Twilight Fan

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Twilight


    Eclipse 24.Bölüm

    Daphne
    Daphne
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 164
    Kayıt tarihi : 15/11/10
    Yaş : 29
    Nerden : Twilight'tan

    Eclipse 24.Bölüm Empty Eclipse 24.Bölüm

    Mesaj tarafından Daphne Salı Kas. 16, 2010 11:10 am

    Uyku tulumunda yüz üstü yatarak, adaletin gelip beni bulmasını bekledim. Belki bir çığ düşer
    de beni buraya gömerdi. Keşke yapsaydı. Bir daha asla yüzümü aynada görmek zorunda
    kalmak istemiyordum.
    Beni uyaran hiçbir ses yoktu. Birdenbire Edward’ın soğuk eli taranmamış saçlarımı okşadı.
    Dokunuşuyla birlikte suçluluk hissederek titredim.
    “İyi misin?” diye mırıldandı, sesi endişeliydi.
    “Hayır. Ölmek istiyorum.”
    “Bu asla olmayacak. İzin vermem.”
    İnledim ve sonra fısıldadım. “O konuda fikrini değiştirebilirsin.”
    “Jacob nerede?”
    “Savaşmaya gitti,” diye mırıldandım başımı yere eğerek.
    Jacob kamptan olabildiğince hızlı bir şekilde açıklığa koşarak ve öbür haline dönüşme
    hazırlıkları içinde coşkulu bir sevinçle – neşeli bir “Hemen dönerim” ile – ayrılmıştı. Şimdi
    bütün sürü her şeyi öğrenmişti. Çadırın dışında volta atan Seth Clearwater, rezilliğime
    yakından tanık olmuştu.
    Edward bir süre sessiz kaldı. “Ah,” dedi sonunda.
    Ses tonu, beni çığımın yeteri kadar çabuk düşmediği konusunda endişelendirdi. Göz ucuyla
    ona baktım ve gözlerinin sanki duymasındansa ölmeyi yeğleyeceğim o şeyi dinliyormuş gibi
    dalgın olduğunu gördüm. Başımı tekrar yere yapıştırdım.
    Edward gönülsüzce kıkırdadığında afalladım.
    “Ve bir de ben kendimi pis dövüşüyor sanıyordum,” dedi ikinci bir hayranlıkla. “Onun yanında
    ben sütten çıkmış ak kaşık gibi kalıyorum.” Elini, yanağımın açıkta kalan kısımlarında
    dolaştırdı. “Sana kızgın değilim, aşkım. Jacob zannettiğimden de kurnaz. Sadece ondan
    istememiş olmanı dilerdim, gerçi.”
    “Edward,” diye fısıldadım çadırın içinde. “Ben... Ben... Ben... –”
    “Şşşşt,” diye susturdu beni parmaklarıyla yanağımı okşayarak. “Bahsettiğim o değil. O seni
    nasılsa yine de öpecekti – sen atlamasaydın bile – ve şimdi benim çenesini kırmam için bir
    sebebim yok. Bu da hoşuma giderdi gerçi.”
    “Atlamak?” diye mırıldandım neredeyse anlaşılmaz şekilde.
    “Bella, gerçekten o kadar yüce gönüllü olduğuna inandın mı? Sadece bana yol açmak için
    ihtişam içinde yoldan çekileceğine inandın mı?”
    Başımı kaldırdım ve sabırlı bakışlarına karşılık verdim. İfadesi yumuşaktı, gözleriyse hakkım
    olan tiksintidense anlayışla doluydu.
    “Evet, inandım,” diye mırıldandım ve sonra gözlerimi kaçırdım. Ama beni kandırdığı için
    Jacob’a herhangi bir kızgınlık duymuyordum. Vücudumda kendime olan nefretim dışında
    başka bir şeye yer yoktu.
    Edward tekrar yavaşça güldü. “O kadar kötü bir yalancısın ki, en ufak bir yalan söyleme
    yeteneği olan herkese inanırsın.”
    “Sen neden bana kızgın değilsin?” diye fısıldadım. “Neden benden nefret etmiyorsun? Ya da
    hikayenin tamamını duymadın mı henüz?”
    “Sanırım oldukça kapsamlı bir bakış attım,” dedi hafif, sakin bir sesle. “Jacob zihninde oldukça
    canlı resimler çiziyor. Sürüsü için neredeyse kendim için hissettiğim kadar kötü hissediyorum.
    Zavallı Seth’in midesi bulanmıştır. Ama Sam şu anda Jacob’ın odaklanmasını sağlıyor.”
    Gözlerimi kapattım ve başımı ıstırap içinde salladım. Çadırın zemininin keskin naylon lifleri
    tenimi çizdi.
    “Sen yalnızca bir insansın,” diye fısıldadı, yine saçımı okşuyordu.
    “Bu hayatımda duyduğum en sefil savunma.”
    “Ama öylesin, Bella. Ve her ne kadar tersini dilesem de, o da öyle... Hayatında benim
    dolduramadığım boşluklar var. Bunu anlıyorum.”
    “Ama bu doğru değil. Beni bu kadar korkunç yapan da o. Hiç boşluk yok.”
    “Onu seviyorsun,” diye mırıldandı nazikçe.
    Vucüdumdaki her hücre inkar etmek için yanıp tutuştu.
    “Seni daha çok seviyorum,” dedim. Yapabileceğimin en iyisiydi.
    “Evet, onu da biliyorum. Ama... seni terk ettiğimde, Bella, seni kanayarak bıraktım. Bu
    yaralarını saran ve tekrar ayağa kaldıran Jacob oldu. Bu mutlaka iz bırakır – her ikiniz üzerinde
    de. Bu sargıların kendi başına çözüldüğünden pek emin değilim. Benim mecbur bıraktığım bir
    şey için ikinizi de suçlayamam. Affedilebilirim, ama bu işin sonuçlarından kaçabileceğim
    anlamına gelmez.”
    “Kendini suçlayabilmenin yolunu bulabileceğini bilmeliydim. Lütfen kes. Dayanamıyorum.”
    “Ne söylememi istersin?”
    “Bana aklına gelen her dilde, aklına gelen her kötü kelimeyi söylemeni istiyorum. Benden
    tiksindiğini ve beni terk edeceğini söylemeni istiyorum ki böylece dizlerimin üstüne çöküp
    kalman için yalvarabileyim.”
    “Üzgünüm,” içini çekti. “Bunu yapamam.”
    “En azından beni daha iyi hissettirmeye çalışma. Bırak acı çekeyim. Hak ediyorum.”
    “Hayır,” diye mırıldandı.
    Başımla yavaşça onayladım. “Haklısın. Aşırı anlayışlı olmaya devam et. Sanırım bu daha kötü.”
    Bir süre sessiz kaldı ve birden havada farklı bir atmosfer vardı, yeni bir aciliyet.
    “Yaklaşıyor,” diye belirttim.
    “Ever, birkaç dakikası var. Son bir şey daha söylemek için yeterli bir süre...”
    Bekledim. Sonunda tekrar konuştuğunda, fısıldıyordu. “Ben yüce gönüllü olabilirim, Bella.
    Seni ikimiz arasında bir seçim yap diye zorlamayacağım. Sadece mutlu ol ve benim hangi
    parçamı istiyorsan al, ya da hiçbirini alma eğer bu daha iyiysi. Bana borçlu olduğun hissinin
    kararını etkilemesine izin verme.”
    Kendimi yere atıp dizlerimin üstüne çöktüm.
    “Lanet olsun, kes şunu!” diye bağırdım ona.
    Gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Hayır – anlamıyorsun. Seni sadece iyi hissettirmeye çalışmıyorum,
    Bella, doğruları söylüyorum.”
    “Ne yaptığını biliyorum,”diye inledim.“Ama mücadele etmeye ne oldu? Asil fedakarlıklardan
    başlatma şimdi! Mücadele et!”
    “Nasıl?” diye sordu. Gözlerinde eskilerden kalma bir keder vardı.
    Kucağına tırmandım, kollarımı etrafına doladım.
    “Burasının soğuk olması umurumda değil. Şu anda bir köpek gibi kokmam umurumda değil.
    Ne kadar korkunç biri olduğumu unuttur bana. Onu unuttur bana. Kendi adımı unuttur bana.
    Mücadele et!”
    Karar vermesini beklemedim – ya da benim gibi cani, sadakatsiz bir canavarla ilgilenmediğini
    söyleme şansı vermek istemedim. Kendimi ona doğru ittim ve buz gibi dudaklarını
    dudaklarımla ezdim.
    “Dikkatli ol, aşkım,” diye mırıldandı benim ısrarcı dudaklarımın altından.
    “Hayır,” diye inledim.
    Nazikçe yüzümü birkaç santim geri itti. “Bana bir şey ispatlamak zorunda değilsin.”
    “Bir şey ispatlamaya çalışmıyorum. Senin istediğim parçanı alabileceğimi söylemiştin. Bu
    parçanı istiyorum.” Kollarını boynuna doladım ve dudaklarına uzanabilmek için asıldım.
    Öpücüğüme karşılık vermek için başını eğdi, ama soğuk dudakları benim sabırsızlığım
    belirginleştikçe daha da kararsızlaşıyordu. Bedenim niyetimi belli ediyor, beni ele veriyordu.
    Kaçınılmaz şekilde, elleri beni zapt etmek üzere hareket etti.
    “Belki de bunun için en iyi zaman değildir,” diye önerdi, fazla sakindi.
    “Neden olmasın?” diye yakındım. Eğer mantıklı olacaksa savaşmanın hiçbir anlamı yoktu; ben
    de kollarımı indirdim.
    “Birincisi; hava gerçekten soğuk.” Yerden uyku tulumunu almak için uzandı ve etrafıma bir
    battaniye gibi doladı.
    “Yanlış,” dedim. “Birincisi, çünkü sen bir vampir için acayip derecede ahlaklısın.”
    Kıkırdadı. “Tamam, o konuda haklısın. Soğuk ikincisi olsun o zaman. Ve üçüncüsü... şey, sen
    gerçekten kötü kokuyorsun, aşkım.”
    Burnunu kırıştırdı.
    İçimi çektim.
    “Dördüncüsü,” diye mırıldandı, başını eğdi ve kulağıma fısıldadı. “Deneyeceğiz, Bella. Ben
    sözümü tutarım. Ama bunun Jacob Black’e karşı bir tepki için olmamasını tercih ederim.”
    Büzüldüm ve yüzümü omzuna gömdüm.
    “Ve beşincisi...”
    “Çok uzun bir liste oldu,” diye mırıldandım.
    Güldü. “Evet, ama savaşı dinlemeyi istiyor musun istemiyor musun?”
    O konuşurken, çadırın dışında Seth tiz sesle uludu.
    Sesi duyunca bedenim kaskatı kesildi. Sol elimi sıkıp tırnaklarımın bandajlı avcuma battığını,
    Edward alıp nazikçe parmaklarımı düzeltene kadar fark etmemiştim.
    “Hey şey yolunda gidecek, Bella,” diye söz verdi. “Yeteneğimiz, eğitimimiz ve onlara sürpriz
    yapma avantajımız var. Yakında sona erer. Eğer buna gerçekten inanmasaydım, şimdi orada
    olurdum – ve sen de burada, bir ağaca falan zincirli olurdun.”
    “Alice öyle küçük ki,” diye inledim.
    Kıkırdadı. “Bu bir sorun teşkil edebilirdi... eğer onu yakalayabilmek mümkün olsaydı.”
    Seth hafifçe inlemeye başladı.
    “Sorun ne?” diye sordum.
    “Sadece burada bizimle kısılı kaldı diye sinirli. Sürünün onu korumak için hareketin dışında
    bıraktığını biliyor. Onlara katılabilmek için ağzının suyu akıyor.”
    Seth’in tarafına bakarak kaşlarımı çattım.
    “Yenidoğanlar izin sonuna vardılar – büyü gibi işe yaradı, Jasper bir dahi – ve çayırdakilerin
    kokusunu aldılar, o yüzden iki gruba ayrıldılar şimdi, Alice’in dediğine göre,” diye mırıldandı
    Edward, gözleri uzaklara odaklanmıştı. “Sam, bizi tuzağa düşecek olan takımının yolunu
    kesmeye götürüyor.” Dinlerken öyle konsantre olmuştu ki sürüyü çoğul kullanmıştı.
    Birdenbire bana baktı. “Nefes al, Bella.”
    İstediğini yapmakta zorlandım. Çadır duvarının dışında Seth’in hızlı hızlı soluduğunu
    duyabiliyordum, ve ben de nefes nefese kalmayayım diye akciğerlerime eşit hızda hava
    gitmesini sağlamaya çalıştım.
    “İlk grup açıklıkta. Dövüşmelerini duyabiliyoruz.”
    Dişlerimi sıktım.
    Bir kere kahkaha attı. “Emmett’i duyabiliyoruz – halinden memnun.”
    Seth’le birlikte bir nefes daha aldım.
    “İkinci grup hazırlanıyor – çok önemsemiyorlar, bizi duymadılar henüz.”
    Edward hırladı.
    “Ne?” niye soludum.
    “Senin hakkında konuşuyorlar.” Dişlerini sıktı. “Kaçmanı engellemeleri gerekiyor... Güzel
    hareket, Leah! Hmm, oldukça hızlı.” diye mırıldandı onaylayarak. “Yenidoğanlardan biri
    kokumuzu aldı, ve Leah o daha arkasını dönemeden onu yere indirdi. Sam onun işini
    bitirmesine yardım ediyor. Paul ve Jacob başka bir tanesiyle dövüşüyor, ama diğerleri savunma
    halinde şu an. Bizimle ne yapacaklarını şaşırmış haldeler. İki taraf da yanıltıcı saldırı yapıyor...
    Hayır, bırakın Sam yönetsin. Yoldan çekil.” diye mırıldandı. “Onları ayırın – birbirlerinin
    arkalarını korumalarına izin vermeyin.”
    Seth inledi.
    “Bu daha iyi, onları açıklığa doğru götürün.” Edward onayladı. İzlerken bilinçsiz olarak sağa
    sola kayıyordu, orada olsaydı yapacağı hareketler için geriliyordu. Elleri hala benimkileri
    tutuyordu; parmaklarımı sıktım. En azından orada onların yanında değildi.
    Ani ses kesintisi sadece bir uyarıydı.
    Seth’in derin soluklarının kesildiğini – onunla birlikte nefes almaya çalıştığım için – fark ettim.
    Ben de nefes almayı kestim – önümde Edward’ın bir buz kütlesi misali donduğunu görünce
    ciğerlerimi çalıştırmaya dahi korktum.
    Ah, hayır. Hayır. Hayır.
    Kim kaybetmişti? Onlar ya da biz? Hepsi benim hatamdı. Benim kaybım neydi?
    Nasıl olduğundan bile emin olamadığım bir çabuklukla, ayaklarımın üzerindeydim ve çadır
    yırtık parçalarla üstümüzde dağılıyordu. Edward dışarı çadırı yırtarak mı çıkıyordu? Neden?
    Şok olmuş şekilde parlak ışıkta gözlerimi kırptım. Tek görebildiğim hemen yanımızdaki
    Seth’di, yüzü Edward’ınkinden sadece on beş santim uzaktaydı. Bir saniye boyunca tam bir
    konsantrasyonla birbirlerine baktılar. Güneş Edward’ın teninde yansıyor ve Seth’in kürküne
    pırıltılar gönderiyordu.
    Ve sonra Edward telaşla fısıldadı. “Git, Seth!”
    İri kurt döndü ve ormanın gölgelerinde kayboldu.
    İki saniye geçmiş miydi? Saatler gibi gelmişti. Açıklıkta bir şeylerin korkunç derecede ters
    gittiği bilgisiyle öyle dehşete düşmüştüm ki midem bulanıyordu. Edward’ın beni oraya
    götürmesini ve bunu hemen şimdi yapmasını talep etmek için ağzımı açmıştım. Ona ihtiyaçları
    vardı ve bana ihtiyaçları vardı. Onları kurtarmam için kanımın dökülmesi gerekiyorsa,
    yapardım. Bunu yapabilmek için ölürdüm, tıpkı üçüncü eş gibi. Elimde gümüş hançer yoktu
    ama bir yolunu bulur –
    İlk heceyi söyleyemeden, havada savruluyor gibi hissettim. Ama Edward’ın elleri benimkileri
    asla bırakmadı – sadece hareket ettiriliyordum, öyle hızlıydı ki yana doğru düşüyormuş gibi bir
    his bırakıyordu.
    Sırtımın düz yamaç yüzüne bastırıldığını hissettim. Edward hemen tanıdığım bir duruşla
    önümde duruyordu.
    Rahatlama zihnime doldu ve aynı anda midem alt üst oldu.
    Yanlış anlamıştım.
    Rahatlama – açıklıkta hiçbir şey ters gitmemişti.
    Korku – kriz buradaydı.
    Edward, hasta edici bir kesinlilikle tanıdığım savunma pozisyonunu aldı – yarı eğilmiş, kolları
    hafifçe açılmıştı. Sırtımı yasladığım kaya kaya, siyah pelerinli Volturi savaşçılarıyla benim
    aramda dururken yaslandığım İtalyan sokağındaki eski tuğla duvar olabilirdi.
    Bir şey bize doğru geliyordu.
    “Kim?” diye fısıldadım.
    Kelimeler dişlerinin arasından beklediğimden daha yüksek sesli bir hırlamayla çıkıyordu. Fazla
    yüksek sesli. Bu demek oluyordu ki saklanmak için çok geçti. Kapana kısılmıştık ve onun
    cevabını kimin duyduğunun bir önemi yoktu.
    “Victoria,” dedi, kelimeyi tükürür gibi söylemişti, lanet eder gibi. “Yalnız değil. Benim
    kokumu geçti, yenidoğanları onları izlemek için takip etti – hiçbir zaman onlarla savaşma
    niyetinde değildi. Senin benim yanımda olacağını tahmin ederek aniden beni bulma kararı verdi.
    Haklıydı. Haklıydın. O kişi Victoria’ydı.”
    Onun düşüncelerini duyacak kadar yakınımızdaydı.
    Yine bir rahatlama. Eğer Volturi olsaydı, ikimiz de ölürdük. Ama Victoria olunca, ikimizin de
    ölmesine gerek yoktu. Edward sağ kurtulabilirdi. İyi bir savaşçıydı, Jasper kadar iyi. Eğer çok
    fazla kişiyi yanında getirmediyse, bu savaştan kendini kurtarabilir, ailesine dönebilirdi. Edward
    herkesten hızlıydı. Başarabilirdi.
    Seth’i gönderdiği için çok memnundum. Elbette, Seth’in yardım çağırmak için gidebileceği
    kimse yoktu. Victoria’nın zamanlaması mükemmeldi. Ama en azından Seth güvendeydi, onun
    ismini düşündüğümde kafamda büyük kum renki kurdu canlandıramıyordum – sadece uzun
    boylu on beş yaşında bir çocuktu.
    Edward’ın bedeni kaydı – sadece çok az ama bana nereye bakmam gerektiğini gösterdi.
    Ormanın kara gölgelerine baktım.
    Sanki kabuslarımın bana doğru gelip beni karşılamasını izler gibiydim.
    İki vampir kampımızın küçük açıklığının kenarında yavaşça belirdi, hiçbir şeyi kaçırmamak
    üzere gözleri odaklanmıştı. Güneşte bir elmas gibi parlıyorlardı.
    Sarışın çocuğa zar zor bakabiliyordum – evet, kaslı ve uzun olsa bile sadece bir çocuktu, belki
    de dönüştüğünde benim yaşımdaydı. Hiç görmediğim kadar canlı bir kırmızılıkta olan gözlerine
    bakamıyordum. En yakın tehlike olan Edward’a yakın olsa da izleyemiyordum.
    Çünkü birkaç adım yanında ve birkaç adım arkasında, Victoria bana bakıyordu.
    Turuncu saçları hatırladığımdan da parlaktı, bir alev gibiydi. Rüzgar yoktu ama yüzünün
    çevresindeki hafifçe sanki canlıymışçasına ateş gibi parlıyor gibiydi.
    Gözleri susamışlıkla kapkaraydı. Her zaman kabuslarımda yaptığı gibi gülümsemedi –
    dudakları çizgi halinde birbirine bastırılmıştı. Kıvrılmış bedeni dikkat çekici bir şekilde kedileri
    andırıyordu, saldırmak için bir açık bekleyen dişi bir aslan. Yerinde duramayan vahşi bakışları
    Edward ve benim aramda gidip geldi ama asla onun üzerinde yarım saniyeden fazla durmadı.
    Gözlerini benim yüzümden, benimkileri onun yüzünden ayıramayışım gibi ayıramıyordu.
    Ondan yayılan gerginlik havada neredeyse görülebiliyordu. Arzuyu, onu kontrol altında tutan
    ve her şeyi tüketen tutkuyu hissedebiliyordum. Neredeyse düşüncelerini bile duyabiliyor, ne
    düşünüyor biliyordum.
    İstediği şeye çok yaklaşmıştı – tüm varlığının bir yıldan fazla süredir tek odak noktası şimdi
    çok yakınındaydı.
    Ölümüm.
    Planı pratik olduğu kadar açıktı da. İri, sarışın çocuk Edward’a saldıracaktı. Edward’ın yeteri
    kadar dikkati dağıldığında, Victoria benim işimi bitirecekti.
    Çabuk olacaktı – artık oyunlara vakti yoktu – ama titiz olacaktı. İyileşebilmesi mümkün
    olmayan bir şey olacaktı. Vampir zehirinin bile iyileştiremeyeceği bir şey.
    Kalbimi durdurması gerekecekti. Belki elini göğsümden içeri sokup onu ezerdi. Ona benzer bir
    şey.
    Kalbim daha öfkeli, daha yüksek sesli atmaya başladı, sanki hedefini daha belirgin yapmaya
    çalışıyordu.
    Engin bir uzaklık ötede, kara ormandan çok çok uzaklarda, bir kurt uluması sakin havada
    yankılandı. Seth gittiğine göre, sesi tercüme etmenin yolu yoktu.
    Sarışın çocuk gözünün kenarından, emirlerini bekleyerek Victoria’ya baktı.
    Pek çok yönden gençti. Parlak kırmızı irislerinden, çok uzun süredir vampir olmadığını tahmin
    ettim. Güçlü ama beceriksiz olacaktı. Edward onunla nasıl savaşması gerektiğini bilirdi.
    Edward hayatta kalırdı.
    Victoria çenesiyle Edward’a doğru işaret etti, sessizce çocuğa harekete geçmesini
    emrediyordu.
    “Riley,” dedi Edward yumuşak, yakaran bir sesle.
    Sarışın çocuk dondu, kırmızı gözleri açıldı.
    “Sana yalan söylüyor, Riley,” dedi ona Edward. “Beni dinle. Sana yalan söylüyor, tıpkı şu anda
    açıklıkta ölmekte olan diğerlerine söylediği gibi. İkinizin de onlara yardım edeceği konusunda
    onlara yalan söylediğini, seni onlara yalan söylemek zorunda bıraktığını biliyorsun. Sana da
    yalan söylediğine inanması o kadar güç mü?”
    Kafa karışıklığı Riley’nin yüzüne yansıdı.
    Edward yana doğru birkaç santim kaydı ve Riley de otomatik olarak kendini kaydırarak
    mesafeyi dengeledi.
    “Seni sevmiyor, Riley,” Edward’ın yumuşak sesi zorlayıcı, neredeyse hipnotize ediciydi. “Asla
    sevmedi. James adında birini sevmişti ve sen onun için bir araçtan başka bir şey değilsin.”
    James’in adını söylediğinde, Victoria’nın dudakları, dişlerini gösterecek şekilde buruştu.
    Gözleriyse bende kilitli kaldı.
    Riley onun tarafına doğru çılgına dönmüş bir bakış attı.
    “Riley?” dedi Edward.
    Riley istemsizce tekrar Edward’a odaklandı.
    “Seni öldüreceğimi biliyor, Riley. Senin ölmeni istiyor ki böylece sözünü tutmasına gerek
    olmasın. Evet – onu fark ettin, değil mi? Gözlerindeki gönülsüzlüğü gördün, vaatlerinin
    samimiyetsizliğinden şüphelendin. Haklıydın. Seni asla istemedi. Her öpücük, her dokunuş
    yalandı.”
    Edward tekrar hareket etti, çocuğa doğru, benden uzaklaşarak birkaç santimetre ilerledi.
    Victoria’nın bakışları aramızdaki mesafeyi sıfırladı. Beni öldürmesi bir saniyeden az zamanını
    alırdı – tek ihtiyacı ufacık bir fırsattı.
    Bu sefer daha yavaş olmak üzere, Riley yerini değiştirdi.
    “Ölmek zorunda değilsin,” diye söz verdi Edward, gözlerini çocuğunkinden ayırmayarak.
    “Sana gösterdiğinden daha farklı yaşam tarzları var. Hayat kan ve yalandan ibaret değil, Riley.
    Şimdi uzaklaşabilirsin. Onun yalanları uğruna ölmek zorunda değilsin.”
    Edward ayaklarını ileri ve yana doğru kaydırdı. Aramızda otuz santimlik bir ara vardı şimdi.
    Riley bu sefer fazla uzağa kayıp, gereğinden fazla gitti. Victoria topuklarında öne doğru eğildi.
    “Son şans, Riley,” diye fısıldadı Edward.
    Riley’nin yüzü Victoria’ya cevap bekleyerek bakarken çaresizdi.
    “Yalan söyleyen o, Riley,” dedi Victoria ve sesinin yarattığı şokla ağzım açık kaldı. “Onların
    akıl oyunlarını anlatmıştım sana. Sadece seni sevdiğimi biliyorsun.”
    Sesi, yüzü ve duruşuna bakıp da kafamda canlandırdığım gibi güçlü, vahşi ya da bir kedi
    hırıltısı gibi değildi. Yumuşaktı, tizdi – bebeksi, soprano çınlaması gibi. Sarışın buklelere ve
    pembe çikletlere yakışacak türden bir ses. O parlayan dişleri arasından öyle bir sesin gelmesi
    bir anlam ifade etmiyordu.
    Riley’nin çenesi sıkıldı ve omuzları genişledi. Gözleri sabitlendi – artık karışıklık yoktu, şüphe
    yoktu. Hiçbir düşünce yoktu. Kendini saldırmak üzere gerdi.
    Victoria’nın bedeni titriyor gibiydi. Parmakları pençe haline getirmiş, Edward’ın benden sadece
    tek bir santimetre daha uzaklaşmasını bekliyordu.
    Hırlama her ikisinden de gelmedi.
    Mamut renkli bir şekil, açıklığın ortasına doğru uçtu ve Riley’nin üstüne atlayarak onu yere
    düşürdü.
    “Hayır,” diye haykırdı Victoria, bebeksi sesi inanamamayışla çınladı.
    Bir buçuk metre önümde, iri kurt, altındaki sarışın vampiri yardı ve parçaladı. Beyaz ve sert bir
    şey, ayağımın önündeki taşlara çarptı. Ondan uzağa çekildim.
    Victoria, daha az önce sevmeye yemin ettiği çocuğa bir başka bakış lütfetmedi. Gözleri hala
    benim üzerimdeydi, hayal kırıklığı ile doluydu ve öyle vahşiydi ki aklından zoru varmış gibi
    duruyordu.
    “Hayır,” dedi tekrar dişleri arasından, Edward ona doğru hareket edip benimle Victora
    arasındaki yolu kapamaya yeltenince.
    Riley yine ayaktaydı, biçimsiz ve yabani görünüyordu ama yine de Seth’in omzuna şiddetli bir
    tekme savurabilecek durumdaydı. Kemik kırılma sesi duydum. Seth geri çekildi ve topallayarak
    daireler çizmeye başladı. Riley kollarını açmıştı, hazırdı, gerçi bir elinin parçasını kaybetmiş
    gibi duruyordu...
    O savaştan sadece birkaç metre ötede Edward ve Victoira dans ediyorlardı.
    Tam olarak birbirinin etrafını kuşatma değildi yaptıkları, çünkü Edward Victoria’nın benim
    daha yakınıma gelmesine izin vermiyordu. Arkaya, sağa ve sola doğru süzülerek hareket etti,
    savunmasında bir boşluk bulmaya çalışıyordu. Edward becerikli adımlarla, Victoria’nın
    hareketlerini mükemmel bir konsantrasyonla izleyerek takip etti. Victoria’nın düşüncelerini
    okuyup niyetini anlayarak, o hareket etmeden bir saniyeden kısa bir süre öncesinde hareket
    etmeye başladı.
    Seth yandan Riley’e saldırdı, ve çirkin, kulak çınlatıcı bir çığlık ile bir şey yırtıldı. Başka bir
    ağır beyaz topak ormana doğru bir gümbürtüyle uçtu. Riley hiddetle kükredi ve Seth’e doğru
    ezilmiş eliyle bir yumruk savururken, Seth – bedenine göre inanılmaz derecede hafif bir şekilde
    – geri çekildi.
    Victoria küçük açıklığın uzak kenarındaki ağaç gövdelerine doğru zig zak çizerek ilerliyordu
    artık. Hırpalanmıştı, gözleri sanki ben onu kendime çeken bir mıknatısmışım gibi bana doğru
    arzulayarak bakarken, ayakları onu güvenliğe doğru çekiyordu. Yanan öldürme arzusunun
    hayatta kalma içgüdüsüyle savaşım verdiğini görebiliyordum.
    Edward da görebiliyordu.
    “Gitme, Victoria,” diye mırıldandı daha önceki hipnotize edici sesin aynısıyla. “Böyle şansı bir
    daha bulamazsın.”
    Victoria dişlerini gösterdi ve tısladı ama benden uzağa gidebilmekten yoksunmuş gibi
    görünüyordu.
    “Daha sonra yine kaçabilirsin,” diye mırladı. “Onun için bol zaman var. Bu senin hep yaptığın
    bir şey, değil mi? O yüzden James’i yanından ayırmıyordun. Eğer ölümcül oyunlar oynamak
    istersen senin için faydalıydı. Kaçmak için olağanüstü bir içgüdüye sahip bir partner. Seni terk
    etmemeliydi – Phoenix’te onu yakaladığımızda yeteneklerin işine yarayabilirdi.”
    Dudakları arasından bir hırlama çıktı.
    “Gerçi, seni bundan başka bir amaçla kullanmıyordu. Senin için, bir avcının binek hayvanına
    beslediğinden daha az sevgi besleyen birinin intikamını almak için bu kadar çok enerji
    harcamak aptalca. Sen onun için bir kolaylıktan başka bir şey değildin. Bunu biliyordum.”
    Edward’ın dudakları, parmaklarıyla şakaklarına hafifçe vururken bir kenardan kıvrıldı.
    Boğuk bir çığlıkla, Victoria tekrar ağaçlardan dışarı fırladı ve yanıltıcı saldırılarda bulundu.
    Edward karşılık verdi ve dans yine başladı.
    Tam o anda, Riley’nin yumruğu Seth’in böğrüne isabet etti ve Seth’in boğazından alçak sesli
    acı bir inilti çıktı. Seth geri çekildi, sanki acıyı atmaya çalışırmış gibi omuzları seğiriyordu.
    Lütfen, diye yalvarmak istedim Riley’e, ama ağzımı açacak, akciğerlerimdeki havayı
    kullanmamı sağlayacak kasları bulamadım. Lütfen, o sadece bir çocuk!
    Seth neden kaçmamıştı? Neden şimdi kaçmıyordu?
    Riley aralarındaki mesafeyi yine kapatıyor, Seth’i yanıma, yamacın yüzüne doğru itiyordu.
    Birdenbire Victoria partnerinin kaderiyle ilgilenmeye başladı. Gözlerinin kenarından Riley ve
    benim aramdaki uzaklığı ölçtüğünü görebiliyordum. Seth, Riley’e saldırıp tekrar geri
    çekilmesini sağladı ve Victoria tısladı.
    Seth artık topallamıyordu. Edward’ın yakınında daire çizmeye başlamıştı; kuyruğu Edward’ın
    sırtına sürttü ve Victoria’nın gözleri açıldı.
    “Hayır, bana ihanet etmeyecek,” dedi Edward, Victoria’nın kafasındaki soruyu cevaplayarak.
    Onun bu dikkatinin dağılmasını ona yaklaşma fırsatı olarak kullandı. “Bizlere ortak bir düşman
    sağladın. Bizi müttefik yaptın.”
    Victoria dişlerini sıktı ve dikkatini sadece Edward’da tutmaya çalıştı.
    “Daha yakından bak, Victoria,” diye mırıldandı, Victoria’nın konsantrasyonunu bozmaya
    çalışarak. “Gerçekten de James’in Sibirya’da takip ettiği canavara o kadar çok benziyor mu?”
    Gözleri daha da açıldı ve sonra bakışları çılgınca Edward, Seth ve benim aramda gidip gelmeye
    başladı. “Aynı değil?” diye hırladı küçük bir kızın soprano sesiyle. “İmkansız!”
    “Hiçbir şey imkansız değildir,” diye mırıldandı Edward, ona bir santim daha yaklaşırken sesi
    kadife yumuşaklığındaydı. “İstediğin şey dışında. Bella’ya asla dokunamayacaksın.”
    Victoria Edward’ın kafa karıştırma çabasıyla savaşarak kafasını hızlı ve sarsakça salladı ve
    onun etrafından geçmeye çalıştı ama Edward, o planını düşünür düşünmez onu
    engelleyebileyecek bir yerdeydi. Yüzü hüsranla buruştu ve sonra daha aşağıya eğilip çömeldi,
    yine bir dişi aslan gibiydi ve mahsus öne doğru ilerledi.
    Victoria tecrübesiz, içgüdüsüyle hareket eden bir yenidoğan değildi. Öldürücüydü. Ben bile
    onun ve Riley’nin arasındaki farkı görebiliyordum ve biliyordum ki Seth eğer bu vampirle
    dövüşüyor olsaydı, bu kadar süre hayatta kalamazdı.
    Edward da kaydı, aralarındaki mesafe gittikçe kapanıyordu; erkek aslana karşı dişi aslandı.
    Danslarının temposu arttı.
    Çayırdaki Alice ve Jasper’ı izlemek gibiydi; bulanık, sarmal hareketler vardı, sadece bu dans
    onun kadar mükemmel bir şekilde hazırlanmamıştı. İkisinden biri ne zaman hata yapsa, keskin
    çatırtı ve çarpma sesleri yamacın yüzünde yankılanıyordu. Ama benim bu hataları kimin
    yaptığını göremeyeceğim kadar hızlı hareket ediyorlardı...
    Bu vahşi bale, Riley’nin dikkatini dağıtmıştı, gözlerinde partneri için endişe vardı. Seth saldırıp,
    vampirden başka bir küçük parça daha kopardı. Riley böğürdü ve elinin tersiyle Seth’in
    göğsüne muazzam bir darbe indirdi. Seth’in devasa bedeni üç metre kadar uçtu ve başımın
    üstündeki kayalıklı duvara, bütün bir tepeyi sallayan bir kuvvetle çarptı. Soluğunun ıslık gibi
    bir sesle göğsünden çıktığını duyduktan sonra, o taşa çarpıp aşağı düşerken yoldan çekildim ve
    ardından yarım metre önümdeki yere çakıldı.
    Seth’in dişleri arasından hafif bir inilti geldi.
    Küçük, keskin, gri taş parçaları başımın üstüne yağdı ve açıkta kalan tenimi çizdi. Ucu sivri bir
    kazık şeklindeki kaya sağ koluma doğru sallandı ve refleks olarak onu yakaladım. Hayatta
    kalma içgüdülerim artarken, parmaklarım uzun taşı kavradı; kaçma şansı olmadığı için,
    bedenim – yapacağım hareketin ne kadar az etki edeceğini umursamayarak – savaşa hazırlandı.
    Damarlarıma adrenalin fışkırdı. Bandajın avcumu kestiğini biliyordum. Eklem yerindeki
    çatlağın itiraz ettiğini biliyordum. Biliyordum, ama acıyı hissedemiyordum.
    Riley’nin arkasında, tek görebildiğim Victoria’nın saçlarının uçuşan alevleri ve beyaz bir
    bulanıklıktı. Metalin metale çarpma ve yırtılma seslerinin, nefes nefese kalmaların ve şok olmuş
    tıslamaların aralarının azalması, dansın birisi için ölümcül hale gelmeye başladığını kesin bir
    şekilde gösteriyordu.
    Ama hangi biri?
    Riley bana doğru yalpaladı, gözleri hiddetle parlıyordu. Ortamızdaki kum renkli kürk öbeğine
    baktı ve elleri – ezilmiş, kırılmış elleri – pençe şeklinde kıvrıldı. Seth’in boğazını koparmaya
    hazırlanırken ağzı açıldı, genişledi, dişleri parladı.
    İkinci bir adrenalin akışı bir elektrik şoku gibi vurdu ve birdenbire her şey çok netti.
    İki dövüş de fazla yakındı. Seth kendininkini kaybetmek üzereydi ve Edward kazanıyor muydu
    kaybediyor muydu hiçbir fikrim yoktu. Yardıma ihtiyaçları vardı. Dikkar dağıtıcı bir şeye.
    Onların eline avantaj verecek bir şeye.
    Elim, taş kazığı öyle sıkı kavradı ki bandajdaki desteklerden biri çıktı.
    Yeterince güçlü müydüm? Yeterince cesur muydum? Sert taşı bedenime ne kadar
    bastırabilirdim? Bu, Seth’in tekrar ayağa kalkması için yeteri kadar zaman kazandırır mıydı?
    Fedakarlığımın bir işe yaraması için yeterince hızlı kendine gelebilir miydi?
    Taşın ucuyla kolumu tırmıkladım, deriyi ortaya çıkarmak için kalın süveterimi sıyırdım
    ve sonra keskin ucuyla dirseğime bastırdım. Geçen doğum günümden kalma bir yara izim vardı
    zaten. O gece akan kan tüm vampirim dikkatini çekmeyi başarmış, hepsini bir anlığına oldukları
    yerde dondurmuştu. Yine o şekilde işe yaraması için dua ettim. Kendimi sıktım ve derin bir
    nefes aldım.
    Aldığım soluk Victoria’nın dikkatini dağıtmıştı. Gözleri, saniyenin çok küçük bir kısmında,
    benimkileri buldu. Öfke ve merak surat ifadesinde tuhaf bir şekilde kaynaştı.
    Taş duvardan yankılanan tüm o gürültüler ve kafamın içindeki patırtılar arasında nasıl da oldu
    o alçak sesi duyduğumdan emin değilim. Kendi kalp atışım bile sesi bastırmaya yetmeliydi.
    Ama Victoria’nın gözlerine baktığım o bir saniyede, tanıdık, hiddetli bir iç çekiş duydum.
    O aynı kısa süren saniyede, dans şiddetle bozuldu. O kadar çabuk gelişti ki ben olay akışını
    takip edemeden bitmişti. Aklımın içinde yetişmeye çalıştım.
    Victoria, bulanık şekillerin arasında uçtu ve uzun bir alaçamın yarı yüksekliğinde bir yere
    çarptı. Saldırmak üzere çömelmiş bir halde tekrar toprağa düştü.
    Eş zamanlı olarak, Edward – öyle hızlıydı ki görünmez olmuş gibiydi – arkaya döndü ve her
    hangi bir saldırı beklemeyen Riley’i kolundan yakaladı. Edward ayağını Riley’nin sırtına
    dikmiş gibiydi ve çekti –
    Küçük kamp alanı Riley’nin içe işleyen ıstırap haykırışı ile doldu.
    Aynı zamanda, Seth ayağa fırlayıp tüm görüş alanımı kapladı.
    Ama hala Victoria’yı görebiliyordum. Ve tuhaf bir şekilde deforme olmuş gibi görünse de –
    sanki tamamen dik duramıyormuş gibi görünüyordu – vahşi yüzünde, rüyalarımda gördüğüm
    gülümseyişinin parladığını görebiliyordum.
    Eğildi ve fırladı.
    Küçük ve beyaz bir şey havada ıslık çalarak, Victoria’nın uçuşunun ortasında onunla çarpıştı.
    Çarpışma bir patlama sesi çıkardı ve onu bir başka bir ağaca fırlattı – bu seferki ikiye ayrıldı.
    Tekrar ayakları üzerine indi, çömelmiş ve hazırdı ama Edward çoktan yerine geçmişti. Onun
    dik ve mükemmel bir şekilde durduğunu görünce rahatlama kalbimi doldurdu.
    Victoria bir şeye çıplak ayağıyla tekme attı – onun saldırısını bölen ince, uzun bir şey. Bana
    doğru yuvarlandı ve ne olduğunu anladım.
    Midem kalktı.
    Parmakları hala seyiren ve otları kavramaya çalışan Riley’nin kolu, akılsızca kendini yerde
    sürüklemeye başladı.
    Seth yine Riley’i çevreliyordu ve şimdi Riley geri çekiliyordu. Ona yaklaşan kurtadamdan
    geriledi, yüzü acıdan kaskatıydı. Bir kolunu savunma amaçlı kaldırdı.
    Seth, Riley’ye hamle yaptı ve vampirin tüm dengesi bozuldu. Seth’in Riley’nin omzuna
    dişlerini batırdığını ve eti kopardığını, sonra yine geri çekildiğini gördüm.
    Bir başka sağır edici bir haykırış ile, Riley diğer kolunu da kaybetti.
    Seth başını sallayarak kolu ormana doğru fırlattı. Seth’in dişleri arasından çıkan bozuk tıslama,
    kıs kıs gülüyormuş izlenimi uyandırdı.
    Riley, işkence çeken bir yakarışla haykırdı. “Victoria!”
    Victoria, ismi söylenince tek bir kasını bile oynatmadı. Gözleri partnerine doğru kaymadı bile.
    Seth devasa bir gülle gibi öne atıldı. Basınç Seth ve Riley’yi birlikte ağaçlara sürükledi.
    Çığlıklar, kaya parçalanma sesleri devam ederken, aniden kesildi.
    Riley’e bir veda bakışı bağışlamış olmasa da, Victoria artık tek başına olduğunu anlamış gibi
    duruyordu. Edward’dan geri çekilmeye başladı, gözlerinde şiddetli bir hayal kırıklığı parıldadı.
    Bana kısa, ıstırap dolu bir özlem bakışı attı ve sonra daha hızlı geri çekilmeye başladı.
    “Hayır,” diye mırıldandı baştan çıkarıcı bir sesle. “Biraz daha kal.”
    Arkasını döndü ve bir okun yaydan fırlaması misali ormanın sığınağına doğru koştu.
    Ama Edward daha hızlıydı – kurşunun tabancadan fırlaması misali.
    Ağaçların kenarında onun savunmasız sırtını yakaladı ve basit bir son adımın ardından, dans
    bitmişti.
    Edward’ın dudakları bir kere boynunda sürttü, okşar gibiydi. Seth’in uğraşlarından gelen
    cırtlak feryatlar tüm diğer gürültüleri bastırıyordu, o yüzden bu görüntüyü bir şiddet görüntüsü
    olarak algılayabilmek için herhangi bir ses yoktu. Onu öpüyor olabilirdi.
    Ve sonra ateş gibi saçlardan oluşan yumağın vücudunun geri kalanıyla bağlantısı koptu. Titrek
    turuncu dalgalar toprağa düştü ve ağaçlara doğru yuvarlanmadan önce yerde bir kere sekti.

      Forum Saati C.tesi Kas. 23, 2024 10:18 am