaki her şeyi bilecek. Saldırırsanız, yapacağınız hareketi siz yapmadan öğrenecek. Sola atıldığınızda, orada sizi bekliyor olacak.”
Gergin bir sessizlik oldu.
“İşte bu yüzden o kadar dikkatli davrandık… Ben ve sizi yaratan vampir.”
Riley o dişi vampirden bahsedince Kristie irkilerek geri çekildi. Raoul daha da kızgın görünüyordu. Odadaki bütün vampirlerin gerildiğini hissediyordum.
“Adını bilmiyorsunuz, nasıl göründüğünü de. Bu hepimizi koruyor. Eğer size tek başınızayken rastlasalardı, onunla bağlantılı olduğunuzu anlayamazlardı ve sizi rahat bırakabilirlerdi. Ama eğer onun klanının bir parçası olduğunuzu bilselerdi, ölümünüz gecikmezdi.”
Bu bana hiç mantıklı gelmemişti. Gizlilik bizden çok onu korumuyor muydu? Riley bu bilgiyi incelememize fırsat vermeden aceleyle devam etti.
“Tabii, artık Seattle’a geri dönmeye karar verdikleri içim bunun bir önemi yok. Onları buraya gelirken şaşırtacak ve böylece ortadan kaldıracağız. Yok olacaklar. Sonra sadece şehir bizim olmakla kalmayacak, diğer klanlar da bizimle uğraşmamaları gerektiğini öğrenecekler. Artık izlerimizi kapamak için çok fazla dikkat etmemize gerek kalmayacak. Ne kadar kan isterseniz, o kadar kanınız olacak. Her gece avlanacağız. Şehrin tam içine taşınacağız ve şehri yöneteceğiz.”
Çıkan hırıltılar ve homurdanmalar alkış gibiydi. Herkes Riley’e katılmıştı. Benim dışımda. Kıpırdamadım, hiçbir ses de çıkarmadım. Fred de… Ama bunun niye olduğunu kim bilebilirdi ki?
Riley’e katılmıyordum çünkü verdiği sözler kulağa yalan gibi geliyordu. İnanırsam bütün mantık zincirim birden bozulurdu. Riley bizi dikkatle avlanmaya itenin bu düşmanlar olduğunu söylemişti. Ama bu bütün vampirlerin gizleniyor olması gerektiği, yoksa insanların çok önceden onlardan haberdar olacağı gerçeğiyle çelişiyordu.
Bunu daha fazla düşünmeye devam edemedim çünkü merdivenlerin yukarısındaki kapı hala kıpırdamamıştı. Diego…
“Ama bunu beraber yapmalıyız. Bugün size birkaç teknik göstereceğim. Savaş tekniği. Savaşmak yerde çocuklar gibi kapışmaktan öte bir şey. Hava karardığında çalışmak için dışarı çıkacağız. Ve çok sıkı çalışmanızı ama odağınızı kaybetmemenizi istiyorum. Bu klanın bir üyesini daha kaybetmek istemiyorum! Hepimizin birbirine ihtiyacı var! Her birimize! Daha fazla aptallığı tolere etmeyeceğim ve beni dinlemeniz gerekmediğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.” Kısa bir an için durdu. “Ve sizi ona götürdüğümde,” –ürperdim, diğer herkes de benim gibi ürperirken odanın titrediğini hissettim- “o bacaklarınızı sökerken ve yavaşça, yavaşça parmaklarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı, dilinizi ve her türlü gereksiz uzantınızı yakarken, sizi kaçamamanız için tuttuğumda ne kadar yanıldığınızı anlarsınız.”
Hepimiz en azından bir uzvumuzu kaybetmiştik ve vampir olurken hepimiz yanmıştık, o yüzden bunun nasıl olacağını hayal etmek kolaydı ama esas dehşet verici olan tehdit eğildi. Gerçekten korkutucu olan şey Riley’in yüzünün bunları söylerken aldığı şekildi. Yüzü normalde kızgın olduğu gibi değildi, sakin ve soğuktu, pürüzsüz ve güzel, dudaklarının kenarları hafif bir gülümsemeye bürünmüştü. Birdenbire bunu yeni bir Riley olduğu izlenimine kapıldım. Bir şey onu değiştirmiş, sertleştirmişti ama bir gecede bu zalim, mükemmel gülümsemeyi neyin oluşturabileceğini hayal edemiyordum.
Titreyerek başımı çevirdim ve Raoul’un gülümsemesinin de Riley’inkini taklit ediyor olduğunu gördüm. Gelecekte kurbanlarını çok çabuk öldürmeyecekti anlaşılan.
“Şimdi, gruplar halinde çalışabilmek için birkaç takım oluşturalım.” dedi Riley, yüzü normale dönmüştü. “Kristie, Raoul, adamlarınızı toplayın ve diğerlerini de eşit şekilde ikiye bölün. Kavga etmeyin! Bana bunu mantıklı olarak yapabileceğinizi gösterin. Kendinizi kanıtlayın.”
Sonra ikisinden uzaklaştı ve anında tartışmaya başladıklarını görmezden geldi. Odanın dış tarafını dolaşıyordu. Geçerken birkaç vampirin omzuna dokundu ve onları iki yeni liderden birine doğru yöneltti. O kadar geniş bir daire çizmişti ki başta bana yaklaştığını anlamadım.
“Bree,” dedi, durduğum yere doğru gözleri kısık bir halde bakarak. Bakmak için çok saba sarf ediyor gibi görünüyordu.
Ben ise kendimi bir buz kalıbı gibi hissediyordum. İzimin kokusunu almış olmalıydı. Ölecektim.
“Bree?”dedi, sesi biraz daha yumuşaktı şimdi. Sesi bana benimle ilk konuşmasını hatırlatmıştı. Bana iyi davrandığı zamanı. Sonra sesini daha da alçaltıp, “Diego’ya sana bir mesaj ileteceğime dair söz verdim. Sana bunun bir Ninja işi olduğunu söylememi istedi. Bu sana hiçbir anlam ifade etmiyor mu?”
Hala bana bakamıyordu ama yavaş yavaş yaklaşıyordu.
“Diego?”diye mırıldandım. Kendimi tutamamıştım.
Riley gülümsedi. “Konuşabilir miyiz?” Başıyla kapıyı işaret etti. “Bütün pencereleri iki kere kontrol ettim. Üst kat tamamen karanlık ve güvenli.”
Fred’den uzaklaştığım an çok güvende olamayacağımı biliyordum ama Diego’nun bana söylemek istediği şeyi duymak istiyordum. Ne olmuştu? Keşke Riley’le konuşmak için onun yanında kalsaydım.
Riley’i odanın içinde takip ederken başımı aşağıda tuttum. Riley, Raoul’a birkaç talimat verdi, Kristie’ye doğru başını salladı, sonra da merdivenlerden çıkmaya başladı. Göz ucuyla birkaç kişinin merakla onu izlediğini gördüm.
Kapıdan önce Riley geçti. Evin mutfağı tıpkı söz verdiği gibi tamamen karanlıktı. Onu takip etmemi işaret etti. Birkaç açık yatak odası kapısını, bir de kapısında asma kilit olan bir kapıyı geçtik. En sonunda garajda durduk.
Çok kısık bir sesle, “Cesursun,”dedi. “Ya da bana çok güveniyorsun. Güneş tepedeyken seni yukarı çıkarmamın daha zor olacağını sanmıştım.”
Lanet olsun. Daha korkak davranmalıydım. Ama artık çok geçti. Omzumu silktim.
“Diego’yla çok yakınsınız değil mi?” diye sordu fısıldayarak. Eğer bodrumdaki herkes sessiz olsaydı, onu duyabilirlerdi ama şu anda aşağısı oldukça gürültülüydü.
Yine omzumu silktim.”Hayatımı kurtardı.”dedim.
Riley çenesini kaldırdı ve hafifçe başını salladı. Bana inanmış mıydı? Hala gündüz vaktinden korktuğumu mu düşünüyordu?
“Çok iyi biri,” dedi Riley. “Elimdeki en zeki çocuk o.”
Başımı salladım.
“Bu durum hakkında konuştuk. Birinin o klanı gözetlemesi gerekiyordu. Körü körüne gitmek çok tehlikeli. Önceden gözetlemesi için güvenebileceğim tek kişi o.”
Neredeyse öfkeli bir şekilde içini çekti. “Keşke ondan iki tane daha olsaydı! Raoul hemen sinirleniyor ve Kristie de esas olayı anlayamayacak kadar egoist ama elimdeki en iyi iki lider onlar ve onlarla idare etmek zorundayım. Diego senin de zeki olduğunu söyledi.”
Riley’in hikâyemizin ne kadarını bildiğine emin olamadığımdan sadece devam etmesini bekledim.
“Fred konusunda yardıma ihtiyacım var. O çocuk gerçekten çok güçlü! Bu gece ona bakamadım bile.”
Yine dikkatle başımı salladım.
“Düşmanlarımızın bize bakamadığını bir düşünsene! İşimiz çok kolaylaşır!”
Fred’in bu fikri beğeneceğinden emin değildim ama belki de yanılıyordum. Klanımızla ilgili hiçbir şeyi umursuyor değildi. Bizi kurtarmak isteyecek miydi? Riley’e cevap vermedim.
“Onunla beraber çok fazla vakit geçiriyorsun.”
Omzumu silktim.”Onun yanında durunca kimse beni rahatsız etmiyor. Ama yanında durmak kolay değil.”
Riley dudaklarını büzüp başını salladı. “Zekisin, tıpkı Diego’nun dediği gibi.”
“Diego nerede?”
Bunu sormamalıydım. Kelimeler kendi kendilerine ağzımdan çıkmıştı. Endişeyle bekledim, umursamaz görünmeye çalışıyordum ama bunu büyük ihtimalle başaramadığımdan emindim.
“Harcayacak zamanımız yok. Önümüzdeki günlerde olacakları öğrenir öğrenmez onu güneye yolladım. Eğer düşmanlarımız önceden saldırmaya karar verirlerse, bunu bilmemiz gerekir. Diego onlarla savaşmaya başladığımızda bizle buluşacak.”
Şu anda Diego’nun nerede olduğunu hayal etmeye çalıştım. Keşke onunla beraber olsaydım. O zaman belki onu Riley’in işini yapmaktan vazgeçirebilir, hayatını tehlikeye atmamasını sağlayabilirdim. Ya da belki de vazgeçiremezdim. Görünüşe göre, Diego tıpkı endişelendiğim gibi Riley’e çok yakındı.
“Diego sana bir şey söylememi istedi.”
Gözlerim hemen yüzüne kaydı. Çok hızlı, çok hevesli davranmıştım. Yine hata yapmıştım.
Gerçi söylediği bana çok saçma geldi. Dedi ki, ‘Bree’ye söyle, el sıkışmasını buldum. Ona dört gün sonra buluştuğumuzda göstereceğim.’ Bunu ne anlama geldiğini hiç bilmiyorum. Sen biliyor musun?”
Hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. “Belki. Gizli bir el sıkışması bulması gerektiğini söylemişti. Sualtındaki mağarası için. Bir tür parola gibi. Ama sadece dalga geçiyordu. Ne demek istediğini anlamadım.”
Riley güldü. “Zavallı Diego.”
“Ne?”
“Sanırım o seni, senin onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor.”
“Ah.” Şaşkınlıkla başımı çevirdim. Diego bu mesajı Riley’e güvenebileceğimi göstermek için mi vermişti? Ama Riley’e güneşi bildiğimi söylememişti. Yine de, Riley’e bu kadar fazla şey söylediğine, beni umursadığını gösterdiğine göre, ona güveniyor olmalıydı. Ama çenemi kapalı tutmanın daha akıllıca olacağına karar verdim. Çok fazla şey değişmişti.
“Onu hemen eleme, Bree. Dediğim gibi, tanıdığım en iyi vampir o. Ona bir şans ver.”
Riley bana aşk hayatım konusunda tavsiye mi veriyordu? Bu konuşma daha fazla garipleşemezdi. Başımı salladım ve, “Tabii.”dedim.
“Fred’le konuşmayı dene. Bizimle beraber savaşmasını sağla.”
Omzumu silktim. “Elimden geleni yaparım.”
Riley gülümsedi. “Harika. Gitmeden önce seni kenara çekerim, konuşmanın nasıl geçtiğini söylersin. Çaktırmadan sorarım, bu geceki gibi değil. Fred’in onu gözetlediğimi düşünmesini istemem.
“Tamam.”
Riley onu takip etmemi işaret etti ve bodruma doğru yola koyuldu.
Eğitimimiz bütün gün sürdü ama ben eğitime katılmadım. Riley takım liderlerinin yanına döndükten sonra ben de Fred’in yanındaki yerimi almıştım. Diğerleri dört kişilik dört gruba ayrılmışlardı. Raoul ve Kristie onları yönetiyordu. Kimse Fred’i seçmemişti, belki de Fred onları görmezden gelmişti, belki de onu göremiyorlardı bile. Ben ise onu hala görebiliyordum. Çok göze batıyordu çünkü odada savaşmayan tek kişi oydu.
Raoul’un da, Kristie’nin de takımına katılmaya hiç niyetim yoktu, o yüzden sadece izlemekle yetindim. Kimse Fred’le oturduğumu fark etmemiş gibiydi. Yetenekli Fred sayesinde görünmez gibi olsak da, ben korkunç bir şekilde göze battığımı hissediyordum. Keşke kendime görünmez olabilseydim, keşke bu illüzyonu görebilseydim, bu sayede görünmez olduğuma güvenebilirdim. Ama kimse bizi fark etmedi ve bir süre sonra az da olsa rahatladım.
Eğitimi yakından izledim. Ne olur ne olmaz diye her şeyi bilmek istiyordum. Savaşmak gibi bir planım yoktu. Diego’yu bulup kaçmak istiyordum. Ama ya Diego savaşmak isterse? Ya da diğerlerinden uzaklaşmak için savaşmamız gerekirse? Teknikleri öğrenmekle bir şey kaybetmezdim.
Sadece tek bir kişi Diego’yu sordu. Soran Kevin’dı ama ona bunu Raoul’un sordurduğunu hissetmiştim.
“Ee, Diego yandı mı?” diye sordu Kevin, sesinde zorlama bir alaycılık vardı.
“Diego onunla,” dedi Riley ve kimse kimi kastettiğini sorma ihtiyacı hissetmedi. “Gözetleme görevinde.”
Birkaç kişi titredi. Bir daha da kimse Diego’yla ilgili bir şey söylemedi.
Gerçekten onunla mıydı? Bunu düşününce korkudan olduğum yere sindim. Belki Riley sırf diğerleri Diego’yla ilgili soru sormasın diye öyle söylemişti. Raoul’un kıskanıp Diego’dan daha az becerikli olduğunu hissetmesini istemezdi, bugün Raoul’un çok ukala olmasına ihtiyacı vardı. Emin olamıyordum ve bunu sormayacaktım. Her zamanki gibi sessiz kaldım ve eğitimi izlemeye devam ettim
Savaşanları izlemek sıkıcı ve susatıcıydı. Riley ordusuna üç gün ve iki gece boyunca ara verdirmedi. Gündüz vakti kavgalardan kaçınmak daha zor oluyordu çünkü hepimiz bodrumda sıkış tıkış duruyorduk. Bu Riley için bir şeyi kolaylaştırmıyordu- kavgalar çığrından çıkmadan savaşanları durdurabiliyordu. Geceleyin ise dışarıda kavga edenlerin daha çok yeri oluyordu ve Riley kopan uzuvları toplamak için sağa sola koşturmak zorunda kalıyordu. Sinirlerine iyi hâkim olamıyordu ve bu sefer bütün çakmaklara el koyacak kadar zeki davranmıştı. Bunun kontrolden çıkacağına emindim. Raoul’la Kristie’nin günlerce savaşacağını ve birkaç klan üyesini kaybedeceğimizi düşünüyordum. Ama Riley onları tahmin ettiğimden çok daha fazla kontrol edebiliyordu.
Yine de eğitim çoğunlukla tekrardan ibaretti. Riley’in tekrar, tekrar, tekrar aynı şeyleri söylediğini fark etmiştim. Beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın, beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın, beraber çalışın, sırtınızı kollayın, körü körüne saldırmayın. Bu biraz saçmaydı ve grubu çok aptal gösteriyordu. Ama Fred’in yanında sükûnetle onları izlemek yerine kavgaların ortasında olsam ben de bu kadar aptal olurdum, bundan emindim.
Bu bana Riley’in bizi güneşten nasıl korkuttuğunu hatırlatmıştı. Sürekli tekrar ederek.
Yine de, ilk gün on saat geçtikten sonra iş o kadar sıkıcı bir hal almıştı ki, Fred bir deste kâğıt çıkarıp fal açmaya başladı. Bu aynı hataları sürekli olarak izlemekten daha eğlenceliydi, o yüzden ben de onu izlemeye başladım.
Yaklaşık on iki saat sonra tekrar içerideydik. Fred’e yana alabileceği kırmızı bir beşliyi gösterdim. Başını sallayıp beşliyi siyah altılının altına aldı. O elden sonra kartları ikimize birden dağıttı ve remi oynadık. Hiç konuşmadık, ama Fred birkaç kere gülümsedi. Kimse bize bakmamış veya onlara katılmamızı istememişti.
Avlanmak için ara verilmemişti ve zaman geçtikçe bunu görmezden gelmek de giderek zorlaştı. Daha az provokasyona rağmen daha çok kavga çıkıyordu. Riley emirlerini artık daha tiz bir sesle veriyordu ve iki kişinin kolunu koparmıştı. Ben ise yakıcı susuzluğu mümkün olduğu kadar düşünmemeye çalışıyordum. Ne de olsa Riley de susuyor olmalıydı, bu sonsuza kadar süremezdi ama genelde aklımdaki tek şey susuzluktu. Fred de çok gergin görünüyordu.
Üçüncü gecenin başlarında-artık tek bir gün kalmıştı ve akan kum saatini düşündüğümde boş midem düğümleniyordu- Riley bütün yapmacık kavgaları durdurdu.
“Toplanın çocuklar,” dedi ve herkes ona bakacak şekilde yarım bir daire oluşturdu. Orijinal çeteler birbirlerine yakın duruyordu, yani beraber eğitim almak yandaşlıkları değiştirmemişti. Fred kartları arka cebine koyup ayağa kalktı. Ben de onun yanında durdum, tiksindirici aurasının beni gizleyeceğine güveniyordum.
“İyi iş çıkardınız,” dedi Riley. “Bu gece ödüllendirileceksiniz. İstediğiniz kadar için çünkü yarın güçlü olmak isteyeceksiniz.”
Herkesten rahatlamış hırıltılar geldi.
“Güçlü olmaya ihtiyacınız olacak yerine özellikle güçlü olacaksınız dedim.”diye devam etti Riley. “Bence çok iyi öğrendiniz. Zeki davrandınız ve sıkı çalıştınız. Düşmanlarımız neye uğradıklarını şaşıracaklar!”
Kristie ve Raoul hırladı ve ikisinin de çeteleri hemen onları taklit etti. Buna şaşırmıştım, ama şu anda gerçekten bir orduya benziyorlardı. Formalarla uygun adım yürümüyorlardı ama verdikleri tepkilerde bir birlik vardı. Sanki hepsi büyük bir organizmanın parçasıymış gibi. Her zamanki gibi, Fred ve ben bu hırıltılara katılmamıştık ama sadece Riley’in bizim farkımızda olduğunu düşünüyordum, aslında o da çok farkında değildi. Ara sıra gözleri durduğumuz yere kayıyordu. Sanki Fred’in yeteneğinin hala var olup olmadığını kontrol ediyor gibiydi. Riley onlara katılmamızı umursuyormuş gibi değildi. En azından şu anda.
“Şey, yarın gece, demek istiyorsun, değil mi patron?” diye düzeltti Raoul.
“Evet,”dedi Riley, garip bir gülümsemeyle. Kimse cevabındaki garipliği fark etmemiş gibiydi – Fred dışında. Tek kaşını kaldırarak bana baktı. Omzumu silktim.
“Ödülünüze hazır mısınız?” diye sordu Riley.
Küçük ordusu gürledi.
“Bu gece rakiplerimiz ortadan kalktıktan sonra hayatın nasıl olacağını tadacaksınız. Beni izleyin!”
Riley ilerledi, Raoul ve takımı hemen arkasındaydı. Kristie’nin grubu ise öne geçmek için onları iteliyordu.
“Beni fikrimi değiştirmeye zorlamayın!”diye bağırdı Riley. “Hepiniz susuz kalabilirsiniz. Hiç umurumda olmaz!”
Kristie bağırarak bir emir verdi ve grubu hemen Raoul’unkinin arkasına geçti. Fred’le onlar gözden kaybolana dek bekledik. Sonra Fred koluyla, önden bayanlar işareti yaptı. Sırtını kollamak istiyormuş gibi değildi, sadece nazik davranıyordu. Ordunun peşinden koşmaya başladım.
Diğerleri çoktan gitmişti ama kokularını izlemek çok kolaydı. Fred’le hoş bir sessizlik içinde koşuyorduk. Ne düşündüğünü merak ediyordum. Belki de sadece susamıştı. Benim boğazım yanıyordu, o yüzden onunki de yanıyor olmalıydı.
Beş dakika sonra diğerlerine yetişmiştik ama yine de mesafemizi koruduk. Ordu şaşırtıcı bir sessizlikle ilerliyordu. Odaklanmışlardı ve daha… disiplinlilerdi. Keşke Riley bu eğitime biraz daha önce başlasaydı. Bu grubun yanında olmak daha kolaydı.
İki şeritli bir yolu ve başka bir ormanı geçip sahile geldik. Su pürüzsüzdü, kuzeye doğru ilerlemiştik, o yüzden boğaza varmış olmalıydık. Yolumuzun üzerinde hiçbir ev yoktu, Riley’in özellikle bu rotayı seçtiğine emindim. Çok susamıştık ve gergindik, ufak organizasyonumuzun birkaç insan gördüğümüzde dağılması işten değildi.
Daha önce hiç hep beraber avlanmamıştık ve şu anda bunun iyi bir fikir olmadığına emindim. Kevin ve Örümcek Adam hayranının Diego’yla konuştuğum ilk gece arabadaki kadın için nasıl kavga ettiğini hatırlıyordum. Riley bir sürü insan bulsa iyi olurdu, yoksa vampirler en çok kanı alabilmek için birbirlerine saldırmaya başlayacaklardı.
Liderimiz suyun yanında durdu.
“Kendinizi tutmayın,”dedi. “İyi beslenmenizi ve güçlü olmanızı istiyorum. Zirvede olmanızı. Hadi… gidip eğlenelim.”
Daha sonra zarafetle koya daldı. Diğerleri de suyun altına dalarken heyecanla hırlıyorlardı. Fred’le bu sefer gruba daha fazla yaklaştık çünkü suyun altında kokularını takip edemezdik. Ama Fred’in isteksiz olduğunu biliyordum. Gerçekten de istediğiniz kadar yiyin tarzı bir açık büfe yerine karşısına başka bir şey çıktığı an geri çekilmeye hazırdı. Anlaşılan o da benim gibi Riley’e güvenmiyordu.
Kısa bir süre yüzdükten sonra diğerlerinin yukarı çıktığını gördük. En son yüzeye çıkan Fred’le bendik ve Riley sanki bizi bekliyormuş gibi kafalarımız sudan çıktığı anda konuşmaya başladı. Diğerlerinin aksine o, Fred’in farkında olmalıydı.
Muhtemelen Kanada’dan en son seferini yapan büyük bir feribota elini sallayarak, “İşte,”dedi. “Bana sadece bir dakika verin. Elektrik gittiği zaman içindekilerle doya doya beslenebilirsiniz.”
Heyecanlı mırıltılar yükseldi. Biri kıkırdadı. Riley kurşun gibi fırladı ve onu büyük motorun kenarında gördük. Geminin üzerindeki kontrol kulesine çıktı. Tahminen radyoyu susturacaktı. Dikkat etmemizin tek sebebinin düşmanlarımız olduğunu söylüyordu ama tek sebebinin bu olmadığına emindim. İnsanların vampirlerden haberdar olmaması gerekiyordu. En azından uzun bir süre boyunca. Sadece onları öldürmeden önceki saniyelerde haberdar olmalarında ise problem yoktu.
Riley önündeki büyük cam pencereyi tekmeledi ve kulenin içinde kayboldu. Beş saniye sonra ışıklar sönmüştü.
Raoul’un çoktan yola koyulduğunu fark ettim. Riley’in arkasından gittiğimizi fark etmemiz için suyun altına dalmış olmalıydı. Diğer herkes de yüzmeye başladı ve deniz sanki birazdan kocaman bir barakuda saldıracakmış gibi dalgalandı.
Fred’le onların arkasından yavaşça yüzüyorduk. Garip bir şekilde, sanki uzun zamandır evli bir çift gibi davranıyorduk. Hiç konuşmuyor ama her şeyi aynı anda yapıyorduk.
Üç saniye sonra feribota vardık, gece çoktan çığlıklarla ve kanın ılık kokusuyla dolmuştu. Koku ne kadar susadığımı fark etmemi sağladı ama en son fark ettiğim şey buydu. Bundan sonra beynim çalışmayı tamamen durdurdu. Boğazımda yakıcı acıdan başka bir şey yoktu ve her yerde bu ateşi söndürecek lezzetli kanlar vardı.
Beslenmemiz bittikten ve gemide bir tane bile atan kalp kalmadıktan sonra tek başıma kaç kişiyi öldürdüğüme emin olamadım. Kesinlikle daha önceki avlanmalarımda öldürdüğümün en az üç katını öldürmüştüm. Kendimi sıcak ve canlı hissediyordum. Susuzluğumun tamamen bitmesinden sonra bile çok uzun bir süre içmeye devam etmiştim, sadece kanın tadı için. Feribottaki kanın çoğu temiz ve çekiciydi – bu yolcular süprüntü değildi. Kendimi tutmamış olsam da, muhtemelen öldürme konusunda sayı olarak bayağı aşağılardaydım. Raoul’un yanında o kadar fazla ceset vardı ki, ufak bir tepe oluşturuyordu. Raoul ise bu tepenin üzerinde oturmuş kendi kendine sesli bir şekilde gülüyordu.
Gülen tek kişi o değildi. Karanlık gemi neşeli seslerle doluydu. Kristie’nin, “Bu harikaydı, Riley’e koca bir alkış!”dediğini duydum ve grubundan birkaç kişi mutlu sarhoşlar gibi bağırıp çağırdı.
Daha sonra Jen ve Kevin’ı gördüm, sırılsıklamlardı. Jen, Riley’e “Hepsini öldürdük, patron.”dedi. Demek ki birkaç kişi kaçmak için yüzmeye yeltenmişti. Onları fark etmemiştim.
Fred’e bakındım. Onu bulmam biraz zaman aldı. Sonunda satış otomatlarının oraya bakmadığını fark ettim ve o tarafa yöneldim. Başta sallanan feribotun midemi bulandırdığını sandım ama yeteri kadar yaklaştığımda bu his kayboldu ve Fred’in pencerenin yanında durduğunu gördüm. Bana gülümsedi ve arkama baktı. Ben de bakışlarını takip ettim ve Riley’i izlediğini gördüm. Sanırım bunu bir süredir yapıyordu.
“Pekala çocuklar,”dedi Riley. “Tatlı hayatın tadına baktınız ama artık yapacak işlerimiz var!”
Herkes hevesle gürledi.
“Size söyleyeceğim üç şey daha var ve bunların biri tatlıyı içeriyor, o yüzden hadi, bu gemiyi batırıp eve gidelim!”
Ordu, hırlamalarla karışık kahkahalarla gemiyi mahvetmeye girişti. Fred’le pencereden kaçtık ve olayları uzaktan izledik. Feribotun metalin yüksek gıcırtısıyla ortadan bölünmesi çok uzun sürmedi. Başta geminin orta kısmı battı, kıç tarafı da pruva da hala gökyüzüne bakıyordu. Sonra teker teker onlar da battı, kıç tarafı pruvayı birkaç saniyeyle geçmişti. Kocaman barakudalar sürüsü bize doğru ilerledi. Fred’le kıyıya yüzmeye başladık.
Diğerleriyle beraber eve koştuk ama mesafemizi yine koruduk. Birkaç kere Fred bana bir şey söyleyecekmiş gibi baktı ama her seferinde fikrini değiştirmiş gibi başını çevirdi.
Eve geldiğimizde Riley zafer dansı edasını azaltmaya çalıştı. Birkaç saat geçmiş olmasına rağmen hala herkesi ciddileştirmeye zorlanıyordu. İlk defa sonlandırmaya çalıştığı şey bir kavga değil, neşeli ruh halleriydi. Eğer Riley’in verdiği sözler yalansa, diye düşündüm, bu tuzak sona erdiğinde başı derde girecekti. Bütün bu vampirler gerçek bir ziyafet çektikten sonra artık kendilerinin kolay kolay tutamayacaklardı. Ama bu gecelik Riley bir kahramandı.
Sonunda – sanırım güneş doğduktan bayağı bir süre sonra- herkes sessizleşti ve dikkat kesildi. Yüzlerinden Riley’in söyleyeceği her şeye hazır oldukları anlaşılıyordu.
Liderimiz merdivenlerde birkaç basamak çıktı, yüzü ciddiydi.
“Üç şey,” diye başladı. “Öncelikle, doğru klana saldırdığımıza emin olmalıyız. Yanlışlıkla başka bir klanı katledersek, gerçek düşmanlarımız planımızdan haberdar olurlar. Onların kendilerine gereksiz yere fazla güvenmesi ve onları hazırlıksız yakalamamız gerek. Bu klanı belli eden iki şey var ve bunları fark etmek imkânsız. Öncelikle, farklı görünüyorlar – gözleri bal rengi.”
Şaşkınlık belirten mırıltılar yükseldi.
Raoul iğrenmiş bir sesle, “Bal rengi mi?”diye tekrar etti.
“Daha karşılaşamadığımız birçok vampir var. Size bu vampirlerin yaşlı olduğunu söylemiştim. Gözleri bizimkilerden daha zayıf, yaşlılıktan dolayı sararmış. İşte lehimize bir şey daha.”Kendi kendine, biri gitti, dermiş gibi başını salladı. “Ama başka yaşlı vampirler de var, o yüzden onların aradığımız klan olduğunu anlamamız için kesin başka bir yol var… ve işte burada işin içine bahsettiğim tatlı giriyor. “Riley sinsice gülümsedi.”Bunu anlamak zor olacak.”diye uyardı.”Ben de anlamıyorum ama kendi gözlerimle gördüm. Bu yaşlı vampirler o kadar yumuşamışlar ki, yanlarında evcil bir insan besliyorlar.”
Bildirisi sadece sessizlikle karşılandı çünkü kimse buna inanmamıştı.
“Biliyorum, sindirmesi zor ama doğru. Onların doğru klan olduğundan emin olacağız çünkü yanlarında insan bir kız olacak.”
“Yani…Nasıl?”diye sordu Kristie.”Yanlarında besinlerini mi taşıyorlar?”
“Hayır, hep aynı kız, sadece bir kişi ve onu öldürmeyi planlamıyorlar. Bunu nasıl başarıyorlar veya niye başarıyorlar bilmiyorum. Belki de sadece farklı olmayı seviyorlardır. Belki kendilerini ne kadar iyi kontrol ettiklerini gösterip hava atmak istiyorlardır. Belki bunun onları daha güçlü hale getirdiğini düşünüyorlardır. Bana hiç mantıklı gelmiyor. Ama onu gördüm. Hatta kokusunu aldım.”
Riley yavaş ve dramatik bir şekilde ceketinin cebine uzandı ve içinde kırmızı bir kumaş duran ufak bir torba çıkardı
“Son birkaç haftadır keşfe çıkıp bal rengi gözlüleri araştırıyorum ama bizim alanımıza yaklaştıkları an,” durup bize babacan bir bakış attı. “çocuklarımı gözetiyorum. Her neyse, bize yaklaştıklarını fark ettiğimde bunu aldım.”Elindeki torbayı salladı. “Böylece onların izini daha kolay sürebileceğiz. Hepinizin bu kokuyu ezberlemesini istiyorum.”
Torbayı Raoul’a verdi, Raoul fermuarlı torbayı açıp derin nefes aldı. Sonra da Riley’e şaşkın bir bakış attı.
“Biliyorum,”dedi Riley.”İnanılmaz, değil mi?”
Raoul torbayı Kevin’a uzattı, gözleri düşünceli bir hal almıştı.
Teker teker bütün vampirler torbayı kokladı ve herkesin gözleri büyüdü ama başka bir tepki vermediler. O kadar merak etmiştim ki, Fred’den tekrar midemin bulandığını hissedene kadar uzaklaştım, oluşturduğu korumadan çıkmıştım. Örümcek Adam hayranının yanına gelene kadar gizli gizli öne ilerledim. Çocuk torbayı kokladıktan sonra tam ona uzatan vampire geri verecekti ki, elimi uzatıp sessizce tısladım. Sanki beni daha önce hiç görmemiş gibi şaşırdı ve torbayı bana uzattı.
Anlaşılan o kırmızı kumaş bir bluzdu. Burnumu torbanın açıklığına soktum, ne olur ne olmaz diye gözlerimi yanımdaki vampirlerden ayırmadım ve kokuyu içime çektim.
Ah. Artık yüz ifadelerinin sebebiyetine anlam verebiliyor ve benim yüzümde de onlarınkine benzer bir ifade oluştuğunu hissedebiliyordum. Çünkü bu bluzu giyen insanın kanı kesinlikle çok lezzetli olmalıydı. Riley tatlı derken çok doğru bir kelime seçmişti. Öte yandan şimdiye kadar ilk defa bu kadar az susamıştım. O yüzden gözlerim takdirle büyüse de, boğazım yüzümü ekşitecek kadar yanmadı. Bu kanın tadını almak harika olurdu ama şu anda tadını alamadığım için canım acımıyordu.
Ne zaman susayacağımı merak ediyordum. Genelde beslendikten birkaç saat sonra acı geri dönüyor ve gitgide kötüleşiyordu, birkaç gün sonra ise bir saniyeliğine bile acıyı görmezden gelmek mümkün olmuyordu. İçtiğim aşırı miktardaki kan bunu geciktirir miydi? Çok yakında bunu anlayacaktım.
Kimsenin torbayı beklemediğine emin olmak için etrafıma bakındım çünkü Fred’in de oldukça meraklandığını tahmin ediyordum. Riley benimle göz göze geldi, hafifçe gülümsedi ve çenesiyle Fred’in durduğu köşeye işaret etti. Bu da biraz önce yapmak istedim şeyin tam tersini yapmak istememe sebep oldu ama Riley’i şüphelendirmek istemiyordum.
Fred’ doğru yürüdüm, mide bulantım kaybolana kadar tiksintimi görmezden geldim ve yanında durdum. Torbayı ona uzattım. Onu da bu işin içine katmayı akıl ettiğim için memnun görünüyordu. Gülümseyip bluzu kokladı. Bir saniye sonra kendi kendine, düşünceli bir halde başını salladı. Bana manalı bir bakış atarak torbayı uzattı. Bir daha yalnız kaldığımızda daha önce ne paylaşmak istediyse onu söyleyeceğimi düşüyordum.
Torbayı Örümcek Adam’a attım, çocuk torbayı yere düşmeden yakalamayı başardı.
Herkes bluzun kokusundan bahsediyordu. Riley ellerini iki kere çırptı.
“İşte, bahsettiğim tatlı buydu. Kız bal rengi gözlülerle beraber olacak. Ve ona önce kim ulaşırsa tatlıyı o alır. Bu kadar basit.”
Kalabalıktan takdir eden, hırslı hırıltılar yükseldi.
Basit, evet, ama…yanlış. Bal rengi gözlü klanı yok ediyor olmamız gerekmiyor muydu? Birliğin çok önemli olması gerekiyordu, sadece tek bir vampirin kazanacağı, ilk önce gelenin alacağı bir ödül olması birlik kavramına tamamen tersti. Bu planın tek garanti edebileceği sonuç bir insanın daha ölecek olmasıydı, ben bu orduyu motive edebilecek yarım düzine çok daha iyi fikir üretebilirdim. En çok bal rengi gözlüyü öldüren kızı alır. En çok takım ruhu gösteren kızı alır. Plana en iyi uyan. Emirleri en iyi uygulayan. Vesaire. Odağımız tehlikeli olmalıydı ve insan kız bir tehlike değildi.
Diğerlerine baktım ve hiçbirinin aynı mantığı yürütmediğine karar verdim. Raoul ve Kristie birbirine pis pis bakıyorlardı. Sara’yla Jen’in ise ödülü paylaşmak konusunda fısıldaştıklarını duydum.
Belki de Fred düşündüğüm şeyi anlamıştı çünkü o da kaşlarını çatmış bir biçimde duruyordu.
“Ve son olarak,”dedi Riley. İlk defa sesinde bir isteksizlik sezmiştim. “Bunu kabul etmek zor olacak, o yüzden size göstereceğim. Sizden benim yapmayacağım hiçbir şey istemeyeceğim. Bunu unutmayın- her adımda sizin yanınızda olacağım.”
Vampirler yine hareketsizleşmişlerdi. Raoul’un içinde kumaş olan torbayı tuttuğunu ve sahiplenici bir şekilde sıktığını gördüm.
“Vampir olmak hakkında öğrenmeniz gereken çok şey var.”dedi Riley. “Bazıları diğerlerinden daha mantıklı gelebilir. Bu başta doğru gelmeyecek şeylerden biri ama kendim de deneyimledim ve size göstereceğim.” Uzun bir an boyunca düşündü. “Güneş, senede dört kere, belli, eğik bir açıdan geliyor. O gün, senede dört kere, güvendeyiz…gündüz dışarı çıkabiliriz.”
Bütün küçük kıpırtılar sona erdi. Kimse nefes bile almıyordu. Riley artık bir grup heykelle konuşur gibiydi.
“Bu özel günlerden biri şimdi başlıyor. Bugün dışarıda doğan güneş hiçbirimize zarar vermeyecek. Ve bu nadir istisnayı düşmanlarımızı şaşırtmak için kullanacağız.
Düşüncelerim birden kontrolden çıktı. Demek Riley güneş varken dışarı çıkmamızın güvenli olduğunu biliyordu. Veya biliyordu, yaratıcımız ona bu ‘dört gün’ hikâyesini anlatmıştı. Ya da… bu doğruydu, ve Diego’yla şansa bu günlerden birine denk gelmiştik. Gerçi tabii Diego daha önce gölgede durmuştu. Ve Riley bunun her mevsimde bir kez olan, ekinoksumsu bir şey olduğunu ima etmişti ve Diego’yla gün ışığına sadece birkaç gün önce çıkabilmiştik.
Riley’in ve yaratıcımızın bizi güneşten korkutarak kontrol etmek istemesini anlıyordum. Bu mantıklıyı. Ama neden şimdi doğruyu-sınırlayarak söylüyorlardı?
Eminim bu o korkutucu koyu cübbelilerle ilgiliydi. Yaratıcımız muhtemelen son güne yaklaşmak istememişti. Cübbeliler daha ona bütün bal rengi gözlüleri öldürürsek yaşamasına izin vereceklerini söylememişlerdi. Buradaki hedefini başarır başarmaz kurşun gibi fırlayıp gideceğine emindim. Bütün bal rengi gözlüleri öldürüp Avustralya’da, ya da dünyanın öbür ucunda bir yerde uzun bir tatile çıkacaktı. Hiçbirimize özel davetiye göndermeyeceği kesindi. Bizim de kaçabilmemiz için hemen Diego’ya ulaşmalıydım. Riley’den ve yaratıcımızdan uzağa doğru gidebilmemiz için. Ve Fred’e bunu söylemeliydim. Onunla yalnız kalır kalmaz bunu anlatmaya karar verdim.
Bu ufak konuşmada o kadar fazla manipülasyon dönüyordu ki, hepsini anlayabildiğime bile emin değildim. Keşke Diego burada olsaydı da, Riley’in konuşmasını beraber analiz edebilseydik.
Eğer Riley bu dört gün hikâyesini şimdi uydurduysa, sanırım neden olduğun anlayabiliyordum. Şey, size bütün hayatınız boyunca yalan söyledim ama şimdi doğruyu söylüyorum, diyemezdi ya. Bugün onu savaşta takip etmemizi istiyordu; kazandığı güvenleri kaybedemezdi.
“Bu düşünceyle dehşete düşmeniz normal,”dedi Riley heykellere.”Şimdiye kadar hayatta kalmanızın sebebi size dikkatli olmanızı söylediğimde beni dinlemiş olmanız. Eve zamanında geldiniz, hata yapmadınız. Bu korku sizi akıllı ve dikkatli hale getirdi. Bu zeki korkuyu kolayca bir kenara bırakmanızı beklemiyorum. Ben söyledim diye kapıdan dışarı koşmanızı da. Ama…” Odayı gözleriyle bir kez taradı.”Dışarı çıktığımda sizden beni takip etmenizi bekliyorum.”
Gözleri sadece bir anlığına seyircilerden uzaklaştı ve başımın üzerindeki bir şeye odaklandı.
“Beni izleyin,”dedi. “Beni dinleyin. Bana güvenin. İyi olduğumu gördüğünüzde gözlerinize güvenin. Bugünkü güneşim teninizin üzerinde ilginç etkileri olacak. Göreceksiniz. Hiçbir şekilde canınızı acıtmayacak. Sizi gereksiz yere tehlikeye sokmam. Bunu biliyorsunuz.”
Merdivenlerden çıkmaya başladı.
“Riley, geceyi bekleyemez mi…”diye başladı Kristie.